
Bir azim, çalışma, yetenek, özü bulma ve yaratım süreci yolculuğu: Erkan Sönmez
Ülkemizde Cahit Kutrafalı, Süleyman Akosman ve Erkan Erzurumlu ile çok keyifli caz geceleri yapan davulcu-besteci Erkan Sönmez ile Rüstem Kitabevi’nde konser öncesi buluşarak ilk albümü olan “Habitat”ı konuştuk…
Murat OBENLER
Ülkemizde Cahit Kutrafalı, Süleyman Akosman ve Erkan Erzurumlu ile çok keyifli caz geceleri yapan davulcu-besteci Erkan Sönmez ile Rüstem Kitabevi’nde konser öncesi buluşarak ilk albümü olan “Habitat”ı konuştuk…
“3-4 yaşlarında kavanozlar, yoğurt kaplarıyla bağlama çalan babama eşlik etmeye başlamışım. Evde Onur arkadaşımla büyük yoğurt kovalarından davul yaptık ve Metallica çalıştık. Ben alaylı bir müzisyenim"
Erkan Sönmez nerede dünyaya geldi, köy, kasaba ile bir bağlantısı oldu mu çocuklukta, müzikle nasıl bir tanışıklığı oldu?
Erkan Sönmez: 1989’da İstanbul Büyükçekmece’de doğdum. Zamanın sayfiyesiydi. Ben suyun, denizin içinde büyümüş bir kasaba çocuğuyum diyebiliriz. Artvin Hopa’lı olan babam Kamil Sönmez amatör olarak bağlama çalan birisidir. Benim küçüklüğümde bağlamanın bana iyi geldiği ve uyumama katkısı olduğu gözlemlenmiş. İlk kulak doygunluklarım babamın bağlama tınılarıyla olmuştur. 3-4 yaşlarında kavanozlar, yoğurt kaplarıyla babama eşlik etmeye başlamışım. Annem Çiğdem Karaoğlu da Artvinlidir ve ev hanımıydı. İkisi de ilk-orta okul mezunudurlar ama hayatın başka başka alanlarında ilerleme sağlamışlar. Annemler Almanya’dan Türkiye’ye gelmişler. Tam da Çiçek Çocuklar dönemi. Annemler Almanya’da okuldan kaçıp Led Zeppelin, Black Sabbath konserlerine giderlerdi.
Annem oraları görmüş ama İstanbul’a geldikten sonra evde İbrahim Erkal, İbrahim Tatlıses, Yavuz Bingöl dinlerdi. Ortaokulda sıralara iyi ve ritimli vuran çocuk olarak dikkat çektim ve bir grup kurarak orada davul çalmaya başladım. 12-13’lü yaşlarda Kuzenlerim sayesinde metal müziğe yöneldim. İron Maiden, Nirvana, Metallica’nın zirve yaptığı dönemlerde ben de bu furyaya kapıldım. Metallica fanı olarak izleye izleye alışmaya başlamıştım. Evde Onur adlı arkadaşım ile büyük yoğurt kovalarından davul yapma işine giriştik. Tencere kapaklarından ziller yaptık. Babamla annem ayrıldıktan sonra annem bana bu konuda büyük destek verdi. Okul sonraları odaya kapanıp arkadaşlarla Metallica çalardık. Çok güzel zamanlardı. İlk olarak üç arkadaş para biriktirip Pazar günleri Avcılarda bir stüdyoda bir yıl boyunca 3-4 şarkıyı çalıştık. Bir arkadaşımızın yıl sonu gösterisinde bu 4 şarkı ile lise 1’deyken ilk konserimizi verdik. Zamanın protest gruplarından Grup Buse’nin de kurucusu olan piyanist-solist-gitarist Mustafa Yılgör abimiz (Ömer Hayyam şiirlerine besteler yaparlardı) bizim ısrarlı çalışma ve heyecanımızı görünce bizlere biraz alet öğretmek istedi. Bizler para da vererek her Pazar ona derse gittik. Bana da davulu öğretti.
İlk temel nota bilgisi, baget nasıl tutulur, pedallar nelerdir gibi davulu orada öğrendim. Bir gün grubun davulcusunun geçirdiği rahatsızlık sonrasında onların Boş Büyükler adlı şarkısını çalışarak konserde davulcu olarak yer aldım. Bir trash metal çalan birisi olarak bir hafta boyunca o parçayı çalıştım ve bir an geldi o parçayı çalmaya başladım. O gün bir şey istersen ve çalışırsan onu yapabileceğini keşfettim. O benim için bir aydınlanma oldu. Escape to Darkness diye bir trash metal grubu ile lise yıllarında kendi bestelerimizi çaldık. Büyükçekmece’de pop müzik yapan barlar vardı ve 2003-2004 yıllarında ben oradan aldığım teklifle bildiğimiz popüler müzik çalmaya başladım. 13-14 yaşlarında Soner abimizin de bana gündüzden davulu göstermesi ile ben kendimi gece davulun başında Ah İstanbul’u çalarken buldum. O zamanın yevmiyesi 70 TL’yi de bana verdiklerinde ben ilk kez müzik yaparak para kazanmanın tecrübesini yaşadım. Ben Türk Pop Müziği denilen popüler müziği çalmaya başladım. Metalcilikten her gece piyasa müziğine geçtim. Her gece çaldığımdan dolayı okulu da aksatmaya başlamıştım. Devamsızlıktan dolayı okulu bitiremedim.
Ben konservatuvara da gitmeden (kimse böyle bir teklif de yapmadı) kendimi işin göbeğinde buldum. Mustafa abi, Soner abi ve yine birkaç iyi müzisyen abimizin öğrettikleriyle bu yolu yürümeye başladım. Alaylıyım aslında. Annem de bu süreçte beni müzik yapmaya yönlendirdi ve okul yerine beni müziğe yöneltti. Sonradan açıktan lise diplomamı aldım. 2008-9 yıllarında Modern Müzik Akademi diye bir okul açıldı ve ben de bir yıl oraya giderek kursları başarıyla tamamlayarak sertifikamı aldım. Müdür olarak müzisyen Bora Uslusay’ın işlettiği Birkley gibi daha Batı Müziği eğitimi veren bir yapı içerisinde kollektif anlayışla birçok şey öğrendim. Davulda Cem Aksel, Emre Yıldız, Berke Özgümüş vardı.
“Çocukluktan itibaren müziği kovaladım ve bırakmadım. Sertifikamı da alarak sokaktan yetişen biri olarak nota yazmayı öğrendim”
Sen hep devletin kamusal değil de alternatif eğitim sistemlerini takip etmişsindir. Ama kendini donanım anlamında çok iyi desteklemişsin…
Evet gerçekten alternatif bir yoldan gitmişim. Heyecanım ve tutkum oradaydı demek ki. Çocukluktan itibaren müziği kovaladım ve bırakmadım. Sertifikamı da aldım. Sokaktan yetişen bir adam olarak nota yazmayı öğrendim. Bu eğitimle müziğe dair perspektifim açıldı ve boyut genişledi. Müziğe dair o derinlikli dünyaya böylece dalmış oldum. Hayatıma piyano da girdi.
“Nota müziğin dili. Onu kendimi daha net anlatmak, iyi ifade edebilmek için kullanıyorum”
Konservatuvar çıkışlı olduğu kadar alaylı da olan birçok değerli sanatçı gelip geçmiştir müzik tarihi boyunca. Ben konservatuvarsız asla müzisyen olunamayacağını düşünenlerden değilim ama eğitimin de insana birşeyler kattığını düşünüyorum. Sen hybrid bir süreçten ilerledin sanıyorum.
Tartışmalı bir konu bu. Nota müziğin dili. Eskiden insanlar yere vurmuş, sesi bulmuş, kendi sesini keşfetmiş, ritmi keşfetmiş, doğayı taklit etmiş. Mevzu müzisyenlerin anlaşması ise nota olabilir de olmayabilir de. Günümüzün formal dünyasında nota da iletişimin bir dili olarak kullanılıyor. Biraz daha ihtiyaç doğrultusunda gelişebilir. Notayı da ben kendimi daha net anlatmak, iyi ifade edebilmek için kullanıyorum. Ben davulcuyum ama kendimi daha üst bir müzisyen tanımı ile anlatmak isterim. Müziği toplam olarak çalmayı, dinlemeyi, armoniyi, melodiyi seviyorum. Modern Müzik Akademisiyle birlikte bir aydınlanma daha yaşadım.
Daha sonra ritmin, armoninin teorisiyle de ilgilendim, özel dersler de aldım ve küçük barlardan daha ünlü isimlerle (pop müzik) sahne almaya evrilen de bir çalışma yaşamım oldu. 20-25 yaşlar arasında arabesk, fantezi müzikler ve düğünlerde de çalıyorduk. Kazanımları da var ama o dönem biraz kirlendiğimi düşünüyorum. Demet Akalın’ın aranjörü Erhan Bayrak’ın yazdığı davul akorları dinlerdim. Ben müziğin peşindeydim.
“Levent Yüksel gibi bütünsel bir müzisyenle ilk kez çalıyordum, o bana çok şeyler kattı"
Bugünkü röportajımızda sohbetin götürdüğü yerlerde gezineceğiz sanıyorum. İnsanın geçmişinde yaşadıklarını önemsiyorum ve oralarda çok ilginç, derin hikayelerin yattığını düşünürüm.
25 sonrasında biraz kendimle yüzleşerek aslında neler öğrenerek neler yaptığımı kendi kendime sorguladım. Bir yandan para da kazanmalıyım ama bir yandan da oradan kendimi sıyırmalıydım. O esnada Enbe Orkestrası ile tanıştım ve orada 2 yıl çaldım. Başka bir dünyaya geçiş yapmıştım. O sırada da Levent Yüksel ile yollarımız kesişti. 2015’te Levent Yüksel’in kuracağı yeni orkestrada ben de davulcu olarak yer aldım. O güne kadar çaldığım kişiler şarkıcı idi. Levent Yüksel gibi çok iyi bir bas gitarcı ve yorumcu özelliklerini barındıran bütünsel bir müzisyen ile ilk kez çalıyordum ve o bana çok şeyler kattı. Levent Yüksel ile geçen 8 sene bana çok şeyler öğretti.
Caz ile tanışman nasıl oldu peki?
Tam o sıralarda orkestradan Hasan Meten sayesinde (kontrbasçı Ekin Bilgin arkadaşımız da) klasik gitarcı Erdem Sökmen abimizin Quartet projesine katıldık. Benim hayatımda projeler dönemi başladı ve 2,5 yıl sürdü. Bu arada kendi bestelerimi de yapmaya başlamıştım. Pandemi öncesinde yaşım da 30’a yaklaşmışken kendimi hem müzikal hem de insani olarak sıkışmış hissediyordum. Yeni bir eve geçip de davul çalacak alanı da bulamadığım bu dönemde insani olarak sıkışmışlık hissini giderek daha çok yaşamaya başladım.
“Kendimle, özümle ve tabiatla bağımın koptuğunu hissediyordum”
Hayatı sorgulama, bugünün sorunlarını ve dünyanın, insanlığın geleceğini dert etme gibi kaygıların var mıdır bir müzisyen olarak yoksa müziğimi yapar evime giderim ve kendi hayatımı yaşamaya bakarımcılardan mısın?
Evet öyle kaygılarım hep vardı. Dinlediğim ve müzikal olarak da felsefi olarak da etkilendiğim sanatçılar var. Fantastik kitaplar okumayı çok severim. Ursula Le Guin’i, Tolkien’in eserlerini çok severim. Düğün Evreni’ni, Yüzüklerin Efendisi’ni çok severim. Geçmişten bir evren ama baktığımızda günümüzü de anlatmıştırlar. Hep düşünen, sorgulayan bir halim vardı(özellikle 25 yaş sonrası). Ben kimin, ne yapıyorum, neden müzik yapıyorum, acaba gerçekten müzisyen miyim? gibi müzik bazlı sorgulamalarım oluyor. Dostum Koray Ural’ın arkadaşı Erman ile sohbetlerine çok tanıklık ettim. Hayatın derinliğini sorgulayan o sohbetler sırasında kendi sorgulamalarımı da yaptığımı hatırlıyorum. Bunların toplamı beni inziva sürecine götürdü. Kendimle, özümle ve tabiatla bağımın koptuğunu hissediyordum.
“15’nci günden sonra zamanı yönetmeyi bıraktım ve akışa dahil oldum. Tabiatın tüm canlıları ile aynı akışta olmak çok güzelmiş”
Tabiatla, doğayla organik bir ilişki kurma isteği ne zaman ortaya çıktı?
Tam da bu dönemde içimdeki özlem, ihtiyaç beni dağa götürdü. Şehir yaşamının içinde bulamadığım bir şey vardı. Tabiatı seviyorum, ağaç-çiçek seviyorum, çevreciyim ve doğa iyi geliyor gibi bir yerdeydim. Bu dağa gidiş işin derinliğine dalmamı sağladı. Hepimizin enerjisel olarak bir olduğuna dair bir inanışım var ve herkesin içinde olduğu bir kaynak var. Hepimiz bir özüz. İçgüdülerim bana “ Sadece enstrümanlarını al ve insanın olmadığı bir alanda 3-4 ay yaşa” diyordu ve ben de onu dinledim. Tüm dış uyaranlardan uzaklaşarak bir inziva istiyordum. Bir arkadaşımın Antalya kırsalında dayısının boş duran dağ evine Mayıs sonunda gittim ve Eylül ortasında oradan ayrıldım. Kendi özümle bağlantı kurdum, tabiatı tüm çıplaklığıyla gördüm. Şehirdeki zaman algıları orada kayboldu. 15’nci günden sonra zamanı yönetmeyi bıraktım ve akışa dahil oldum. Tabiatın tüm canlıları ile aynı akışta olmak çok güzelmiş. Müzikle bağlantılı fikirlerimi, taslaklarımı bir araya getirerek şarkılar ürettim.
Senin doğaya uyumlanma sürecin nasıl gelişti? Tabiat anayla nasıl bir etkileşim girdin?
Şehir alışkanlıklarım günler geçtikçe kayboldu. Dağda tüm canlılar kardeşçe yaşıyor aslında. Güvenlik algılarımız yerle bir oluyor. Korkacak bir şey yok ki kapını kapatasın, silah taşıyasın vs. Tedirginlikler güven içinde, huzur içinde bir yaşama evrildi. Yağmur tam anlamıyla ne demektir orada gördüm, hissettim ve öğrendim. 1,5 saatlik o yağmurun senfonisini asla unutamam. Ufacık bir damlanın koskocaman bir yağmura dönüşme durumu. O kaynağın damlaları gibi insan da. Birlikteliği sağlayabilirsek koskocaman bir yağmuruz.
Kendi kendimle de konuştum, bir nevi yüzleşme oldu, süreci kameraya da kaydettim. Bir süre sonra o kadar iyi hissettiğim bir hale geldim ki bu enerjiyi birileriyle paylaşma isteği oluştu. 3,5 ay sonra döndüm, 2 ay daha o dağın enerjisi devam etti ama azalarak gitti. Ama artık orayı biliyorum, oranın farkındalığıyla yaşıyorum. Üzerinden 7 yıl geçti ve yine o his geliyor. Kıbrıs’ı çok sevdim ve neden burada da 3-4 aylık bir inziva olmasın.
Albümün etrafında yeteri kadar dolaştık. Artık kapağını açalım mı?
Olur. Taslaklar farklı farklı dönemlerde de yazılmıştır belki ama dağda taslaklar birleşerek şarkılara dönüştü. Orada da yazdıklarım oldu. Dağda yaşadığım zamanlar da bunda çok etkili oldu. Şarkıların isimleri bile oradan geldi. Açılış şarkımız Beğiş benim kaldığım yaylanın adıdır. Kuşların uyanışı ve sesiyle başlayan bir gün.
Albümde iki özel kadına atıfta bulunduğun şarkılar var. Nedir senin için bu kadar albüme girecek kadar bu kadınları özel kılan?
Birincisi Anna Maria Jopek solistliğine hayran olduğum Antik Yunan şiirleri tadında sesi olan ve gitarist Pat Metheny ile yaptığı albüme hayran olduğum bir vokal. Dişil bir enerjisi de var, aşk da herşeye dahildir aslında ve kadın sesine aşk çok çekici de geliyor. Jopek sesine büyülendiğin kadın solistlerden birisidir. Aziza Mustafa Zadeh de Dance Of Fire ile hayatımda çok büyük öneme sahip bir başka kadın vokalist ve piyanist şantör. Zadeh bir batı enstrümanı çalıyor, Batı armonisi uyguluyor ama kendi halk müziğini bunlarla çok güzel ve samimi bir yerden sentezliyor. O benim de özüme dair, kültürüme dair bestelerimi batı formunda oluşturabileceğime iyi bir örnek oldu. O albümdeki şarkıda da biraz onun armonik yapısından esinlendiğim bir yapı oldu. O şarkıda vokalist arkadaşım Elis Dubaz da sesiyle çok güzel katkı yaptı.
“İçimdeki şeyi izole olarak haykırdığım bir zaman dilimi oldu. Bu bir çığlık gibi oldu”
Tabiatın diliyle senin müzikal dilin arasında nasıl bir etkileşim oldu? Bu enerjiyi nasıl bir frekansla albüme dönüştürdün?
Oraya giderken şu bestelerimi bir toparlayayım fikri vardı. İçimdeki şeyi izole olarak haykırdığım bir zaman dilimi oldu. Bu bir çığlık gibi oldu. Orada toplam 15 parça çıktı ve onlardan 7 parçalık bir seçki yaptım.
“Tabi ki genel bir akış var ama orası benim için gerçekten bir milat oldu”
Senin müzikal yaratım tarihin için bu inziva öncesi ve sonrası diye bir ayırım yapabilir miyiz?
Evet yapabiliriz. Tabi ki genel bir akış var ama orası benim için gerçekten bir milat oldu. Orayla beraber kendimle de barışarak bir şeyler yapabileceğime inandım ve yaptım. Benim için bir dönüm noktası oldu. O sıkışıklıktan orasıyla beraber çıktım.
Kayıt sürecini de konuşmak isterim. Doğadan dijital aletlerin olduğu bir kayıt stüdyosuna geçiş. Sonrasında piyasa, pazarlama, satış gibi kapitalizmin kurallarının işlediği bir yapıya geçiş. Sen bu süreci nasıl yönettin veya yönetebildin mi?
Denedim. Başka gerçeklikleri olan bu dünyada zorlandım. Bu ilk albümde yüzde 20-30 müzisyen yüzde 70 yapımcı gibiydim. Berkan Kaya piyano-keyboard, Cem Çatık elektronik gitar, Sinan Erbelger de bas gitarda ve ben de davulda albümü kaydettik ama toplamda 15 kişilik bir ekibi yönettim. Bu süreçte neleri yanlış veya eksik yaptığımı da gördüm.
“O hisleri asla unutmayacağım. Oradan hep besleneceğim”
Yaylada yaşadığın ve oradan süzülen hissiyat günümüzde müzisyende nasıl kalıyor? Mazi gibi geçip giden bir dönem miydi yoksa etkileri hep olacak bir süreç miydi?
O hisleri asla unutmayacağım. Oradan hep besleneceğim. Etkileri hep kalacak ve çok da romantik bir noktadan bakmak da istemiyorum. Onun üzerine yeni deneyimler eklemek isterim.
Yeni projeleri de sormak isterim?
Albüm sonrası Güç Başar Gülle’nin düzenlediği caz bestecilik akademisine gittim. Orada yeni şeyler öğrendim ve 5 nefesli aranjman eğitimi bende yeni ufuklar da açtı. Habitat albümümün kendine özgü bir hali vardı. Yeni bestelerim var ve onları daha klasik bir caz formunda kaydederek 3 nefeslinin olduğu bir albüm yapma hayalim var.
Başka yaylalar da rüyalarına giriyor mu?
1600 metrelik rakımda bir dağ evinde dağı yaşadım. Şimdi Karadenizdeki yüksek çam ormanlarını (sıkı yeşil) düşünüyorum. Kıbrıs’ın enerjisini de sevdim.
“Evde babasının yanında yoğurt kovası çalarak başlayan ve ilk albümüyle Grammy aday adaylığını tecrübe eden bir kişiyim”
Bir de Habitat’ın Grammy macerası oldu. Çok büyük bir olay değil mi ilk albümle bu sürece dahil olmak?
Grammy aday adaylığına başvuru yaptık. Aday olamayacağımızı biliyorduk ama bir hayalin ilk adımıydı. Eren Yağmuroğlu hem albüm hem de bu süreçte çok büyük destek verdi. Evde babasının yanında yoğurt kovası çalarak başlayan ve ilk albümü ile Grammy aday adaylığını tecrübe eden bir kişiyim.
KISA KISA…..KISA KISA……KISA KISA
Beğiş…Tabiat, özümle bağ kuruduğum yer
Beğiş susuzu çobanı Mustafa abi… Cahilliği öğreten adam
Beğiş Dağ Evi… Habitat
İstanbul Evi… Eh işte
Bestecilik… Dışavurum
Davul çalma… İsyan
Bağlama… Çocukluğum
Rock müzik… Ergenlik
Levent Yüksel…Tecrübe,deneyim
Dağ evi stüdyosu… Habitatım
Şehir Stüdyosu… O da habitatım
Ginger… Sevgili kedim
Çiğdem… Hem annem hem sevgilim