
Akıllı olmak ve İktidar
Mustafa Ongun: Her toplumsal oluşum bir yandan belli davranışları, karakter özelliklerini ve yetenekleri teşvik ederken, diğer bir yandan da belli davranışları ve karakter özelliklerini ortadan kaldırmaya çalışır.
Mustafa Ongun
Her toplumsal oluşum bir yandan belli davranışları, karakter özelliklerini ve yetenekleri teşvik ederken, diğer bir yandan da belli davranışları ve karakter özelliklerini ortadan kaldırmaya çalışır. Akıllı olmak aynı şekilde toplum tarihi boyunca teşvik edilen bir özellik olmuş; akıllı olmanın dışındaki özellikler ise toplumun dışına atılmaya çalışılmıştır. Bütün bunlar tartışılıp bilinirken, akıllı olmanın değişken bir olgu olduğu ve bazı politik çıkarımlarının olabileceği üzerine pek fazla durulmamıştır. Bu yazıda akıllı olmanın politik bir boyutunun olduğunu ve alternatif akıl anlayışlarının üzerinde durmanın öneminden bahsetmeyi amaçlıyorum. İlk bakışta baskın ve alternatif akıllı olma biçimlerinin olması önemsiz gibi görünebilir. Ancak kanımca meseleye biraz daha derinlikli bakacak olursak, tek ve alternatifi olmayan bir ‘akıl’ anlayışının, akıllı olmanın sosyal bir norm olarak yozlaşmasına yol açabileceğini görebiliriz. Diğer bir değişle, alternatifi olmayan bir ‘akıl’ anlayışı, alternatifi olmayan bütün toplumsal normlar gibi iktidarın mutlaklaşma çabasının bir aracı haline gelebilir. Tarih boyunca köleler, kadınlar, çocuklar ve birçok insan grubunun, akıllı olmadıkları düşünülerek, toplumdan soyutlanmış olduklarını hepimiz biliyoruz. Bugün yine biliyoruz ki, köleleri köle yapan unsurlar, onların doğuştan gelen özellikleri değil, bulundukları toplumun özellikleridir. Yani köleler aslında hiçbir zaman akılsız değillerdi. Onları akılsız yapan, toplumdaki baskın akıl anlayışının dışında kalmalarıydı. Akıllı olmak meselesine bu çerçeveden baktığımızda, alternatif akıllı olma anlayışlarının önemi ortaya çıkacaktır.
Aşağıda da anlatacağım gibi günümüz toplumsal hayatında belli bir “akıllı olma” biçimi teşvik edilmektedir denilebilir. Bu “akıllı olma” anlayışının bugün statükonun devamını sağlayan unsurlardan biri olduğunu söylemek mümkündür. Peki, ne türden bir “akıllı olma” anlayışı toplumsal yaşama hâkimdir diyebiliriz? Her ne kadar da bu soruyu cevaplamanın yolu ampirik sosyal araştırma yapmayı gerektirse de, popüler ekonomik ve sosyal söylemlere bakarak, hakim bir akıllı olma anlayışından kısmi olarak bahsedebiliriz. Özellikle baskın ekonomik teoriye baktığımızda akıl kavramının kullanılış biçimi dikkate değerdir. Akıllı davranmak (ekonomik teoride) insanın kişisel çıkar peşinde koşması anlamına gelmektedir. Ekonomik teoride, kişisel çıkarına aykırı davranan kişi akıllı davranmayan kişidir.
Kendi çıkarlarının ötesinde hareket etmek, ekonominin etkisi altında olan sosyal bilimlerin birçok alanında da bu şekilde hareket etmek olarak tasarlanmaktadır. Bunun toplumsal yaşama ne kadar etkisi olduğunu düşünecek olursak, en azından üniversitelerin işletme, ekonomi ve bazı önemli sosyal bilimler bölümlerinde okuyan öğrencilere “akıllı olmayı” kendi çıkarlarına uygun hareket etmek olarak öğrettiğimizi söyleyebiliriz. Akıllı olmayı bu şekilde anlayan ekonomi ve işletme gibi önemli bölümlerden mezun insanların öğrendikleri akıllı olma biçiminin - yani kişisel çıkarlar doğrultusunda hareket etme - toplumsal hayata önemli bir etkisi olduğunu söylemek mümkündür.
Teorinin dışına çıkacak olursak, günlük hayatta da akıllı olmanın bu şekilde anlaşıldığından bahsedebiliriz. Örneğin kariyer, evlilik veya arkadaşlık gibi önemli seçimlerde akıllı olmayı fedakârlık yapmanın tersi bir özellik gibi algılıyoruz. Akıllı davranmak işletme bölümünü bitirmemizi gerektirirken, sanat okumak duygusal davranmamızı gerektirir kanısı sıkça rastlanan bir durumdur. Sanat eğitimi almak kendi ekonomik çıkarlarımıza ters düşen ve pek akıllıca olmayan bir davranış olarak görülürken, istemesek bile işletme okumak akıllıca bir davranış olarak algılanabiliyor. Maddi değerleri ön planda tutup evlenenler akıl evliliği yaparken, manevi değerler üzerinden evlilik yapanlar duygusal evlilik yapıyor olarak algısı da oldukça yaygındır. Dahası, bu örneklere baktığımızda baskın akıl anlayışının duygulara ters olarak algılanmasından da bahsedebiliriz. Kısaca söylemek gerekirse, akıllı davranmayı, ekonomik çıkarlar doğrultusunda düşünüp hareket etmek ve duygusal davranmamak olarak tasarlamak yaygın bir hal almıştır.
Bu akıl anlayışının politik anlamda iki tür çıkarımından bahsedebiliriz. Birincisi, bu anlayış, toplum içerisinde ekonomik çıkarların ötesine geçmeyen bir düşünme ve davranma biçiminin zeminini hazırlıyor olduğudur. Kişisel çıkarların tatmini uğruna yapılan her davranış akıllılık olurken, paylaşımcı olmak, toplumsal sorumlulukları yerine getirmek gibi davranışlar ise duygusallık ve gerçek dışıcılık olarak algılanmaktadır denilebilir. Dolayısı ile baskın akıllı olma anlayışımız özünde çıkarcılığa, bireyselliğe ve eşitsizliklere zemin hazırlamaya müsait bir durumdadır diyebiliriz.
Bu durumda önemli olan nokta, yaygın akıllı olma anlayışının (sanıldığının aksine) insanın doğasıyla alakalı olmadığını görmektir. Akıllı insanın doğası gereği sadece kişisel çıkarlarının peşinde giden bir varlık olduğu kesin bir doğru değildir. Dahası, hepimiz biliyoruz ki, yeri geldiğinde birçok insan kişisel çıkarlarına ters düşecek olsa bile, bir başkasını düşünerek hareket edebilir. Bu tür davranışların akıllıca olmadığını söylemek insanın önemli bir özelliğini yok saymak anlamına gelir. Peki, baskın akıl anlayışı insanın önemli bazı özelliklerini yok sayıyor ve kesin olmayan doğrular üzerinden kesin sonuçlara ulaşıyorsa, neden hala böyle bir akıl anlayışı yaygın bir şekilde kullanılıyor? Bu sorunun en anlamlı cevabı yaygın akıl anlayışımızın ideolojik olduğudur. Yani akıllı olmak sosyal bir norm olarak iktidara hizmet etmek görevini üstleniyor.
Bunun yanında, baskın akıllı olma anlayışının, akıllı olanı duygusal olmayan olarak algılaması da kesin bir doğru olmaktan uzaktır. Örneğin, Sokrates’ten bu yana var olan bir anlayışa göre, akıllı olmak insanın duygularını ve aklını belli bir harmoni içinde tutması anlamına gelmektedir. Bu da bazı durumlarda duygusal davranmanın ve kişisel çıkarlardan feragat etmenin “akıllılık” olacağını savunan bir felsefi yaklaşımı beraberinde getirir. Antik felsefenin önemli en önemli temsilcilerinden Aristoteles’e göre, akıllı olmak doğru zamanda, doğru yerde, doğru şeyi yapmayı gerektirir. Gerekli zamanda ve yerde duygusal olmasını bilen insan, akıllı insandır; duygularını bastırıp her durumda akıllı olan insan ise akıllı değildir. Antik akıl anlayışının günümüz yaygın anlayışından daha az doğru olduğunu gösteren kesin kanıtlar mevcut değildir.
Aynı şekilde akıllı olmak, Aristoteles’e göre, gerektiğinde kişisel çıkarları aşıp ortak değerleri oluşturmayı gerektirir. Aristocu bir yerden bugünkü baskın akıl anlayışına baktığımızda şunu söyleyebiliriz: toplumumuz ortak bir hedeften yoksun durumdadır, çünkü akıllı olmak artık ortak hedefler yaratmayı değil, kişisel hedefler peşinde koşmayı gerektiriyor. Her ne kadar da akıllı olmayı kişisel çıkarlar peşinde koşmak olarak tanımlasak ta bu anlayışı Aristotelesci akıl anlayışından daha doğru yapan bir insan doğasından bahsetmek çok zor. İki alternatif akıl anlayışı da eşit ölçüde doğru olabilmesine rağmen bunlardan sadece birinin bugün baskın olması, toplumsal sistemimizin ortak amaç yaratmaktaki kısırlığını ve isteksizliğini göstermektedir. Sonuç olarak, koşullarımız akıllı olmak isteyenleri iktidarın gözünde akılsız olmaya davet etmektedir diyebiliriz. Kişisel çıkarlarımıza odaklanarak, belki akıllı bireyler olabiliriz, ancak bunun bize MacIntyre’ın bundan 20 yıl önce sorduğu “hangi akıl?, Kimin adaleti?” sorularının önemini unutturması halinde, aklın dahi yozlaştığı bir toplum olabiliriz.