1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Normal Olmanın Anormalliği Üzerine
Normal Olmanın Anormalliği Üzerine

Normal Olmanın Anormalliği Üzerine

Neyin törpülenmesi gerektiği konusunda ortak bir paydada buluşmak şu an çok mümkün görünmüyor, bu yüzden kişinin kendisine zarar vermedikçe anormalliğin neden törpülenmesi gerektiği sorusunu sormamak mümkün değil

A+A-

 

Doğa Gündüz

gdoga777@gmail.com

Anormal çok sık kullandığımız bir kelime ve biri farklı bir şey yapar yapmaz anormal demek hepimize çok kolay gelir. Peki nedir anormal? Ya da bir şeyi anormal olarak kabul etmemizin asıl nedeni olan ‘normal’ kavramı nedir? (Bu konuyu incelemeye psikiyatri kurumlarına çok büyük bir etki yapan Rosenhan’ın ünlü deneyiyle başlayabiliriz.)

 

Delilerin arasında akıllı olmak

David Rosenhan, 1973 yılında yaptığı deneyde ‘normal’ algımızın ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Rosenhan’ın kendisi de dâhil olmak üzere sekiz ‘sözde hasta’ sesler duyduklarını söyleyerek kendilerine şizofren teşhisi koyulmasını sağlayıp, akıl hastanesine yerleştirilirler. Ancak çok ilginç bir şey olur ve teşhisten sonra geçen günlerde tamamen ‘normal’ davranıp hiçbir belirti göstermemelerine rağmen hastaneden taburcu edilmezler ve en uzunu 52 gün olmak üzere ortalama 19 gün hastanede tutulurlar. En sonunda ‘remisyonda şizofreni’ (hastalığın döngüsünde şizofreni belirtilerinin duraksadığı zaman) teşhisi ile taburcu edilirler. Üzerlerindeki ‘şizofren’ etiketi, yürümek veya not almak gibi gayet sıradan davranışlarında bile davranışlarının hastane personeli tarafından anormal olarak tanımlanmasına sebep olur. Bu deney anormalliğin basit bir etiketten başka bir şey olmadığı durumlar olabildiğini gösteriyor yani, etiketlenen kimse ne kadar normal davransa bile, artık farklı bir perspektiften bakılıp anormal olarak yargılanıyor.

Anormal davranış psikolojide ‘normalden sapan davranışların tümü’ olarak tanımlanır. Fakat bu normal ‘kimin normali?’ sorusunu doğurur. Normlar kültürden kültüre değişkenlik gösterdiğinden ve her kültür bir parmak izi kadar kendine has olduğundan, anormal davranışların paylaştığı ortak bir özellik bulmak zorlaşır. Bu kesinlikle anormal dediğimiz her davranışın bir yerlerde ve bir kimse için normal olduğunu gösterir, örneğin birçoğumuz ölülere konuşmayı ya da sesler duymayı kesinlikle anormal olarak tanımlasak da, günümüzde medyumlar bunu meslek olarak icra eder. Fakat anormal etiketi nerde olursak olalım etiketlenen kişinin toplumdan uzaklaştırılması riskini ortaya çıkarır. Daha da önemlisi etiketin olduğu yerde kendini gerçekleştiren kehanetler (kendimizle ilgili tahminlerimizi doğrulayacak şekilde davranmamız durumu) olduğundan kişinin kendisine olan bakışını da etkiler. 

Tarihteki birçok değerli insan anormal diye etiketlenen ve akıl hastalıklarıyla savaşan insanlardı. Örneğin şu an fikirleri hala altın değerinde olan bir düşünür Frederich Nietszche, şüphesiz ki sıra dışı denilebilecek bir karakter ve hayatının yarısını ağır depresyonla savaşarak geçirmiş bir insandı. Diğer yandan Adolf Hitler de hayatı boyunca ve ölümünden sonra bipolar bozukluk, şizofreni ve psikopati gibi teşhisler koyulmuş bir isim. Zaten gerçekleştirdiği soy kırımından sonra sağlıklı bir kişi olmadığı inkar edilemez bir gerçek.

Hitler örneği üzerinden ilerleyecek olursak, Yahudi soy kırımı tarihte bir kara leke olarak kalırken, kafalarda birçok soru işareti oluşturur. Bu soy kırımın parçası olmuş birçok asker, gestapo ve bu vahşeti destekleyen kesimler normal insanlar mıydı? Bu soruya cevap arayan Amerikalı sosyal psikolog Stanley Milgram sıradan insanların bir otorite figürü etkisi altında iken masum bir kişiye tehlikeli olabilecek seviyede elektrik verip veremeyeceğini gösteren deneyler yaptı. Deneyin öncesinde yaptığı ankette gördü ki kimse sıradan bir kişinin masum birine 300 voltluk bir elektrik vereceğini düşünmüyordu. Fakat katılımcıların tümü 300 voltluk elektriği hiç tanımadıkları ve suçu olmayan bir kişiye verdi ve katılımcıların %65’i ise verilebilecek en yüksek ve ölümcül volta kadar çıktı. Bu da bize gösterir ki bir otorite figürünün emri altındayken en sıradan bir insan bile tanımadığı birinin hayatını riske atabilmektedir. Peki, bu yıkıcı potansiyel insanların çoğunda bulunduğuna göre, bu denli acımasız davranışlara anormal demek mümkün mü? Hem de Hanna Arendt’in de dediği gibi ortada ‘fikre ve zikre direnen kötünün sıradanlığı’ gibi bir gerçek varken. Bu soru ‘anormal davranışın’ istatistiksel sıklık -yani bir davranışı normal yapan şeyi ona ne kadar sıklıkla rastlanabildiğiyle ölçme kriteri- üzerinden cevaplanırsa evet öyle.  Bu açıklama anormalliği ortalamadan sapan davranışlar olarak açıklar, yani çoğunlukta mevcut herhangi bir davranış normal sayılırken sadece azınlıkta olanlar ise anormal olmuş olur. Bu sapmalar normal dağılım denen matematiksel bir yöntemi temel alınarak hesaplanır. Her ne kadar objektif bir değerlendirme olarak sayılsa da bu kriter aslında avantajlı (olumlu) olabilecek bir normalden sapmayı da anomali olarak değerlendirir. Örneğin bu yönteme göre filozof Immanuel Kant, ya da bilim insanı Charles Darwin IQ skorları ortalamanın üstünde olduğundan ‘anormal’ olarak kabul edilebilir. Tarihte idol alınan daha nice figürler de bir noktada normalden saparken, bu aynı zamanda da bizi normal olmanın ne kadar arzu edilir olduğunu sorgulama iter. Bu açıklama kişisel farkları da göz önünde bulundurmaz, örneğin, fiziksel sağlığında sorun yaşayan biri vaktinin çoğunu yatakta geçirirse bu onun durumu için normal olsa da genele bakıldığından anormal etiketi alır.  İstatistiksel açıklamanın bu zayıflıkları bizi farklı açıklamalara daha da yaklaştırıyor. İnsan aklı kendine has bir mekanizmadır ve dünya üzerindeki herkeste de bir noktada mutlaka farklılıklar gösterir. O yüzden negatif bir çağrışımı olan anormal tanımı kim için ve hangi davranış için kullanırsa kullanılsın o kişinin olumsuz bir damga alma ihtimalini doğurur. Yüksek zekâ örneğinde de olduğu gibi, olumlu bir fark olsa da bu anormallik olarak nitelendirildiği anda çağrışımı olumlu olmaz. Bu yüzden anormalliği daha farklı kriterler üzerinden ilerleyen açıklamaları göz önünde bulundurmak gerekir, peki hangi açıklamalar anormalliğe farklı bir açıdan bakar?

 Rosenhan ve Seligman (1989) anormalliği tanımlarlarken, bir grup kriter üzerinden ilerler ve davranışın normal olup olmadığını değerlendirirken kişinin kendine olan etkisi de  göz önünde bulundurur.  Bu iki psikolog, ‘Yeterince işlev görememe’ diye adlandırdıkları bu davranışlar bütününü yedi ölçüt üzerinden değerlendirir. Örneğin, sürekli acı çekme hali içinde olmak anormalliğin temel özelliklerinden biri olarak belirtilir. Uyumsuzluk ise bir diğer temel ölçüttür. Uyumsuzluk derken, bireyin hayatını düzgün bir biçimde devam ettirmesini zorlaştıran ve hedeflerine ulaşmasını engelleyen davranışlardan bahsedilir. Mantıksızlık ve anlaşılmazlıkdan da anormalliğin bir özelliği olarak bahsedilir; kişinin başkaları tarafından anlaşılıp, sebebi anlaşılamayan davranışlarını anlatan bir kavram olarak kullanılır.  Bunlar gibi anormalliği bireysel düzeyde inceleyen kriterler olsa da sosyal düzeyde de anormal davranışı belirleyen kriterler var. Mesela, anormal davranışların gözlemciyi rahatsız eden bir algılanışı olduğu söylenir. Ayrıca ahlaki ve sosyal standartları ihlal eden şekillerdeki davranışlar da anormal olarak tanımlanır. Günümüzde ahlaki standartlar sürekli bir değişim içinde olup, bu standartların yorumlanma biçimi farklılık gösterir, çoğu zaman toplumun ahlaki standartlarının dışında kalan ve tartışmaya açık olmayan davranışlar ortam ve durum değişince kabul edilebilir olur. Örneğin adalet küresel bir ahlaki değer olsa da adalet sistemleri farklılık gösterdiği için bir toplumca kabul edilemeyecek olgular diğer toplumların hukuk sisteminde var olabilmektedir. Evrensel insan hakları beyannamesinin üçüncü maddesinde herkesin yaşam hakkı olduğu söylenir, fakat günümüzde birçok ülkede idam cezası hala uygulanmaktadır. Bu, yaşam hakkını insan hakkı olarak gören birçok adalet sisteminin tarafından bakarsak adalet sisteminin anomalisi olarak nitelendirebilir mi?  Aynı denklem bireylere uygulandığında, her ne kadar bir kişiye anormal diyebilmek kolay ve keskin gözükse de, bizi Herakleitos’un ‘Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir’ sözüne getiriyor. Yani en keskin yargılar ve standartlar bile günden güne, kişiden kişiye, toplumdan topluma ve zamandan zamana değişimden kaçamaz.

Peki bu standartları ideal yapan özellikler var mıdır? Nasıl davranan bir insan ideal davranışa sahip olur? Gene bir başka Amerikalı psikolog olan Abraham Maslow birinin kendi potansiyelinin tamamına ulaşmasını tanımlayan bazı özellikler sıralayarak, bunu bir açıklayan bir kuram ortaya koyar. Maslow, insanın ihtiyaçlar hiyerarşisinin en üstüne koyduğu, kendi potansiyelinin tamamına ulaşılması haline kendini-gerçekleştirme der ve bu hal hiyerarşinin en üstünde olduğundan, herkes bu noktaya ulaşamayabilir. Maslow’a göre, kendi potansiyeline ulaşabilmiş insanların ilk özelliği başkalarını tüm kusurlarıyla ve olduğu gibi olarak kabul edebilmektir. Aynı zamanda bu kişiler bağımsız ve birinin otoritesi altında olmadan da çalışabilir. Bunun yanında başka insanlarla derin ve sevgi dolu bir ilişki kurabilmek de onların sahip olduğu özelliklerden biridir. Hayattaki en sıradan ve günlük olaylara bile minnet duyabilmek de kendini gerçekleştirebilmenin bir karakteristiği olarak sayılır. Ayrıca, bu kişiler fikirlerini oluştururken ait oldukları kültüre ya da çevrelerine bağımlı kalmazlar ve hayata bir görev bilinciyle bakabilirler. Hayata bir görev bilinciyle bakabilmek onların kendilerinin ötesinde bir amaçlarının olabilmesini sağlar. Albert Einstein’ın kendi potansiyelime ulaşabilmiş bir insan olduğu söylenir. Ölümünün üzerinden yarım asır geçmesine rağmen, en büyük zekalardan biri olarak anılan Einstein bu sıfata gayet layık görünür. Fakat hepimizin bildiği gibi, Einstein diğer arkadaşları gibi okula uyum sağlamayı başaramıyordu. Konuşmayı normalden daha geç öğrenmişti. Sonradan üstün zekâsı ortaya çıkana kadar başarılı bir öğrenci de değildi. Albert Einstein’ın sıra dışı olduğu da itiraz edilemez bir gerçek. Yani kısacası normal biri değildi. İstatistiksel sıklık açıklamasından bakarsak üstün zekalı olduğu için ve uyum sağlama zorluğundan dolayı da Rosenhan ve Seligman’in bakış açısından bakılırsa normal değildi. O zaman ideal, tam potansiyeline ulaşmış birinin de standartlara sıkışmış normal biri olmasına gerek olmadığı da rahatlıkla söylenebilir.

Anormallik tanımlamalarının kesişim noktaları olsa da görüldüğü üzere, bir kavram kargaşası söz konusudur. Anormalliklerin törpülenmesi gereken özellikler olarak algılandığı günümüzde, neyin törpülenmesi gerektiği konusunda ortak bir paydada buluşmak şu an çok mümkün görünmüyor, bu yüzden kişinin kendisine zarar vermedikçe anormalliğin neden törpülenmesi gerektiği sorusunu sormamak mümkün değil. Tabii ki akla gelen ilk cevap anormal bir davranışın bir kimsenin kendine zarar vermese de topluma ve etrafındaki diğer insanlara zarar verebileceği ihtimali olur. Fakat zaten içinde bulunduğu topluma zarar verecek davranışta bulunan birisinin, dışlanma ve toplumdan izole edilme gibi cezalarla karşılaşması olasıdır, bu da yine o kişinin kendisine zarar vermektedir ve anormal davranışın düzeltilmesi gereksiniminin bu noktadan doğması gerekir. Birinin standardın dışında kalıyor diye negatif biçimde etiketlenmesi topluma sadece zarar vermektedir. Bu durumda anormalin toplumda olmaması gerektiği algısını haksız çıkaran birçok isim ve durum varken normalin ideal olduğu düşüncesi ise rafa kalkması gereken bir düşünce haline gelir.

 

Bu haber toplam 4300 defa okunmuştur
Gaile 480. Sayısı

Gaile 480. Sayısı