
Vesayet, Teknokrasi ve Demokrasi
Tufan Erhürman: Birçok yazar, demokrasiyi en iyi ifade eden sözlerin, 1863’te yaptığı meşhur Gettysburg konuşmasında Lincoln tarafından sarf edildiği kanaatindedir
Tufan Erhürman
Birçok yazar, demokrasiyi en iyi ifade eden sözlerin, 1863’te yaptığı meşhur Gettysburg konuşmasında Lincoln tarafından sarf edildiği kanaatindedir. Demokrasi, halkın, halk için, halk tarafından yönetilmesidir. Bu cümleyi, içerdiği unsurlara ayırarak, ayrıntılı biçimde incelemekte yarar vardır. Her şeyden önce, halkın yönetilmesine dair bir yöntem olmasının demokrasinin ayırt edici yanı olmadığını söylemek gerekir. Tarih boyunca tüm yönetim biçimleri bir şekilde halkın yönetilmesini hedeflemiştir zaten. Dolayısıyla bu tanımda ikinci ve üçüncü unsurların daha önemli olduğu vurgulanmalıdır.
İkinci unsur, halkı yönetenlerin, bunu, kendileri ya da belli bir aile, zümre, sınıf veya katman için değil, “halk için” yapmalarıdır. İlk okuyuşta kulağa hoş gelebilecek olan bu unsur aslında demokrasi açısından birçok tehlikeyi de kendi içinde barındırmaktadır. Çünkü özellikle az gelişmiş (diğer adıyla gelişmekte olan) ve/veya kriz döneminde bulunan ülkelerde, “halk için” yönetimle “halk tarafından” yönetimin bir arada bulunmasının olanaksız olduğuna dair bir kanaatin hızla yaygınlaşması mümkündür. Bu ülkelerde, bazı kesimler, halk tarafından yönetimin (hatta kimi zaman ülkeyi yönetecek olanların halk tarafından seçilmesinin dahi), halkın aleyhine sonuçlar doğurabileceğine, halkın, geçici bir süre için de olsa, halk tarafından değil, bir vasi ya da teknokratlar tarafından yönetilmesinin “popülizm”in önlenebilmesi ve “doğru” olanın yapılabilmesi için elzem olduğuna inanırlar. Buna çeşitli örnekler verilebilir:
1. Türkiye’de 1980 Darbesi’ni yapan komutanların yaklaşımı bunlardan birincisidir. Halkın seçtiği milletvekilleri ve onların üyesi olduğu siyasi partiler “ülkeyi kan gölüne çevirmişler, kardeşi kardeşe kırdırmaya başlamışlardır”. Bunlar artık ülkeyi “halk için” değil, “başka amaçlar için” yönetmektedirler. Halk da, ülkeyi kendisi için yönetecek olanları seçme kapasitesine sahip değildir. O zaman, “halk tarafından yönetim”i belli bir dönem için de olsa rafa kaldırmak ve halkı “halk için” yönetecek olanları iş başına getirmek demokrasinin uzun vadeli iyiliği için şarttır.
2. Benzer bir örnek Kıbrıs’ın kuzeyinden verilebilir. Ülkede olağan dışı bir hâl vardır. Bu şartlar altında halk, kendisini “halk için” yönetecek kişileri seçmekten acizdir. Siyasetçiler popülizm yapmakta, aslında ülkeyi halk için değil, kendi çıkarları için yönetmektedirler. O nedenle, halk ve onun seçtikleri rüştünü ispat edene kadar, dışarıdan bir vasinin ülkeyi açıktan ya da el altından yönetmesinden başka çare yoktur. Aksi takdirde, halkın yanlış seçimleri ülkeyi ve halkı yok oluşa sürükleyecektir.
3. Üçüncü bir örnek ise teknokrasidir. Demokratik yollarla iktidara gelenler popülizme boğulmuş, iş bilmez kimselerdir. Halk da, her nasılsa, gidip gidip bu kişileri iş başına getirmektedir. Bu kişiler, hem iş bilmez, hem popülist, hem de halkı değil kendilerini düşünen insanlar olduklarından, ülkeyi halkın iyiliği için yönetememektedirler. O hâlde, iş bilen, uzman, popülizm yapmayacak ve “doğru” icraatları hayata geçirecek olan kişilerden oluşan bir teknokratlar kabinesini iş başına geçirmekten başka yol yoktur.
Bu ihtimallerin üçü de, yani iç vesayet de, dış vesayet de, teknokrasi de, demokrasinin özellikle ikinci unsurunu öne çıkarmak suretiyle, üçüncü unsuru, yani halk tarafından yönetimi, belli bir süre için de olsa rafa kaldırma sonucunu doğurmaktadır. Dolayısıyla, açık söylemek gerekirse, anti-demokratik seçeneklerdir. Bununla birlikte, üç ihtimalden herhangi birini savunanlar, ısrarla, bunu demokrasinin uzun vadeli çıkarları için yaptıklarını ileri sürerler. Onlara göre, dış vesayet de, iç vesayet de, teknokrasi de, geçici yönetim biçimleridir ve yalnızca halk kendi kendini yönetecek olgunluğa erişinceye kadar yürürlükte kalacaklardır. Ne zaman ki halk kendini yönetecek olgunluğa erişir, rüştünü ispatlar, yani “halk için” yönetimi hayata geçirecekleri seçmeyi öğrenir, “halk tarafından yönetim”e de o zaman izin verilir.
Gelin görün ki bu anlayışın çıkmaz sokağı tam da burasıdır. Demokrasi, yalnız ve ancak demokrasinin hayata geçirilmeye çalışıldığı bir yerde öğrenilebilir. Dış vesayet, iç vesayet ve teknokrasi, geçici olduklarını iddia etseler de, aslında kurumları ve uygulamaları aracılığıyla, halkı, “kendisiyle ilgili doğru kararları kendisinin veremeyeceği” ve “kendi kararlarını kendisinin vermesine izin verilirse kendi kendine zarar vereceği” konusunda her gün biraz daha fazla ikna eden, dolayısıyla uzadıkça kalıcılaşan yönetim biçimleridir. Nitekim bu konudaki tüm uygulamalarda, dış vesayet, iç vesayet ve teknokrasi, misyonlarını tamamladıkları için kendi kendilerini gönüllü olarak feshetmek suretiyle değil, demokratların bunlara karşı yürüttükleri riskli mücadeleler sonucunda ortadan kalkmışlar ve olumsuz etkileri daha sonra da devam etmiştir.
Halk Tarafından Yönetim Unsuru Olmaksızın Demokrasi de Olmaz
Dolayısıyla, Lincoln’ün meşhur cümlesindeki unsurlardan üçüncüsünün eksikliği, aslında demokrasinin eksikliği anlamına gelir. Tarih boyunca bütün yönetim biçimleri halkın yönetilmesi için uygulanmıştır. Tarih boyunca, halkı, halkın yararına, “halk için” yönettiğini iddia eden krallar, vasiler, sömürgeciler, darbeciler, teknokratlar görülmüştür. Ancak yalnızca demokraside, halk, halk tarafından yönetilmiştir. Dolayısıyla halk tarafından yönetim demokrasinin ayırt edici unsurudur. Dahası, yukarıda da vurgulandığı gibi, halk, ülkeyi “halk için” yönetecek olanları iş başına getirmeyi ancak demokrasi içinde öğrenebilir. Elbette halk, ya da halkın çoğunluğu, kimi yazarların iddia ettiği gibi, yanılmaz falan değildir. Halk da, halkın çoğunluğu da yanılabilir. Hatta demokrasinin bir oyuna dönüştüğü, medyanın, reklamın, pazarlama stratejilerinin ve paranın gittikçe daha da belirleyici hâle geldiği günümüzde, halkın ve onun çoğunluğunun yanılma ihtimali her gün biraz daha artmaktadır. Nitekim demokrasiye inanmayanlar, tam da kendilerinden beklenen bir zeka parıltısıyla, demokrasiyi yıpratan bu araçların güçlenmesini mazeret göstererek, demokrasinin askıya alınmasının meşruiyet zeminini yaratmaya çalışmaktadırlar. Ancak bu bir kısır döngüdür. Halk, iş bilmez ve popülist siyasetçileri iktidara getiriyor diye, onun seçmediği vasileri ya da teknokratları yetkilendirmek, halkın iş bilir ve “halk için” çalışacak insanları seçmeyi öğrenme ihtimalini ortadan kaldırmakta, bu durumda iş bilmez ve “halk için” çalışmayan vasiler ve teknokratlar, demokrasiyi her gün biraz daha uygulanamaz hâle getirmektedirler.
Kaldı ki “halk için” kavramının da öyle sanıldığı kadar açık olmadığını ortaya koymak gerekir. Sahip olduğunuz ideolojik-politik pozisyona göre “halk için doğru” olana dair kararlarınız elbette değişmektedir. Dolayısıyla bir ideolojik-politik pozisyona göre “halk için” olan bir icraat, başka bir ideolojik-politik pozisyona göre tam tersine “halka karşı” olabilir. Örneğin 12 Eylül Darbesi’nin halkın yararına gördüğü liberal ekonomik politikalar, sosyalistlere ve sosyal devletçilere göre, “halk için” değil, yalnızca belli bir sosyal sınıf için “iyi”dir. Benzer biçimde, şu anda ekonomist teknokratların hâkim çoğunluğu için “liberalizm” halkın yararına olan tek ideolojidir. Kuzey Kıbrıs’taki halkı vesayet altında tutan vasi için, 1980’lere kadar KİT’lerin kurulması ve varlığı, devletin şişirilmesi, 1980’lerin ortalarından itibaren ise, KİT’lerin satılması ve devletin küçültülmesi halk için iyidir. Görüldüğü gibi dış ya da iç vasi de, teknokratlar da, aslında çoğu zaman öyle göstermelerine karşın, tarafsız ve ideolojik-politik duruştan arındırılmış bir “iyi”yi hayata geçirmekte değildirler. Hayata geçirdikleri, yalnızca onlara göre “iyi” olandır.
Oysa demokraside halk, birden fazla ideolojik-politik duruş arasından birini ya da birkaçını seçmekte ve ülkenin o duruş ya da duruşlar doğrultusunda yönetilmesini istediğini ortaya koymaktadır. Vesayet ve teknokrasi, sanıldığının aksine, tarafsız ve ideolojik-politik duruştan arınmış bir “iyi”yi getiren değil, halkın seçme ve kendi kendini yönetme hakkını, dolayısıyla demokrasiyi ortadan kaldırandır.
Sonuç
Lütfen yukarıda anlatılanlardan, KKTC’de bir demokrasi bulunduğunun ve bunun hassasiyetle korunması gerektiğinin ileri sürüldüğü sonucuna kimse varmasın. Tam tersine, 1974’ten, hatta çok öncelerden beri Kıbrıs’ın kuzeyinde demokrasi değil, vesayet rejimi hüküm sürmektedir. Halkın demokrasiyi öğrenememiş olmasında, geçici olduğu iddiasıyla yaratılan ama aksine kendini her gün daha fazla tahkim ederek kalıcılaştıran bu vesayetin çok büyük etkisi vardır. Ama ilginç biçimde, vesayetin yarattığı demokrasi tahribatı sonucunda gelinen durumda, birileri, “Kıbrıs Türk halkının kendi kendini yönetmesine izin verirsek, bu hâliyle kendi kendine zarar verecektir; o hâlde vesayete ya da en azından teknokrasiye ihtiyaç vardır” demektedirler. Yani anti-demokratik olan vesayetin açtığı yarayı, yine anti-demokratik yöntemlerle, daha da ağırlaştırılmış bir vesayetle ya da teknokrasiyle aşmak önerilmektedir. Buradaki şark kurnazlığı, aslında imkânsızı çözüm olarak sunmaktan başka bir şey değildir.
Oysa çözüm bellidir. Vesayet bir an önce kalkmalı, Kıbrıslı Türkler hızla, doğru biçimde politize olmalı ve kendi kaderlerini kendileri tayin edeceklerini ortaya koymalıdırlar. Burada, yaşanan depolitizasyon süreçleri sonucunda kendisinden korkulan bir kavrama dönüştürülen “politizasyon”u da biraz açmak gerekir. Kastım, Kıbrıslı Türklerin partizanlaşması ve futbol takımı tutar gibi parti tutması değildir elbette. Politizasyon bu olsaydı, Kıbrıslı Türklerin bugün kâmilen politize olduklarını iddia etmek mümkün olurdu. Kast edilen, Kıbrıslı Türklerin siyaseti öğrenmeleri, oy verirken, aile, bölge, kişisel çıkar ilişkilerine değil, politik programlara bakmaları, siyasi partilerin ideolojik-politik duruşlarını netleştirmeleri, bunlardan hareketle programlarını hazırlamaları ve katılımcı demokrasinin yollarının açılmasıdır.
Elbette vesayetin kalktığı ve teknokrasinin reddedildiği ortamda Kıbrıslı Türkler hatalı kararlar da vereceklerdir (sanki vesayetin hüküm sürdüğü dönemde hatalı kararlar verilmemiş midir? Dahası, bizi bu hâle getiren tam da vasinin öncülüğünde verilen hatalı kararlar değil midir?). Ama bilinmelidir ki demokrasi, hatalı karar verme ihtimalini de içinde barındırmaktadır. Esas mesele, bedeli ödeyecek olanın kendi hatalı kararlarının bedelini ödemesidir. Yoksa vasinin ya da teknokratın yaptığı hatanın bedelini karar alma yetkisi olmayan halka ödetmek ve sonra da kalkıp “bak yanlış karar verdiğin için bedel ödüyorsun. En iyisi sen karar vermekten vazgeç. Karar vermeyi vasiye ya da teknokratlara bırak” demek softa şaşırtmacasından başka bir şey değildir.