1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. 'Bahçelerimiz' yandı, barışa koşalım
Bahçelerimiz yandı, barışa koşalım

'Bahçelerimiz' yandı, barışa koşalım

11 Temmuz’a 20 Temmuz’dan bakmak… “Bahçelerimiz” yandı, barışa koşalım Kıbrıs Rum toplumunun tarihinde en hüzünlü ay, kuşkusuz temmuz ayıdır. 15 Temmuz günü tan

A+A-

11 Temmuz’a  20 Temmuz’dan bakmak…

                                                 

“Bahçelerimiz” yandı, barışa koşalım

 

Kıbrıs Rum toplumunun tarihinde en hüzünlü ay, kuşkusuz temmuz ayıdır. 15 Temmuz günü tanklar Makarios’un sarayına yürüdüğünde, Kıbrıslı Rumlar için Kıbrıs’ın bir daha eskisi gibi olmayacağı belliydi. Nitekim 1950’li yıllardan beri geniş bir aileyi yöneten bir baba gibi Kıbrıs Rum toplumunu yöneten Başpiskopos Makarios adayı terk ederken, Türk askerleri Kıbrıs’a ayak basmaya hazırlanıyordu. Modern tarihin en büyük tutkusu Enosis “anneyle kucaklaşma” uğruna yıllarca mücadele eden Kıbrıs Rum toplumu- tarihin bir ironisi- “annesinin” ihanetine uğramıştı. Bu dayanılır bir acı değildi. Bu derin travmanın arkasından 20 Temmuz günü adaya çıkan Türk askerlerinin ülkeyi boydan boya ikiye bölmesi Kıbrıs Rum toplumunun ruhunda onarılmaz yaralar açtı.

1974 sonrasında yeniden dirilmeye çalışan toplum ortaya müthiş bir çaba koyarak hayata tutunmaya çalıştı. “Büyük Helenizm” söylemlerinden uzaklaşıp “evine çekildi” (Kıbrıs Cumhuriyeti’ne) ve “mütevazı” bir hayat kurmaya başladı. Kayıplar, yası tutulamayacak kadar büyük olduğundan ortaya melankolik bir toplum çıktı. Karıncalar gibi çalışan hüzünlü insanlar, yas tutamadıkları için belki ruhlarını iyileştiremediler ama “evlerinin bahçelerini” düzenlemeyi başardılar. Hayat artık anlamını “bu bahçelerden” alacaktı. Karşılarında dalgalanan Türk bayraklarını görmemek için başları eğik yürüyorlardı ama yavaş yavaş kendilerini kabul etmeye alışıyorlardı. Devletlerine ve kendilerine güven duymaya başladılar. Ulaştıkları refah seviyesi onları mutlu etmese de başarılı kılıyordu.

Sonunda Kıbrıs Rum toplumu belki ruhsal yaralarını saramamıştı ama yaşadığı büyük felaketlere rağmen “evinin önünü temizlemiş”,  kendine güzel “bahçeler” kurmuştu. Ve oralarda kendince yaşayıp gidiyordu…

 

11 TEMMUZ FELAKETİ

İşte 11 Temmuz felaketi bu “bahçeleri” yaktı. Mari’de yanan barutlar ve patlayan bombalar Kıbrıs Rum toplumunun bin bir zahmetle düzenlediği “bahçeleri” tahrip etti.

11 Temmuz felaketi diğer temmuz felaketlerinden daha farklıdır. Kıbrıs Rum toplumunun algısında 15 Temmuz felaketi “dışarıdan” geldi. 20 Temmuz da öyle. Oysa 11 Temmuz felaketi içeriden geldi, hem de çok içeriden ve toplumun içini yaktı. Bu felaketin müsebbibini dışarıda aramak mümkün değildir. Bu felaket tamamen “yerli” malıdır. Ve kaynağında, 20 Temmuz’dan sonra toplumun kendisi için kurduğu ve sımsıkı sarıldığı düzen vardır. Bu düzenin en büyük özelliği, yaralı Kıbrıslı Rum olmaktan başka hiç bir kritere dayanmayan cemaatçi bir dayanışma anlayışıyla herkesin “güneşte payı” olmasıydı. Ne var ki bu düzen uzun süreli olamazdı. Nitekim düzenin korporatist bir dayanışmayla korumaya aldığı yurttaşlar zamanla düzene karşı kayıtsız kaldılar. Sorumlu yurttaşlar olamadılar ve ortak-yarar için kaygı duymadılar. Önce aile sonra da devlet, yurttaşları aşırı korumacı bir yaklaşımla kanatları altına alırsa, siyasi partiler dönüşümlü olarak patronaj sistemi uygularsa, böyle bir ortamda sorumluluk duygusu taşıyan yurttaş elbette yetişemez. İşte, Kıbrıs Rum toplumu “Türk işgalini” referans göstererek böyle bir düzen kurmuştu. Dış tehdit karşısında “iç-dayanışma” esprisiyle uygulanan patronaj sistemi zaman içinde düzeni çarpıklaştırdı, kurumları sakatladı. Siyasiler “Türk işgalini” ileri sürerek bu düzeni sürdürmeye devam ederken, yurttaşlar da siyasilerin “müşterileri” gibi davranmaya alıştılar. Sahici olmayan bu “mutluluk tablosunun” uzun süre devam edemeyeceği birçok “erken uyarıcıdan” belliydi… 

 

11 TEMMUZ FELAKETİNİN SONUÇLARI

Bu satırları yazarken radyodan hükümet sözcüsü Stefanos Stefanou’nun yazılı açıklaması okunuyordu. Kıbrıslı Rumlar, “işgal bölgesinden elektrik almak için Kıbrıslı Türklerle anlaştı”! Kıbrıs Rum toplumunun psikolojisini biraz bilen herkes bunun ne anlama geldiğini tahmin edebilir. Bu ülkede eskiden beri Kıbrıslı Türkler karşısında “üstünlüğüne” inanmış bir toplum bugün Kıbrıslı Türklerin kapısını çalıyorsa, bu iki şeyi gösteriyor: Toplum ya çok çaresizdir, ya da özgürleşiyor. Ben, bu iki duygunun bir arada olabileceğini düşünüyorum. Büyük çaresizlikler her ne kadar genellikle bizi kendi içimize kapatıyorsa da, bazen bizi içine kapandığımız duvarların dışına çıkmaya mecbur edebiliyor. Bu anlamda da özgürleştirebiliyor.

11 Temmuz felaketi, bir kez daha, bu ülkede Kıbrıslı Türkler ve Rumlar olarak birbirimize ne kadar bağımlı olduğumuzu gösterdi. Felaketler, doğal ya da başka türlü, bizi birbirimizin kapısını çalmaya mecbur ediyor. Daha büyük felaketleri beklemeden bunun bilincine varırsak ve adanın her iki tarafında kurduğumuz çarpık düzenlerin dışına çıkmaya cesaret edersek, geleceğimizi daha az sefil kılabiliriz.

İnsan yaralanabilir bir yaratıktır. Bu hepimizin ortak özelliğidir. Yaralanabilir oluşumuz bizi etnik sınırların dışına taşarak, daha geniş bir “Biz” kurmaya zorluyor. 11 Temmuz felaketi bizi tam da buna zorluyor.  20 Temmuz da öyle.

Düşünsenize; barışın geldiği, orduların dağıtıldığı bir ülke olsaydık genç çocuklarımızı rüyalarından kopararak mezara koyar mıydık?

“Bahçelerimiz yandı”,  barışa koşalım…

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 2043 defa okunmuştur