1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bağlanmak ya da Bağlanmak
Bağlanmak ya da Bağlanmak

Bağlanmak ya da Bağlanmak

Bağlanmak ya da Bağlanmak

A+A-


Bengü Berkmen
benguberkmen@gmail.com


Talat Parman’ın çevirisini yaptığı ‘’Bir adam yok oluyor’’ adlı kitabın arkasında şöyle bir cümle geçer: ‘’Varoluş ancak peş peşe yok oluşlardan ibarettir.’’ O halde bağlanmak da aslında ayrılıklardan ve önceden kurduğumuz ancak daha sonra koparılan bağlardan geliyor demek olabilir mi?

Kıbrıslıların büyük bir kısmı 1963-74 yılları arasında birçok kez köy/şehir değişmek zorunda kaldı. Herkesin yaşadığı deneyimin kişide yarattığı hasar farklı olsa da, bir hasarın olduğu inkar edilemez. 1963 olaylarını yaşamış bir kişinin o yıllarla ilgili anılarından birine bakalım: ‘’Ben 9 yaşındaydım. 21 Aralık gecesi Rumların ansızın köye baskın yapıp hepimizi öldürecekleri haberi geldi. Ne olduğunu anlayamadan, evdekilerle üzerimizde ne varsa, karanlıkta, ovaları yürüyüp geçtik. Hava çok soğuktu. Bir süre çadırlarda kaldık. Sonra yine başka bir yere kaçtık. Kaçarken bazıları arkada kalıyordu, bazılarını bir daha göremiyorduk. Büyükler kendi aralarında ölenleri ve civar köylerden gelen haberleri konuşuyordu. Yiyecek yoktu, su yoktu, üşüyorduk. Anneannem hastaydı ve annem onunla ilgilenmek zorundaydı. Babam teşkilatta görevli olduğu için zaten çok az geliyordu. Ben kardeşlerime bakıyordum. O günler çok korkunçtu. Göçmenlik çok zordu. Bir de arkadaşım Ayşe vardı benim gibi, 9 yaşındaydı ve aynı köydeydik. Çok oynardık onunla. Hiç unutamıyorum. Bizim kaçtığımız gece onlar kaçamamış, onu öldürmüşler. Daha sonraları o köye yerleşen Rumlar kötü bir şey olunca ‘Ayşe’nin ruhu geldi’ diyerek korkarlarmış.’’

Kıbrıslıların anlattığı bu ve benzeri anılarda (ki bu her iki toplum için de geçerli bir durumdur) göçten ziyade aslında sürgün edilmekten bahsedilmektedir. Göç, kelime anlamıyla bir evden bir eve/yere taşınmak olarak sözlüklerde yer alırken, Kıbrıslıların yaşadığı tam anlamıyla zorunlu olarak dışarı atılma, sürülme ya da diğer adıyla sürgündür. Ancak bizim, Kıbrıslıların,  ‘’Sürgün edildik’’  yerine ‘’Göç ettik’’ cümlesini kullanmamız üzerinde konuşulması gereken bir durumdur.

Göçmen, gitmeye özel ya da ekonomik sebeplerden dolayı karar vermiş olabilirken, sürgünün böyle bir şansı yoktur, alıştığı ortamdan, belki gitmeye hazırlanma şansı dahi olmadan, yani sevdiklerine veda edemeden gitmek zorunda kalmıştır ve belki de terk etmek zorunda kaldıklarını bir daha göremeyecektir: bir belirsizliğin yolcusudur. Dolayısıyla göçmenin gidişi travmatik olmak zorunda değildir, sürgüne gitmek ise hangi biçimde olursa olsun travmatiktir (1). Hele ki bu sürgünün ucunda hızla yaklaşan ölüm varsa...

Sürgün edilen, değişen yaşam koşullarında, ilk olarak yaşadıklarını ve güvenlik alanları olan evlerini terk etmek zorunda kalır. Evini kaybetmek kişide izler bırakır. Birlikte oturma bağları parçalandığı için aile yapısının ve bağlarının yeniden inşası zaman alır.

Göçmen, kaybettiği cennete yeniden kavuşma düşüncesine inanarak geldiği yere alışırken güçlü hissedebilir kendisini; öte yandan sürgünün, cenneti geri dönmemek üzere kaybolmuştur. Kıbrıslılarda ise yaşanan olaylara duyulan öfke yerinde dururken, evine, sürgünden önceki yaşam alanına çok büyük bir özlem ve hasret vardır. O nedenledir ki belki de 2003 yılında yapılan görüşmeler sonucunda sınır kapılarının ziyaretler için açılmasının ardından birçok kişi evini, yaşadığı toprakları görmeye gitmiş, bazıları yeni ev sahipleri ile dost olmaya çalışmış ve böylece evinde birçok kez vakit geçirme şansı elde etmiştir.

Peki sürgün nasıl bir kayıp yaşatır? Sürgün gibi acılı ve travmatik bir kayıp sonucu, benliğin bütünlüğünü bu denli tehdit eden bir süreçte; öznenin yas ya da melankoli kavşağında devam edeceği yolu belirleyen onun ilk sürgününü nasıl yaşadığı olsa gerek. Belki de ilk sürgünündeki ilk nesneden ayrılığı, onun sonraki kayıpla nasıl yaşayacağını da belirleyecektir.

Doğum anında anne karnının o sıcak, korunaklı bedeninden dışarı atılırız. Yani aslında kendi cennetimizden kovuluruz. İnsan deneyiminin ilk ayrılığı olan doğum, çocuk için olduğu kadar anne için de travmatiktir. Doğum esnasında özellikle son kısmında, kadın içgüdüsel olarak en önemli işi yaptığını, hayatlarının tehlikede olduğunu, hem kendi hayatının hem de bebeğinin hayatının söz konusu olduğunu biliyordur. O anda olanlar, hem sizin yüzünüzden hem de size rağmen devam ediyordur. 1974 yılında Anavatan olarak gösterilen Türkiye’nin yeni bir bebeğin doğacağını ‘’Ayşe Tatile Çıksın’’ sözleriyle haber vermesi ve tam 9 yıl sonra 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulması da bu sürece örnek verilebilir.

Otto Rank döl yatağından geçen rahat bir dönemin ardından, doğum sonrası koşullara geçişin yeni doğan bebekte yarattığı dehşetin en sağlıklı insanları bile sonraki yaşamlarında sürekli bir kaygı haline sürüklediğini söyler. Öyle ki ona göre, insanın yaşamındaki kaygıların çoğu, doğum anında yaşanan ayrılık kaygısının tekrarı olarak gerçekleşir (2). Ona göre doğum travması sonucu yitirdiklerine karşılık bebek, annesinin de yardımıyla yeni ilişkiler kurarak çevresiyle birlikte olma durumunu sürdürür ancak gelişim sürecinin doğal bir sonucu olarak kurulan beraberlikler, ileride bir yenisi kurulmak üzere daima sona erer ve ayrılık kaygısı, yaşamın döngüsünün her aşamasında yeniden yaşanır.

Sürülmenin beraberinde getirdiği risklerden biri de yalnızlıktır. Winnicott’a göre yalnızlığa dayanabilmek bir yetenektir ve çocuk gelişiminde önemli bir etmendir. Annesinden ayrı kalabilen, babasının varlığını kabullenebilen çocuk, şefkat ve nefret duygularına tahammül edebilen ve yalnız olmayı kabullenebilen çocuktur (3).

Anne için de birçok ayrılık ve kayıp söz konusudur. Artık kaybettikleri yani geçmişteki kendiliğini, fiziksel görünüşünü, ayrı olma duyumunu kazandığı ya da kazandığını varsaydığı sevgi, bağlılık, kimlik gibi özümlemeyi gerektiren durumlarla yüzleşmesi gerekir.

Winnicott bebeğin biricik bireysellik potansiyeli ile doğmuş olduğunu kabul eder. Kendilik, bir kişi ile ilgili temel olan, bedensel canlılıkla bağlantılı, ancak yine de dilsiz ve bilinmez olan bir şeydir. Winnicott bunu şöyle ifade eder: ‘’Her insanın merkezinde iletişime kapalı (incommunicado) bir unsur vardır. Bu kutsaldır ve bunu korumaya değer’’. Bir bebek aşırı derecede olgunlaşmamış benlik yapılanmasına sahipken, önemli olmakta ısrar eden bir çevre ile başa çıkma durumunda kaldığında, ‘’olma’’ (being) durumundan çıkar, çevreye tepki gösterir. Bebek bunu kendilik algısı gelişiminde zedeleyici bir bozulma olarak deneyimler. Bu tarz ‘’darbeler’’ nedeniyle bebek ikincil tepkisel bir kişilik (sahte kendilik yapılanması) geliştirme yoluyla, kendisini koruma girişiminde bulunur. Bu sahte kendilik sürekli tetikte bekleyerek annenin bilinçli ya da bilinçdışı ihtiyaçlarını gözler ve ona uyum sağlar. Bunu yaparken gerçek kendiliğin bütünlüğünü sürdürmek için ihtiyaç duyduğu mahremiyeti karşıladığı, koruyucu dış ortamı sağlar (4).

Margaret Mahler, Fred Pine ve Anni Bergman Psikolojik Doğum kitabında bireyin gelişim sürecinde, anneyle yaşadığı sembiyotik ilişkinin uzaklaşmanın, bireyleşme sürecindeki anlam ve önemini anlatır. Dahası, bu sürecin nasıl geçtiğinin bireyin ileriki hayatında belirleyici olduğunu öne sürer (5).  Bebeğin 15 ile 22 ayları arasında çocuğun çelişkileri oluşur. Bir yandan anneden uzaklaşmak ve kendi gücünü hissetmek isterken, diğer yandan da onu kaybetmekten korkar. Bu iki duygu sürekli yer değiştirir. Giderek anneden uzaklaşma korkuları azalır. Çocuk dili kullanabildiğini fark ettiğinde, sanki kaybettiğini sandığı nesneleri yeniden bulmuş gibidir. Hem kendisini anneden farklı bir özne olarak algılar, hem de uzaklaştığı nesneleri dil yardımıyla yakınına getirir.

Çocuklukta ve ergenlikte yaşanan bu deneyim, göç ve sürgün durumlarında kendisini tekrarlar. Her şey yeniden yapılanmak, tanımlanmak zorundadır. Açıkçası kişi kendisini ve dünyayı yeniden tanımlayabileceği yeni bir dil bulmak zorundadır.

Kıbrıslının durumu tam olarak ‘’yerli yerinde yersiz yurtsuz’’dur. Kendi topraklarından sürgün edilen, annesiyle kurduğu ilişkideki aksaklıklar yüzünden psikolojik doğumu henüz gerçekleşememiş, dili olmayan ve kendi özünü koruyabilmek için sahte kendiliği ile yaşamaya çalışan bir halk... Ancak bilinen bir şey var ki kopan her bağın yerine bir yenisi inşa edilecektir, yeter ki dil doğru kullanılabilsin...

-------------------------------------------------------------

Kaynaklar
(1). Altzınger, F. (2014). Sürgün ve Sürgünde Olan. Psikanaliz Buluşmaları, Bağlam Yayıncılık, İstanbul.
(2). Rank, O. (1988). Doğum Travması ( Çev. Sabir Yücesoy). Metis Yayınları. İstanbul
(3). Tükel, R. (2011). Bebek ve Anne Arasındaki Mekanda Öznenin Yaratılması: Winnicott’un Çalışmalarına Bir Bakış. Psikanaliz Yazıları-23. Bağlam Yayınları. İstanbul
(4). A.g.e.
(5). Mahler, S.M., Pine, F. & Bergman, A. (2003). İnsan Yavrusunun Psikolojik Doğumu (Çev. Ali Nahit Babaoğlu). Metis Yayınları. İstanbul

Bu haber toplam 1971 defa okunmuştur
Gaile 341. Sayısı

Gaile 341. Sayısı