1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. ISSIZ ÖLÜM!..
ISSIZ ÖLÜM!..

ISSIZ ÖLÜM!..

Kıyıya vuran denizdeki dalga gibidir yaşam. Bazen hırçınlaşır bazen de sessiz ve sakin kumlara dem vurur, anlık zaman süreçlerinde… Dalga gelip geçtiğinde kumda veya kayalıklarda izler kalır okunası, üzerine hikâye yazılası… Sartre’ın sö

A+A-

 

                                                                                    

Kıyıya vuran denizdeki dalga gibidir yaşam. Bazen hırçınlaşır bazen de sessiz ve sakin kumlara dem vurur, anlık zaman süreçlerinde… Dalga gelip geçtiğinde kumda veya kayalıklarda izler kalır okunası, üzerine hikâye yazılası… Sartre’ın sözünü anımsayalım: İnsan, öznel bir yaşamı olan, bir tür yosun, bir mantar ya da karnabahar olmayan bir projedir. Varoluşu ancak amaçladığı şey olunca elde eder. İnsan öncelikli olarak kendini seçer, bununla birlikte aslında gerçekte tüm insanlığı seçmiştir. Kumda ve kayalıklarda kalan yaşam izleri, bu bağlamda, hem kendisi, hem de yaşanmışlıklarına sığdırdığı insanlara ait imgelerle donanmıştır. Gideceğiniz yolda atacağınız adımı seçmek tercih meselesidir. Sözü sanata bağladığımızda: bir sanatçının resim yaparken a priori (belirlenmiş kurallara) uymamakla suçlu halde görülmesi mümkün müdür? Picasso ile Sartre’ın soruyu yanıtladığını söylemeliyim. Galiba en güzel yanıt da budur: Picasso’nun bir tuvali üzerinde tartışırken, kompozisyonun olduğu halde resim yapılırken geldiğini ve sanatçının yapıtlarının onun yaşamının parçası ve yükü olduğunu anlarız.

Şimdi bir sanatçının yapıtlarından, daha doğru bir deyişle, yaşamöyküsünün gizemli satır aralarından sıyrılarak hedefe kendimizi koyalım: İnsan kendisini içine aldığı örgütlü bir durumda bulur. Seçim yapmaktan kaçınmaz ve etrafında olan herkesi içerdiği gibi bu seçim, ayrıca evrensel bağlamda düşünüldüğünde de tüm insanlığa aittir. Evlilik dediğimizde: ya tekil kalmalıdır insan ya da çocuk sahibi olmadan evlenmelidir veya evlenip çocuk yapmalıdır. Her koşulda sorumluluk almamak imkânsızdır.

İnsanın yaşamını sonlandırma hakkı var mıdır?

Dünyanın kapısını vurup gitme hakkı!

Yaşamla ilgili kısa düşünce anımsamalarıyla birlikte, zamanda geriye dönüşe başladım. 1999 yılına doğru uzanmak geldi bu hafta içimden. YKY çıkan, Sanat Dünyamız Dergisi’nin eski sayılarını karıştırırken bir makaleyi gözden kaçırdığımı fark ettim. Elif Gökteke’nin çevirisiyle, Claudine Legardnier’in  Bernard Buffet’yi Anlamak yazısını okudum. Bernard Buffet’ye daha önce de, bu sayfalarda, başka bir yazı içeriğinde değindiğimi söylemeliyim. Buffet başına bir naylon torba sararak 1999 yılında intihar etti. Resim yapmayı çok sevdiği için yaşamayı sürdürdüğünü söyleyen bir ressamdı. Onu intihara kadar sürükleyen neden ise, sanatçıyı resim yapamaz hale getiren Parkinson hastalığıydı. Sanat çevreleri tarafından pek fazla sevilmeyen sanatçının en önemli özelliği belki de Fransa’daki muhafazakâr bir burjuva çevresi ve bir de Japonların resimlerinin en önemli satın alıcıları olmasıydı. Her yıl düzenli olarak sergilerini açar ve o dönemdeki eleştiri yazarlarının tabirine göre hasatını toplardı. Para veya pazarın değimiyle kapital onun için hiçbir zaman önem taşımadı. Issız, insansız resimlerinin arkasında resme tutkuyla sarılan ve resim yapamaz hale gelince de trajik bir sonla hayatını sonlandırabilme cesareti gösteren kişiliğinin olduğunu söylemek gerek, bu sanatçının hikâyesinde. Her ne kadar resimlerinin önemli bir piyasası olmasına karşılık karamsarlığa gömülen bir kişilik sergilemesine rağmen.

Enis Batur İmgeleri Kim Dinler? kitabında Buffet için bir yazı kaleme almıştır. Yazar, sanatçının yapıtlarıyla 1973 yılında karşılaştığını söylerken aynı zamanda da hiçbir vakit bir Buffet meraklısı olmadığını da açıkça dile getirir. Ressamlığının ve dünyasının basmakalıp bir nefret, itki ya da tepkiyle ele alındığı kanısındadır. Issız ve insansız resimlerinin ağırlık kazandığı sergisi üzerine Batur’un iki farklı yazısı daha vardır. Benim ise en çok kendime yakın bulduğum resimleri soytarı, palyaço, sirk üçgeni konulu olanlardır.  Yakın bulduğumu söylerken temkinli davrandığımı dikkatli bir okuyucu gözden kaçırmayacaktır. Yargılama, özellikle de önyargıya dayalı direkt saldırgan cümle öbeklerinden ve haletiruhiyeden uzak kalmayı tercih ederim. Bu tercih öncelikle kendimi ve daha sonra da okuyucuyu kapsar. Diğer bir deyişle eğitmenliğin verdiği bilinçli temkinle sorumluluktur. Çünkü tercihlerimizle belirlenen söz veya eylem hallerinin inşa ettiği sorumluluk bedeni bizim sandığımızdan daha büyüktür ve düşünce haznesinin engin sularını kaplar, sarar: Buzdağı’nın altındakiler görünene kadar, işi ağırdan almak en iyisidir insan yaşamında.

Enis Batur’u tanımıyorum ve fakat onun yazılarından çok şey öğrendiğimi söylemeliyim. Kendi tercihlerimizle yaratım ve yenilik yapmamız ise sorumluluk alanının sınırlarını bilmekle ilişkilidir. Tıpkı sanatla ahlak arasındaki ortaklık kümesinde olduğu gibi… Picasso’ya değinirken son cümle şöyleydi: yapıtlarının onun bütün yaşamının parçası ve yükü olduğunu anlarız. İşte varmak istediğim nokta,  yazının özünde kendiliğinden ortaya çıktı: yaşamda erken kalkan zararla oturur sözünden hareketle ağırdan almak galiba en iyisi! Bir tür sorumluluk diyelim! Ancak kendimi donatarak insanı donatabilirim!

Sizce “sanatçı kimdir?” sorusuyla, bu haftalık da benden bu kadar, diyerek bitirmek istiyorum. Bence sanatçı yarattığını yok edebilen, yaratamaz duruma geldiğinde trajik sonu bir naylon torba ile paylaşabilen ve her şeye rağmen inandığı yoldaşıyla yani yapıtıyla tek göz bir odada son nefesini verebilendir. Herkes istediği gibi tanımlayabilir soruyu!.. Auguste Rodin ile yapılan çoğu söyleşiler kimi zaman tartışmayla, kimi zaman da polemiğe dönüşmüştür. Ama onun şu cümlesi tartışma götürmez bir gerçektir: “Sanatçı, görünüşlerin altındaki iç gerçekleri görür.

Yine de herkes dilediği gibi değerlendirmekte, konumlamakta ve yargılamakta kendi tercihini kullanır.

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1257 defa okunmuştur