1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (35)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (35)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (35)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (35)

A+A-

Niyazi Kızılyürek

[email protected]

Doktorama bitirdikten sonra o dönemdeki yasaya göre 7 yıl yurt dışında yaşamak ve çalışma koşuluyla bedelli askerlik hakkından yararlanabileceğim için işlemleri başlatmak üzere Kıbrıs’ın kuzeyine uçtum. Hava alanına iner inmez sivil polislerin takibi yeniden başladı ve adadan ayrıldığım güne kadar devam etti. Bir seferinde beni izleyen sivil polis yemek yemek için uğradığım lokantada iyice dibime sokulmuştu. Sadece nereye gittiğimi bilmek değil, ne konuştuğumu da öğrenmek istiyorlardı. İçimden ona bir içki ısmarlamak geçti. Teklif ettim, fakat teklifime ne dediği anlaşılmayan sesler çıkarıp homurdanarak yanıt verdi. Belli ki, beni takip ettiğini anladığımdan çok rahatsız olmuştu. Bir süre sonra bedelli askerlik işlemlerini halletmek için Asal Şube’ye uğradığım. Güney Kıbrıs’a gittiğim günden beri ne zaman kuzeye uğrasam ve askerlik için Asal Şube’ye gitsem, mutlaka görev başındaki komutanın beni şahsen görmek istediği söyleniyordu ve beyaz gömlekli gri pantolonlu memur-askerler bana komutanın odasına kadar refakat ediyordu. Komutan beni her zaman büyük bir kibarlıkla karşılıyor, çay-kahve ikram ediyordu. Masasında duran dosyamın içinde şahsımla ilgili bütün bilgiler ve konferanslarda yaptığım konuşmalar yer alıyordu. Nerede ne demişsem, hepsi yazılıydı. Bunu, komutanın bana belli edercesine doya sayfalarını çevirmesinden anlıyordum. Sık sık karşılaştığım soru şuydu: “siz Güney Kıbrıs’ta yaptığınız konferanslarda Kıbrıslı Rumları eleştiriyorsunuz, burada ise Kıbrıs Türk liderliğine yükleniyorsunuz, neden?” Bu sorunun yanıtını meslek itibarıyla körü körüne taraf olmak durumunda kalan bir askere anlatmak hiç kolay değildi: “Güneyde Türkleri, Kuzeyden de Rumları eleştirmek kolaydır. Ancak beni ilgilendiren sahici bir diyalog kurmaktır, kınamak değil. Kıbrıslı Rumlara karşı sahici olmak istiyorum. Benzer biçimde Kıbrıslı Türklere karşı da. Hiç kimsenin tek taraflı olarak mağdur veya fail olduğuna inanmıyorum. Bu yüzden de eleştirilerimi iki tarafa da yöneltiyorum”. Bu türden sözlerimin bir etkisi olup olmadığını bilmiyorum ama her seferinde karşılıklı saygıya dayalı bir sohbet ortamı oluyor, sonra da hiç bir sorun yaşamadan adadan çıkış izni alıyordum. Bir seferinde “ben katile benziyor muyum” diyerek beni şaşırtan bir soru sormuştu. Şaşkınlığımı anlayınca, dosyanın sayfalarını karıştırmaya ve bir konferansta söylediğim sözleri okumaya başladı. Askerlere “potansiyel katiller diyorsunuz” diyerek gözlerini gözlerimin içine dikmişti. Atatürk’ün sözlerini hatırlattım: “savaş zorunlu olmadıkça cinayettir” ve ekledim, “güç ve iktidar tutkusu, fanatik milliyetçilik, ekonomik çıkarlar ve daha bir sürü neden yüzünden haksız savaşlar yapılıyor, bu savaşlar elbette cinayet sayılabilir. Ben bunu kastettim” dedim.
     O gün Asal Şube’de durum biraz farklıydı. Askerliğimin ertelenmesi ve bedelli askerlikten (7 yıl sonra) yararlanabilmek için doktora tezimin Milli Eğitim bakanlığı tarafından onaylanması gerekiyordu. Asal Şube’deki memurlar ve komutan öyle söylemişlerdi. Eğitim bakanlığına gittiğimde korkunç bir tablo ile karşılaştım. Müsteşar Bey tezimi tanımak, kabul etmek istemiyordu. Bin bir zorluk çıkarıyordu. “Sen aleyhimize yazıyorsun, biz senin diplomanı tanıyamayız” diyen Müsteşar’a laf anlatmanın mümkün olmadığını anlayınca, yeniden Asal Şube’ye döndüm ve bakanlığın diplomamı tanımak istemediğini söyledim. Görevli komutan müthiş öfkelenmişti. “Onları telefonla arayacağım” diyerek beni yeniden Eğitim bakanlığına gönderdi. Bakanlığa gittiğimde bu sefer kapıda karşılandım. Doktora tezim hemencecik tanındı ve bedelli askerlik yasasından yararlanmaya hak kazandım. Eğitim bakanlığındaki görevliler o kadar kişiliksizdi ki, “biz askerin sana zorluk çıkarmamızı istediğini düşündük, kusura bakma” dediler. Kıbrıs’ın kuzeyindeki durum böyleydi. Kıbrıs Türk bürokrasisi askerlerin ağzına bakıyordu. Ezber bozucu bir durumla karşılaştıkları zaman ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Fakat bir şeyi gayet iyi biliyorlardı: askerin lafının üzerine laf edilmezdi. Köle ruhlu bürokratlar askerin talimatı üzerine beni saygıya karşılamışlardı. Ters yönde bir uyarı gelseydi hayatımı cehenneme çevirmeye hazırdılar. Asal Şube’de görevli komutanın bana neden yardımcı olduğunu hep merak etmişimdir. Bu sorunun yanıtı üzerinde epeyce düşündüm ve anladım ki, siz kendinize saygı duyarsanız, ihtimaldir ki size başkaları da saygı duyar. Kıbrıs Türk elitleri 1974 sonrasında Türkiye karşısında öz-saygılarını bütünüyle yitirdikleri için ciddiye alınmıyorlardı ve bundan gocunmayacak kadar da kişiliksizleşmişlerdi…    
Londra’ya döndüğümde beni güzel bir sürpriz bekliyordu. Camden Belediyesi kendi sınırları içinde yaşayan Kıbrıslı göçmenlerin ihtiyaçları konusunda bir araştırma projesi hazırlamış, projeyi benim yönetmemi teklif etmişti. Bu, doktoram biter bitmez iş sahibi olmam demekti ki, buna fazlasıyla ihtiyacım vardı. Lisans üstü tahsilimin son iki yılında bursum bittiği için epeyce zorluk çekmiştim. Toplum Postası gazetesine yazdığım yazıların karşılığında tek kuruş kazanmadığımdan, çeşitli işler yapmak zorunda kalmıştım. Hackney Toplum Merkezi’nde Yaşlılar Projesinde part-time olarak çalışıyor, yaşlı amca ve teyzelere yemek veriyordum. Sağda solda garsonluk yaptığım da oluyordu. Şimdi nihayet sevdiğim ve para kazanacağım bir işim olmuştu. Ne var ki, projenin bana verildiği duyulur duyulmaz yoğun tepkiler yağmaya başladı. Sadece Camden Belediyesi sınırları içinde bulunan Kıbrıs örgütlerinden değil, Londra’da örgütlü neredeyse bütün Kıbrıs derneklerinden itirazlar yükseliyordu. Üstelik, protesto edenler sadece Kıbrıslı Rumlar değil, Kıbrıs Türk örgütleri de işe alınmama tepki gösteriyorlardı. Milliyetçi Kıbrıslı Rumlar işi o noktaya getirmişlerdi ki, gazetelerde başımda fesle karikatürlerim yayınlanıyor, beni “Türk Ajanı” olmakla suçluyorlardı. “Federal Kıbrıs Hareketinin” kurucularından ve “Anti-Helen” olduğum, “Kıbrıslılık Bilinci” yaydığım ileri sürülüyordu. Paşalar Papazlar başlıklı kitabımın kapak resmini yorumlayıp “Başpiskopos’u Hocanın altında gösterme terbiyesizliğini yaptığım” vurgulanıyordu. Kıbrıs Türk derneklerinin gözünde ise “Rumcu” olduğum için bu projeyi ben yönetmemeliydim. Kıbrıs Türk Dernekleri Başkanı Camden belediyesine yazdığı mektupta beni “Rumlardan yana taraf olmakla” suçluyordu.
Çok zor şartlar altında çalışmaya başladım ve altı aylık bu projeyi tamamlayana kadar epeyce hırpalandım. İşim gereği, belediye sınırları içinde yaşayan Kıbrıslıların ihtiyaçlarını saptayacak ve çözüm önerilerinde bulunacaktım. Çoğunluğu Kıbrıslı Rumlardan oluşan Camden Kıbrıs toplumunda ciddi sorunlar yaşanıyordu. Kuşaklar arasında adeta uçurum vardı. Gay ve lezbiyenler büyük sıkıntılarla karşı karşıyaydılar. Genç sanatçılarla muslukların başını önceden tutmuş olan “toplum-aktivistleri” arasında büyük gerginlik vardı. Kıbrıslı Türk ve Rum sanatçıları bir çatı altında buluşturup, birlikte sanat etkinlikleri düzenlemelerine yardımcı olmayı denedim. Fakat ne mümkün! Camden’da yıllardan beri belediye parasıyla oyun sahneleyen Tiyatro Technis buna itiraz ediyor, feodal beyliğine kimseyi sokmak istemiyordu. Genç Kıbrıslı Rum ve Tük tiyatro sanatçılarına kapıyı sıkı sıkıya kapatmış, ne ortak iş yapıyor, ne de denetlenmeyi kabul ediyordu. Parasını kesmekle tehdit edilince, büyük gürültü koparıyor ve beni her tarafa jurnalliyordu. Kıbrıs Rum basınında Camden’daki “Türk Ajanından” söz eden yazılar çıkıyordu. Sonunda genç Kıbrıslı Rum ve Türk sanatçılarla bir toplantıda bir araya gelmeyi kabul etti ama bu sefer de “bayrak krizi” yaşadık. Tiyatro-Technis yetkilileri toplantı salonuna Kıbrıs bayraklarının asılmasını şart koşuyordu. Biz buna itiraz ediyorduk. Kıbrıs bayrağının bir sanat toplantısında ne işi vardı? Kıbrıslı Türkler bir yana, buna toplantıya katılan Kıbrıslı Rumlar da itiraz ediyordu. Kıbrıs bayrağı Kıbrıslı Türklere bir anlam ifade etmiyordu. Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğu zaman Kıbrıs bayrağına hiç kimse sahip çıkmazken ve her tarafta Yunan bayrakları asılıyken, Kıbrıslı Rumlar 1974 sonrasında Kıbrıs bayrağını keşfetmişler, şimdi de bunu Kıbrıslı Türklere dayatmak istiyorlardı. Tiyatro Technis’in yöneticilerine bunun olamayacağını söyledim. Kıbrıs bayrağı 1960’ta taşıdığı anlamı taşımadığını, bu bayrağın sadece Kıbrıslı Rumlar tarafından, onların da ancak yarısı tarafından benimsediğini uzun uzun anlattım. Bunun üzerine yer yerinden oynadı. “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sembollerini tanımadığım”, “Türk propagandası yaptığım” bol bol yazılıp çizildi.
Bütün zorluklara karşın bir şeyler yapma konusunda hevesliydik. 1991 yılının yazında Britanyalı Kıbrıslı Türk ve Rumların ortak girişimi ve Camden belediyesinin desteği ile büyük bir Barış Festivali düzenledik. Rose Daily, Marios Tokas gibi ünlü sanatçıları ve Türkiye’nin tanınmış müzik grubu Yeni Türkü’yü Camden’a çağırdık. Düzenlediğimiz konferans ve açık oturumlara Peter Loizos, Floya Anthias, Zenon Stavrinidis gibi bilim insanlarını ve Kıbrıs’tan barış aktivistlerini davet ettik. Neşe Yaşın’ın “Yurdunu Sevmeliymiş İnsan” şiirini Yunanca olarak besteleyen Marios Tokas’ın Neşe ile birlikte sahne alması ve şarkıyı iki dilde okumaları etkinliğe katılan herkesi oldukça heyecanlandırmıştı. Genel olarak başarılı bir festival olmuştu. Ne var ki, iki toplumun milliyetçileri ateş püskürüyorlardı. Ayrılıkçı Kıbrıs Türk milliyetçileri Kıbrıslı Rumlarla bir araya gelmeyi bile “vatan hainliği” sayıyorlardı. Kıbrıs Rum milliyetçileri ise en az Kıbrıslı Türk milliyetçiler kadar absürd argümanlarla konuşuyorlardı. Kimileri açtığımız fotoğraf sergisinde Kıbrıslı Türk sanatçıların fotoğraflarının neden Rumlarınkine eşit sayıda olduğunu soruyor ve Kıbrıslı Türklere %18’lik “katılım hakkı” tanıyordu. Kimileri ise felaket saydıkları edilmez “iki toplumlu-iki bölgeli federal devlet” fikrini yaymak için bu festivalin düzenlendiğini ileri sürüyordu. Kimileri de barış festivalinin “düpedüz Türk propagandası olduğunu” yazıyordu.
Kıbrıs’ın milliyetçiliklerin ülkesi olduğunu elbette biliyordum. Fakat diasporada yaşayan Kıbrıslıların milliyetçi saplantıları patolojik, şüphecilikleri paranoyak, kaygıları da fobi boyutlarındaydı. Sonunda bin bir zahmetle hazırladığım “The Needs of Camden Cypriot Community” başlıklı rapordan ne Kıbrıslı Türkler ne de Kıbrıslı Rumlar memnun oldu. En vahimi de bana saldırmak için birbirlerini referans göstermeleriydi. Kıbrıs’ta olduğu gibi, Londra’da da karşıt-milliyetçilerin negatif-diyalektiği ve “görünmeyen işbirliği” ile karşı karşıya gelmiştim…

Bu haber toplam 1772 defa okunmuştur
Gaile 214. Sayısı

Gaile 214. Sayısı