1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. KAÇIRDIĞIMIZ FIRSATLAR, KIRILAN UMUTLAR…
KAÇIRDIĞIMIZ FIRSATLAR, KIRILAN UMUTLAR…

KAÇIRDIĞIMIZ FIRSATLAR, KIRILAN UMUTLAR…

Yaşadığımız coğrafya tuhaflıklarla ve bedelini gençler başta olmak üzere halkların ödediği kaçırılmış fırsatlarla dolu bir tarihe tanıklık ediyor on yıllardır. Bütün sorunların çözümü şuracıkta dururken, çözüme ulaşmaya bazen kıl payı yaklaşmışken her şey

A+A-

Yaşadığımız coğrafya tuhaflıklarla ve bedelini gençler başta olmak üzere halkların ödediği kaçırılmış fırsatlarla dolu bir tarihe tanıklık ediyor on yıllardır. Bütün sorunların çözümü şuracıkta dururken, çözüme ulaşmaya bazen kıl payı yaklaşmışken her şey bir anda tepe taklak oluyor ve yüreğimizi hoplatan çözüm ihtimali yerini derin bir düş kırıklığına bırakıyor.

Bir büyük sorunun çözüm fırsatını 2004’te kaçırışımız hala anılarımızda taptaze duruyor. Kıbrıs’ta çözüme tarihin hiçbir evresinde yaklaşmadığımız kadar yaklaştığımız bir anda, 24 Nisan 2004’te Rum milliyetçiliğine teslim olan AKEL’in kuşaklar boyunca affedilmeyecek hatası sonucu çözümün eşiğinden dönüverdik.

Bütün koşullar hazırdı oysa. Kimseyi mutlu etmeyen, en iyi çözümsüzlükten çok daha iyi bir çözümü getirecek olan Annan Planı Güney’in bir çırpıda “OXI” (Hayır) deyişiyle tarihe karıştı. O dönemde Kıbrıslı Türklerin ve bir avuç Rum barış yanlısının yürüttüğü canhıraş mücadeleyi hatırlıyorum. Zordu, çok zordu iki tarafın kör milliyetçiliğine rağmen “Barış! İnadına barış!” diyebilmek. Hele ki AKEL gibi bir partinin bile ikna edilmesi için verilen çabalar daha da ağırdı. Kör milliyetçilik zaten kendisinden bekleneni yapıyordu ama ya “sol” bir parti olduğunu ileri süren AKEL?

Kıbrıs’ta benzer bir momentum bir daha ne zaman yakalanır bilinmez. Ama varsayalım yarın yakalansa bile geride bırakılan kaybedilmiş 7-8 yıl ne olacak? Kıbrıslı Türklerin ve bir avuç barışsever Rum’un “Birleşik Federal Kıbrıs”ta yaşama düşlerinin paramparça edildiği bu kayıp yıllar ne olacak?... Kaldı ki köprülerin altından çok sular aktı. 2004 ruhunu besleyen güven ve kararlılık ortamı şimdi o kadar uzak ki…

Şimdi bunları düşünürken Kürt sorununda gelinen akıl almaz noktayı benzer bir acıyla izliyorum. Kürt sorununda çözüme en fazla yaklaştığımızı düşündüğümüz bir anda ortalığı kan revan hale getiren çılgınlık bugüne kadar elde edilen bütün kazanımları heba edecek yepyeni bir süreci başlattı.

12 Haziran seçimlerinin aslında tek bir sonucu vardı: sivil ve demokratik bir anayasanın kapısına dayanmak! Geride bıraktığımız yıllarda yaşanan tüm acıların en temel nedenini hepimiz biliyorduk çünkü…

12 Eylül rejiminin kalıcılığını sağlayan Anayasa! Toplumun her kesimi 12 Eylül Anayasasının ceberrutluğundan payını aldı. Solcular, Müslümanlar, Kürtler başta olmak üzere bütün etnik gruplar, Aleviler ve diğer herkes!

Toplum 12 Haziran seçimlerine sivil demokratik anayasayı hazırlayacak bir parlamento umuduyla gitti. Talih öyle güzel bir manzara koydu ki önümüze, sivil-demokratik Anayasa oluşturmayı “asli sorumluluğu” olarak kabul ettiğini açıklayan ve bu sözle seçime giden AKP’ye de, sivil-demokratik Anayasaya en fazla ihtiyaç duyan kesimlerin başında gelen Kürtlere de, CHP’ye de, MHP’ye de temsil olanağı sağlayan bir parlamento oluştu.

Umutlandık! İlk kez 12 Eylül Anayasasından ilk kez topyekûn kurtulma fırsatını sağlayacak bir parlamento oluştuğu için… İlk kez Kürtler kendi kimlikleriyle parlamentoda temsil edilme hakkını elde ettikleri için… İlk kez toplumun her kesiminde yeni sivil-demokratik bir anayasa ihtiyacı konusunda mutabakat sağlandığı için…

Ama “iyi saatte olsunlar” giriverdi devreye hemen. Önce 5 Kürt milletvekilinin Meclise girmesinin önü kesildi. Ardından yemin krizleri patlak verdi.

Yine de iyimserdik, İmralı “ciddi ve üst düzey müzakerelerin sürmekte olduğu ve hatta çok önemli ilerlemeler sağlandığını” açıklamıştı çünkü. O kadar ki, 8 Temmuz günü “ateşkes için belirtilen 15 Temmuz tarihinin anlamının kalmadığı, devletle anlaşmaya varıldığını, bir barış konseyi kurulacağını, her şeyin yolunda olduğunu” bile söylemişti Öcalan.

Şurası çok önemli: Öcalan’ın “her şey yolunda, barış konseyi kuruluyor, 15 temmuz tarihinin anlamı kalmadığı” dediği günlerde Kürt Milletvekillerinin meclise girme sorunu hala çözülmemişti. KCK operasyonları hala sürüyordu… Yani Öcalan bütün bu “olumsuzluklara rağmen” yürütülen müzakereler konusunda iyimser ve kararlı bir tutum sergiliyordu…

Ve ne olduysa oldu, Öcalan’ın bu açıklamayı yapmasının ardından sadece 6 gün sonra, 14 Temmuz’da PKK Silvan saldırısını gerçekleştirdi. Aynı gün içerisinde 13’ü asker 20 genç insan toprağa verildi. Aynı gün Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Diyarbakır’da “Demokratik Özerklik” ilan etti.

Kandil, çok açık biçimde Öcalan’ın “çözümün eşiğindeyiz, barış konseyi kuruluyor, 15 Temmuz artık çatışma tarihi olmayacak” açıklamasını tanımadığını ilan etti. Kandil’i izleyen DTK ve BDP “Demokratik Özerklik” ilanı ile aynı tavrı takındı.

Türkiye’nin hemen Eylül ayından itibaren sivil-demokratik bir Anayasayı tartışmaya başlayacağı bir dönemde kendi kendine “demokratik özerklik” ilanı başlı başına bir tuhaflıktı zaten.

Zira “inkâr ve imha politikası dönemi açık ve kesin olarak bitmiştir” diyen bir Erdoğan ve “her konuyu müzakereye açığız” diyen AKP’ye, hiç olmadığı kadar meşruiyet kazanmış Kürt Kimliğine ve haklarına rağmen yeni sivil-demokratik Anayasa sürecine katılmak yerine Diyarbakır’a çekilip “demokratik özerklik” ilan etmenin açıklanabilir, anlaşılabilir hiçbir yanı yoktu.

Kimse kalkıp “operasyonların sürdüğünden” söz etmeye kalkmasın. Öcalan’ın “çözümün eşiğindeyiz” dediği 8 Temmuz’da da operasyonlar sürüyordu zaten ve Öcalan buna rağmen “15 Temmuz anlamsızlaştı” demişti.

Gözden kaçırılmaya çalışılan bir gerçek daha var: Öcalan 28 Temmuz’da “ben artık devrede değilim” dediği açıklamasında “her iki tarafa da” açık ve net bir mesaj verdi. İlk kez doğrudan ve tek başına “devleti” suçlamadı. Hem devlet içerisindeki şahinlere hem de çok net biçimde Kandil’e “madem böyle, o halde ne haliniz varsa görün” dedi… Görüşme notları ortada duruyor.

14 Temmuz’dan itibaren PKK saldırıları artarak sürdü. Gelişmeler, PKK’nın devlet içerisindeki şahinleri harekete geçirmeyi hedeflediğini düşündürüyor fazlasıyla. Nitekim istenen oldu… Erdoğan ve AKP “şahinlerle” kol kola girdi. Ve Kürt sorununda yakaladığımız tarihsel fırsat kim bilir hangi bahara kadar buzdolabına giriverdi…

Her şeye rağmen hala umut var. Her gün 7-8 insanımızın kaçırıldığı, öldürüldüğü, oluk gibi kan akmaya başladığı bir ortamda TBMM derhal toplanmalı, BDP’li milletvekilleri derhal Meclise girerek yemin edip göreve başlamalı ve derhal sivil-demokratik Anayasa hazırlıkları başlamalıdır.

Ama öncelikle PKK saldırılarına son vermeli, Devlet de operasyonları derhal durdurmalıdır. Türk ve Kürt milliyetçiliğine teslim olmaya yatkın aklımızı başımıza devşirip “şiddet karşısında” birlikte tavır koymalıyız. PKK’ya “artık bir durun” diyecek Kürtlerin sayısı, en az “AKP’yi ve TSK’yı eleştirebilen” Türkler kadar çoğalmalıdır artık.

Ellerimizden kayıp giden barışı yakalama şansını belki bu şekilde bulabiliriz…

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1420 defa okunmuştur