1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Seçim, Sınıf Mücadelesi ve Muhalefet İnşası
Seçim, Sınıf Mücadelesi ve Muhalefet İnşası

Seçim, Sınıf Mücadelesi ve Muhalefet İnşası

... bir yandan rejime karşı direnişi diğer yandan da kriz koşullarında emekçilerden yana sınıfsal talepleri ön plana çıkaracak bir muhalefet

A+A-

Hasan Yıkıcı
hasanyikici@gmail.com

 

Parlamento seçimlerinin, Kıbrıs’ın kuzeyindeki koşullardan dolayı kendine has özellikler taşıdığı ortada. Hükümete gelmenin, siyasal iktidara sahip olma anlamına gelmediği bir bağlamda, seçimi ve kazanmayı amaç olarak benimseyen sol hareketler/odaklar, içine girdikleri kısır döngüde yalpalamaya devam edecekler.

Rejimin sınırlarını benimseyen ve kendisini bu sınırlar dâhilinde konumlandıran, bu sınırlara uyumu hedefleyen merkez -sol- ile rejimin sınırlarını kavrayıp bununla mücadele etmeyi, buna karşı direnmeyi tercih eden sol bu seçimlerde daha belirgin bir şekilde ayrımlarını belli etti. Seçimin sonucundan bağımsız olarak, bu kırılmayı göz önüne alarak, sol kesimlerin, benimsenen paradigmalara, alışkanlıklara ve mücadele biçimlerine dair sorgulayıcı bir yaklaşım geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Hiçbir şeyin yolunda gitmediği bir dönemde, o hiçbir şeyin içerisine kendimizi de konumlandırıp değerlendirmekten bir şey kaybetmeyiz. Ocak 2022 seçimlerinden sonraki dönemin genel siyaset açısından değil ama sol mücadele açısından kırılma potansiyelleri taşıdığını düşünüyorum.

Muhalefet İnşası

Yazının sonunda söyleyeceğimizi başında ifade edelim; seçim sonucundan bağımsız olarak, solun bugün ihtiyaç duyduğu şey, yanılsamalarla ve rejime uyum çabasıyla donanmış bir hükumet değil, hakikati dillendirmekten çekinmeyen, bir yandan rejime karşı direnişi diğer yandan da kriz koşullarında emekçilerden yana sınıfsal talepleri ön plana çıkaracak bir muhalefet hattının inşasıdır.

Bu,  iki nedenden dolayı hiç de kolay gözükmemektedir. Birincisi şu anki sol içi konum alışlardan, sol yapıların katı/şabloncu bakış açılarından ve ortak, pratik talepler üzerinden -ortak bir örgüt çatısı değil- iş-güç birlikteliği yapmak için esnemeye kapalı oluşlarından. İkincisi ise artık sol içerisinde daha net bir görünüm kazanan kimlik siyaseti güden kesimler ile sınıf mücadelesini benimseyen kesimler arasındaki pratik/teorik açının gün geçtikçe daha da açılmasından dolayı.

Bir saldırı veya müdahale karşısında farklılık gösteren bu kesimleri reaksiyoner hassasiyetler bir araya getirip ortak tavır almalarını sağlayabilir. Fakat bir şeylerin inşası veya hayata geçirilebilir talepler doğrultusunda ortaklıklar kurmaları şu ana kadar pek de mümkün olmamıştır. Dolayısıyla ‘solda birlik’ söylemleri açıkçası çok da hayat bulabilecek, uygulanabilirliği olan hedefler değildir. Özellikle de bir yanda kimlik politikası güden, zaman zaman mikro milliyetçi/yerelci ve folklorik bir milliyetçiliğe kadar varan kesimler ile sınıf siyaseti ve emek odaklı kaygılar güden kesimlerin inşa edici ortaklıklar kurmaları kulağa çok da mümkün gelmiyor. 

Dolayısıyla ‘solda birlik’ meselesine beklentileri ve hedefleri olabildiğince küçülterek, ortak örgütlenmeler gibi makro amaçlar değil, küçük, pratik ve hedefi belli talepler üzerinden iş-güç birlikteliklerinin yaratılması kaygısıyla yaklaşmak hem dengeli hem de uygulanabilir bir yöntem olacaktır.

Sınıf Mücadelesi

Ocak 2022 seçimini doğal olarak ekonomik hassasiyetler belirledi. Hemen her partinin öne çıkarttığı söylem ekonomik önerileri oldu. Bu önerilerin inandırıcı olup olmaması, uygulanabilirliği veya içeriği bir yana, sol olma iddiasındaki merkez partilerin ekonomik önerilerini oluştururken egemen sınıfların, yani sermaye temsilcilerini ürkütmeme, onların çıkarlarına dokunmama kaygısıyla politika geliştirdiklerini görüyoruz.

Hâlbuki pandemi döneminin öğretilerinden biri sınıfsal makasların daha da açıldığı, güvencesizliğin arttığı ve güçlü sermaye kesimlerinin bu süreçten karlarına kar katarak çıktığıdır. Aslında dönem tam da sınıf mücadelesini büyütme ve bu yöndeki sözü daha yüksek şekilde dillendirme dönemidir. Parti listelerine patronları alan, ülkedeki kaymak tabaka sermayedarlara dokunmayan partilerin bu yönde net tavır benimsemesi zaten beklenemezdi.

Güvencesizliğin, işsizliğin, gelir adaletsizliğinin ve özel sektör emekçilerinin üzerindeki maddi-manevi baskının yoğun bir şekilde yaşandığı; büyük işverenlerin karlarından bir kuruş bile vazgeçmeye gönüllü olmadığı, çalışma hayatındaki kırılganlığın gün geçtikçe derinleştiği bir dönemde sol mücadelenin de kılavuzu, sınıf mücadelesi olmalı. Seçimlerde tüm partilerden farklılaşan -merkez solun dışında kalan kesimlerin de yapmaya alışageldiği ve bir nevi kolaycılığa kaçmak olarak değerlendirdiğim kimlik siyasetlerine bulaşmadan- Bağımsızlık Yolu’nun ortaya koyduğu sınıf siyaseti eşitlik ve adalet mücadelesi anlamında önemli bir zemini döşüyor. Şu an tüm sol ve sol olma iddiasındaki partiler içerisinde -ister seçime katılmış olsun ister olmasın- sınıf eksenli siyaset yapan ve söylem geliştiren tek partinin Bağımsızlık Yolu olduğunu söyleyebiliriz. Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyaset ve toplumsal mücadeleler bağlamından sınıf mücadelesini odağına alan bir partinin, kendileri büyük bir örgütsel güç haline gelemeseler de zaman içerisinde başka parti ve siyasi hareketleri, onların söylemlerini de etkileyeceğini düşünüyorum. İlk kez Bağımsızlık Yolu ile konuşulmaya başlanan servet vergisi, asgari ücretin en düşük kamu maaşına sabitlenmesi ve hatta özel sektörün sendikalaşması dahi bugün başka partilerin gündeminde yer ediyor olması buna bir örnektir. Bu, aslında öznelerinden bağımsız olarak tam da sınıf mücadelesinin hayat içerisinde bir karşılığının olmasından kaynaklıdır.* Kaldı ki, dünyanın birçok coğrafyasında servet vergisi, temel gelir gibi uygulamalar sistem için bir adalet mekanizması olarak hayata geçmekte, ciddi bir şekilde tartışılıp benimsenmektedir. Bağımsızlık Yolu ayrıca sınıfsal konum alışının yanında altta vurgulayacağımız rejime karşı direniş noktasında da hem tutarlı hem de net bir tavır sergilemekte olduğunu gözlemleyebiliriz. Bu anlamda Bağımsızlık Yolu, kendisini altta açıklamaya çalışacağım gibi rejim partileri ile aynı kulvarda değil, toplumsal/siyasal alanda yeni bir muhalefet alanı açarak rejime karşı direnen-muhalefet eden bir yerden konumlandırmakta.   

***

Sınıf Mücadelesi başlığını kapamadan son bir söz. Kıbrıs’ın kuzeyinde Türkiye devletinin müdahaleleri ve toplum mühendisliğine yönelik faaliyetleri arttıkça Kıbrıslı Türkler ve özellikle de sol kesimler içerisindeki ‘kimlik’ konusunda hassasiyetin daha da yükselmiş olduğu gözlemleniyor. Hem merkez partilerin içerisinde dağınık bir şekilde, hem de boykot yapan kesimin belli bir bölümünde bu söylem kendisini gittikçe hızlı bir şekilde daha fazla folklorik ve etnik bağlam içerisinde şekillendirmekte. Bu söylemin en tehlikeli ve özgürleşme mücadelesine zarar verici olduğunu düşündüğüm yönü ise, 3-4 kuşaktır adada yaşayan ve artık buranın yerlisi haline gelmiş Türkiyeli göçmenleri yerleşik olarak niteleyen, onları her türlü sınıfsal ve tahakküme karşı mücadeleden dışlayan soyut ve dogmatik anti-kolonyalist söylemdir. Öyle ki bu söylem ‘Kıbrıslıtürk’ü kurtuluş ve özgürleşme mücadelesinin tek öznesi olarak konumlandırırken, gerek sınıfsal gerekse de farklı farklı alanlara dair tahakküme maruz kalan kesimleri bu mücadelenin dışında bırakmaktadır. Kurumlardan dışlanan ve esas dışlanmışlığı yaşayan kesimin ‘Kıbrıslıtürk’ olduğunu savunan bu görüş, tüm bir mücadele ve özgürleşme süreçlerini etnik kimlik üzerinden okumakta, bu ülkede artık yerleşik değil yerli konumuna gelen, geleceğini de ada üzerinde yaşayan toplulukların geleceğinden farklı görmeyen insanların sömürü ve tahakküm ilişkilerinden kaynaklı mağduriyetini ve mücadele potansiyelini yok saymaktadır.

Etnik, folklorik ve özcü yaklaşımlar ne bir özgürleşme mücadelesi ne de bir kurtuluş potansiyeli taşıyabilir. Tersine bu hareketlerin ülkedeki sınıf ve özgürleşme mücadelesine yarardan çok zararı dokunacağını düşünüyorum. Böyle bir mücadele için önemli olan ortaklıklar üzerinden yeni direniş hatları inşa ederek, etnik, folklorik ve özcü kimliklerin ötesinde bir yaşam potansiyeli geliştirmektir.

Ortaklıklarda diretmek, ekonomik, ekolojik, demokratik haklar ve özgürlük süreçlerinin yaratıcısı olarak ortaklıklar inşa etmekte ısrar etmek, bugün sol mücadelenin gelişip serpilebileceği, aynı zamanda yeni bir toplum ve yaşam felsefesini oluşturabileceği alanlardır. 

Rejim ve Merkez ‘Sol’

Kıbrıslı Türklerin en büyük çıkmazlarından biri özne olma süreçleriyle ilgilidir. Bu güncel veya 74’den beri süre gelen bir mesele değil; coğrafyanın sömürgeleştirilme tarihiyle sıkı sıkıya bağlı bir sancıdır. Bugün Türkiye iktidarları tarafından şekillendirilen rejim ile Kıbrıslı Türk kimliği arasındaki gerilim, bu tarihselliğin güncel yansımalarıdır.

Bu bağlamda, siyasetin öznelerinin önünde iki seçenek yer almaktadır. Ya bu kolonyal/tahakküm ilişkilerinin kabul edilmesi - hatta zaman zaman yokmuş gibi davranılması, inkârı - ve bu ilişkiler asimetrisi içerisinde bir konuma yerleşme seçeneği; ya da bu iktidar ilişkilerinin varlığını sorunsallaştırıp tahakküm ilişkilerine yönelik ayrı bir toplumsal/siyasal bağlam oluşturma seçeneği.

Merkezdeki sol olma iddiasında bulunan parti liderliklerinin ilk seçenekten yana oldukları aşikâr. Kendi içlerinde, bu ilişkilere dair huzursuzluklar, eleştiriler veya özellikle tabanlarında bir direniş potansiyeli yok mu? Elbette var. Fakat bu potansiyel, günün sonunda ya liderliklerinin makul söylemlerini meşrulaştırma işlevi görüyor ya da usulca bastırılan bir tepki olarak kalıyor.

Aslında bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde merkez solda konumlanan her hangi bir partinin olmadığını ifade edebiliriz. Gerek bir kitle partisi olarak CTP, gerekse de TDP merkezde konumlanmış partilerdir. Bu partiler içerisinde sağ, sermaye yanlısı, rejim destekçisi-inkârcısı ve liberal güçler olduğu gibi sol ve emek yanlısı güçler de vardır. Fakat uzunca bir süredir, özellikle de CTP liderliği için ilk saydığım özelliklerin baskın olduğunu vurgulamak gerekmekte. Bu nedenden dolayı merkez sol diye bir şeyin olmadığını, bu partilerin sadece merkezde konumlanan partiler olduğunu belirtmek abartılı olmayacaktır. Hal böyle olunca da bu partilerin kurumsal siyaseti ve liderlikleri günün sonunda var olan tahakküm ilişkilerinin üzerinin örtülmesini, kabul edilmesini veya bu ilişki biçimlerine toplumsal anlamda uyum sağlama fonksiyonu görmekte.

Sonuçta her parti ve siyasal hareket kitleleri ve bireyleri bir odağa çağırır. Bu odak, uyum ve hakikat inkârı olabileceği gibi direniş ve yalanların inkârı da olabilir. Merkez partilerin -içlerindeki gri alanları, liderliklerle tezatlıkları ve farklılıkları da yadsımıyorum- hem ideolojik olarak hem de pratik olarak yukarda saydığım iki seçenekten ilkinde tercih kılarak, yani tahakküm ilişkilerinin içinde kendilerine yer kapmaya çalışarak aslında toplumsal anlamda Kıbrıslı Türkleri özne ve etkin olma durumundan düşüren, güç potansiyellerini azaltan koşullara uyumu pekiştirdiklerini savunuyorum. Bu aynı zamanda toplumsal ilişkileri aşağıdan, minör alanlardan dönüştürmeyi hedeflemeyen, yeni değerler yaratıp o değerler doğrultusunda mücadele etmeyi önüne almayan, başka bir hayatı inşa etme girişiminde bulunmayan, hükümet olmaya aşkın bir anlam yükleyip bunun için yanıp tutuşan siyasal hareketlerin kaçınılmaz olarak varacağı konumdur. 

Seçim sürecine de baktığımızda merkez partilerin rejimin karakterine, sinir uçlarına veya ülkedeki Kıbrıslı Türklerin varlığına rağmen oluşturulan paralel iktidar örgütlenmelerine yönelik herhangi bir söz veya net tavır takınabildiklerini görmüyoruz. Dahası artık sivilleşme, geçici 10’uncu madde, Kıbrıslı Türklerin kurumsuzlaştırılması, nüfus politikaları gibi rejimin kırmızı çizgileri diyebileceğimiz noktalara bu partilerin dokunmadıklarını, dokunsalar bile utangaç takıldıklarını, hafiften cümle arasında geçse bile net bir şekilde tavır alamadıklarını gözlemliyoruz.

Bu partilerin zaman zaman yaşadıkları krizler de aslında değerler üzerinden siyaset üretmenin yerini iktidar ve tahakküm ilişkileri içerisinde konum koruma hassasiyetinin almış olmasıdır. Merkez partilerin içerisinde bu ilişki biçimlerinden ciddi rahatsızlık duyan kesimler elbette var. Onların varlığını reddetmiyorum, hatta olumluyorum. Fakat bu parti liderliklerinin kurumsal hakikatini değiştirmiyor. Son yıllarda bu partilerin güçlü bir muhalefet yapamamalarını ve sadece durum tespitinden öteye tavırsız bir konumda olmalarını, hem sol değerlerden uzaklaşmalarında hem de sürekli bir hükümete gelme yanılsaması içerisinde gelişen ‘makul bir akıl’da saplanıp kalmalarında buluyorum. Hâlbuki normalleştirilmesi istenen olağanüstü haller rejiminde bizim en son ihtiyacımız olan şey makul bir akıldır.

Minör/Majör Oluşlar

Bugün Kıbrıslı Türklerin özne olma potansiyellerini geliştirmek, edilgen değil etkin oluşların yolunu döşemekten geçmektedir. Seçim meselesi başlı başına majör bir alandır. İster seçime katılın ister boykot edin, kendinizi yine bu majör çekim merkezi etrafında konumlandırırsınız. Seçim manifestoları, sloganlar, ecek-acak / cağız-ceğiz ile biten tüm cümleler majör ifadelerdir ve toplumsal pratiğinizle tutarlı olmadıkları sürece boş ve hoş gönderenlerdir. İçinden geçtiğimiz seçim süreci de bu majör karakterin en yoğun hissedildiği dönemdir. Hâlbuki çok iyi biliyoruz ki seçim dönemi ifade edilen, ortaya atılan ve manifestolarda yazan ifadelerin büyük bir çoğunluğu, seçimler bittikten sonra unutulur, inkâr edilir ya da hiç söylenmemiş gibi yapılır. Seçim bittikten sonra bu majör olanın yanılsaması ve büyüsü de biter. Geriye gündelik hayatın sıkıcı tekdüzeliği ve alışkanlıklar kalır. Önemli olan da bu minör alanlarda ne gibi ilişkiler, ağlar ve oluşlar bir gerçekleştirilebileceğidir. Özgürleşme, sosyal adalet, ekoloji, bağımsızlık ve barış mücadelesine katkı yapacak ilişkiler…

Barış, sosyal adalet ve özgürlük iddiasında olan merkez partiler bugüne dek toplumu ve bireyi dönüştürmeye dair ilişkiler inşa etmekten hep sakındılar. Siyaseti hükumet olmak, sahte bir iktidar içerisinde yer-konum kapmak ve bu şekilde kazanılmış alanları korumak üzerine şekillendirdiler.

Devrimci bir siyaset, bireyin ve toplumun dönüşümü için ortaya bir çaba koyar. Bu çaba sadece siyasal iktidar olmak üzerine değil, hayatın içerisinden ilişkileri ve sabitlenmiş değerleri dönüştürme gayesi üzerinden şekillenir. Bu bize minör alanların, küçük ilişkilerin, deneyimlerin ve kurumların önemini gösterir. Minör alanlardan geçmeyen hiçbir hareket toplumsal ilişkileri içten dönüştürme kapasitesine de sahip olamaz. Kıbrıs’ın kuzeyinde, Kıbrıslı Türklerin özne olma potansiyelini, etkin kuvvetlere dönüşme çabasını güçlü, otonomist, öz-yönetimci, ekolojik ve sosyalist değerler üzerinden şekillenen bir muhalefet hattıyla geliştirebileceğini düşünüyorum.

___________________________________________________________________________

*Ortaya tartışma kaldıran -biraz da provakatif- bir gözlem atmak istiyorum. Kıbrıs’ın kuzeyinde sınıf mücadelesine dair gündemin daha belirgin olması ile Kıbrıs Sorunu’nun gündemden düşmesinin arasında ters bir orantı olduğunu ifade edebiliriz. Veya tersten söyleyecek olursak, Kıbrıs Sorunu gibi sürekli bir sonsuz belirsizliklere gönderme yapan mesele, uzun bir süre Kıbrıs’ın kuzeyindeki sınıfsal çelişkilerin maskelenmesine veya sindirilmesine neden oldu. Bugün Kıbrıs Sorunu’na dair motivasyon ve yakın zamanda bir çözüme dair inancın azalması ile sınıf mücadelesi gündeminin yükselmekte olduğunu görüyoruz. Bu kesinlikle Kıbrıs’ta bir federasyon ve barışa olan ihtiyacın küçümsendiği anlamına gelmesin. Fakat vurgulamak gerekir ki bu yöndeki ezberlenmiş bütünlüklü çözüm paradigmasından da ciddi bir şekilde kurtulmak gerekmektedir.

Not: Boykotçular Meclis’i sistemi benimsemeye yönelik bir yatıştırıcı, boykotu ise sistemi reddetmeye yönelik bir uyarıcı olarak nitelemekte. İlk bakışta şık gibi gözüken bu benzetmenin aslında çok yanlış temellendirildiği açıktır. Parlamento, toplumsal örgütlenmenin, yani toplumsal bedenin bir organıdır. Bir nevi kendi başına bir bedendir. Bu organa veya bedene yatıştırıcı mı yoksa uyarıcı mı atacağınız size bağlıdır. Dolayısıyla meclis yatıştırıcı-boykot uyarıcıdır ikilemi kategorik olarak yanlıştır. Siz bir beden olarak Meclis’i reddedebilirsiniz ama Meclis, Meclis olarak var olmaya, ilişkiler üretmeye ve tahakküm ağları örmeye devam edecektir. Siz onu boykot etseniz de o günü gelince sizi boykot etmeyecektir. Önemli olan bu alanı yanlış bir indirgemeyle yatıştırıcı olarak değil, içine uyarıcılar da atılabileceği bir beden olarak görmektir. Elbette uyarıcıların zaman içerisinde etkisiz hale gelme olasılığı vardır, o zaman da tartışma başka bir boyuta geçer. 

 

Bu haber toplam 3793 defa okunmuştur
Gaile 489. Sayısı

Gaile 489. Sayısı