1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Mete Hatay’la Söyleşi: “Adım Adım Çözüm, Barış Söylemini Pratiğe Dönüştürür”
Mete Hatay’la Söyleşi: “Adım Adım Çözüm, Barış Söylemini Pratiğe Dönüştürür”

Mete Hatay’la Söyleşi: “Adım Adım Çözüm, Barış Söylemini Pratiğe Dönüştürür”

Adımlar karşılıklı bağlantılar ve şartlar üzerinden beraber atılabileceği gibi, tek taraflı olarak da atılabilir. Yani Maraş’ta şartsız, tek taraflı mal iadesi yapmak, diğer tarafı da adım atmaya zorlar.

A+A-

 

Söyleşen: Rafet UÇKAN
rafetuckann@gmail.com

 

“Kapsamlı çözüm” paradigmasının, Kıbrıs sorununa çözüm sağlamaya en yakın olduğu zamanlarda bile hep aynı sonucu verdiği, başarısız olduğu herkesin malûmu... Hatta “kapsamlı çözüm”ün sonuç verici, gerçekçi bir yaklaşım olmaktan çıkıp, bir “temenni” haline dönüştüğü de söylenebilir. Buna karşın sen bir süredir, “adım adım çözüm” meselesi üzerine düşünüyorsun, bu konuyu gündeme getiriyorsun. Kısaca “adım adım çözüm” ile kastedilenin ne olduğunu konuşarak başlayalım…

Senin de dediğin gibi, uzun bir süredir “kapsamlı çözüm” yöntemi, sonuç üretmeyen ve sadece görüşme sürecinin devam etmesini sağlayan bir egzersize dönüştü. Ana prensibi “her şeyde anlaşılmadan hiçbir şeyde anlaşılamaz” olduğu için, hemen çözülmesi mümkün konular bile pazarlık için kullanılmak üzere rehin alındı ve günlük hayata, yakınlaşmaya ve “barışın inşasına” katkı yapacak her şey “barış yapma” sürecine boğduruldu.

Benim “adım adım” çözümden kastım, pek çok konudan oluşan Kıbrıs sorununun veya başka bir deyişle sorunlarının tek tek ele alınarak çözülmesini esas alıyor. Yani parça parçadan bütüne gidilmesine dayalı bir yöntem bu. Tabii “adım adım” yöntemi farklı şekillerde uygulanabilir. Birincisi, hedefte anlaşıp adım adım oraya gidilmesidir. Örneğin, sorunun çözümü için en önemli adım olan ana prensiplerde anlaşıldığını biliyoruz: İki toplumlu, iki bölgeli, tarafların siyasi eşitliğinin olduğu birleşik federal Kıbrıs üzerinde taraflar hemfikirdir. Şimdi yapılması gereken bu temel üzerinde binayı inşa etmektir. Yani bu prensipleri detaylandırmaktır. Bu yöntemle, mesela iki bölgelilik, bir adım olarak müzakere edilebilir. Diğer konularda anlaşmayı beklemeden, anlaşılır anlaşılmaz hemen uygulamaya sokulabilir. Örneğin, vatandaşlık diğer konular çözülmeden çözülebilir. Gümrük birliği, mülkiyet, sınır ayarlanması, mal değiş tokuşu, ekonomik karşılıklı bağımlılık için adımlar atılabilir. Yeşil hat tüzüğü bu açıdan işlevsel biçimde ele alınabilir. Aynısı enerji, çevre, yerel yönetimler, mal iadesi, bazı yerinden olmuş kişilerin eve dönüşü gibi konular için de geçerlidir.

Öte yandan, diğer “adım adım” yöntemi daha ucu açık bir süreci önerir. Yani ortak bir hedef belirlenmeden daha evrimsel bir sürece girilir ve her adım diğer adımların nasıl atılacağına dair yol gösterici olur. Bu, biraz da fikirlerin sınanmasına imkân tanır. Bir adım atılır ve işleyip işleyemeyeceği test edildikten sonra başka bir adıma geçilir veya işlemezse aynı konu için başka bir yöntem denenir. Yani bir şeyin nasıl everileceği için bir ön kabul yoktur. Atılan adımlarla ve adımların yarattığı etkilerle en son hedef şekillendirilir. Yani tünelin sonu federal bir çözümle de bitebilir, üniter veya konfederal bir çözümle de… Ama bittiğinde, hiç kimse “bunu Kıbrıslılar istemiyordu” diyemez. Her iki tip “adım adım” çözüm yönteminin ortak yönü ise dönüştürücü olmasıdır. Belli bir sosyal mühendislik planını değil, sosyolojik olarak daha organik bir dönüşümü önerir.

 

“Adım adım çözüm” ile “kapsamlı çözüm” arasındaki fark çok belirgin. Ancak “kapsamlı çözüm” süreci tıkandığında, genelde “adım adım çözüm” değil “güven artırıcı önlemler” konuşulmaya başlanıyor. “Adım adım çözüm” ile “güven artırıcı önlemler” arasındaki fark nedir?

Dediğim gibi, “adım adım çözüm”de mevcudu dönüştürme potansiyeli vardır. Sonuçları ise daha kalıcıdır. Güven artırıcı önlemler ise dönüştürücü adımları hazırlar, adımı atacaklara güven vermeye çalışır. Örneğin, Maraş’ta bulunan malların tapularının iadesi bir güven artırıcı önlemdir; direkt olarak mal sahibinin kullanımına verilmesi ise bir “adım”dır… Bu ikisi birbiriyle çelişmez, tam tersine birbirini tamamlar. Bununla beraber, bazen “adımlar”, güven artırıcı önlem olarak da kullanılabilir veya güven artırıcı önlemler bir “adım” yerine geçebilir. Yani her güven artırıcı önlem, bir iz bırakacağı için, “adım adım çözümün” parçası olarak da kabul edilebilir.

 

Geçtiğimiz haftalarda, senin Tzimitras’la bu konuda hazırladığın metni referans alarak ben de bir yazı yazdım Gaile’de. O yazımdan sonra, Kıbrıs’ın kuzeyinde aktif siyaset yapan bazı isimlerden –ki bu meseleye esasen sempatiyle yaklaştıklarını tahmin edebilirsin- “adım adım çözüm”ün, Güney’in tavrı değişmedikçe “imkânsız” olduğuna dair geri dönüşler aldım. Bunca yıldır sınıfı geçemeyen “kapsamlı çözüm” hâlâ gerçekçi bulunurken, “adım adım çözüm”ün “imkânsız” görülmesi haksız bir değerlendirme mi, yoksa bu eleştirinin haklı yönleri de var mı?

Denenmemiş bir şey için biraz önyargılı bir tavır bu. Yani, evet, haksız bir değerlendirme. Benim demek istediğim şey şu: Güney’in tavrı değişmese de adım atılabilir. Çünkü atılan her adım, iki tarafı keskin bir bıçak gibidir. Mesela, Türk tarafı kapıları açtı... Bu da Rum tarafının belli tedbirler almasını ve bir çeşit karşılık vermesini getirdi. Yani ezber bozuldu. Diyelim ki adım atmadılar. Bu durumda, Maraş’ın açılması bölgede deprem etkisi yaratır. Oranın tekrar canlanması, toparlanması iki taraf için farklı gelişmeleri tetikler. Mal iadesi tek taraflı yapıldıktan sonra, bölgeyle ilgili sınır ayarlaması için bu defa şartlar ortaya konulabilir. Bu da diğer tarafın kendi insanları tarafından baskı altına alınmasına neden olur.

 

Tarif ettiğin yöntem son derece “makul”… Ancak “kapsamlı çözüm” de hep “makul” bir yöntem olarak savunuluyordu. Hatta bilhassa doğal gazı, enerjiyi, ekonomiyi odağına alan değerlendirmelerde, “Müzakerelerin başarıya ulaşması kaçınılmaz!” deniliyordu. Fakat bu iddialar dönüp dolaşıp, makul olmayan bir engele, yani milliyetçiliğe takılıp kalıyor. Bu “adım adım çözüm” yöntemi bunu nasıl aşacak? Örneğin, iki taraftaki üniversiteler “adım adım çözüm” sürecinin bir parçası olarak ciddi bir iş birliği içine girdiğinde, milliyetçi çevreler bu küçük adımları daha kolay ekarte etmeyecek mi? Siyaset, “Milliyetçiler ne tepki verir?” sorusuna hapsolarak yapılamaz; fakat soru da ortada durmaya devam ediyor galiba...

Milliyetçilik ortada duran bir olgu, evet. Ama hep orada duracak diye bir şey yok. Mevcut sürer durum onu besliyor. Milliyetçiliği ilgilendiren konuların “kapsamlı çözümle” aşılmaya çalışılması, milliyetçiliğe tek bir çizik bile attırmıyor; fakat “adım adım” yönteminde atılacak adımların farklı etkileri milliyetçi çevreleri pasifize edebilir veya kendi toplumlarıyla karşı karşıya bırakabilir. Örneğin, Türk tarafının Maraş’ı açtığını düşün… Tabii ki milliyetçiler halka dönecek ve “sakın oraya gitmeyin!” diyecekler. Ancak bu defa, o çevreler doğrudan doğruya kendi halklarıyla karşı karşıya gelecekler. Bu da diğer toplumla değil, kendi toplumlarıyla bir tartışma süreci yaşamalarına neden olacak. Kuzey’den Rumlar ile ilgili atılacak her olumlu adım, onların gücünü zayıflatacak. Bu iki taraf için de geçerli. Bir örnek: Maronit köyleri yerleşime açılıyor. Seçilmiş liderleri, “Rumlar dönmeden biz de dönmeyelim” diyerek buna karşı çıktı. Fakat köylü onları umursamadı ve bir süre sonra onlar da köylüyü destekler hale geldi. Yani insanların öncelikleri bazen “ütopik” fikirleri aşabiliyor.

 

“Adım adım çözüm”, aslında yeni fiilî durumlar yaratarak ilerlemek anlamına gelmiyor mu? Kıbrıslı Rumların “Aman KKTC’yi tanımayalım!” endişesi gerçekten atlatılabilir mi? Bu endişe, örneğin elektrik gibi bir konuda “mecburen” aşılabilir… Elektriği almazsan karanlıkta kalırsın –ki o durumda bile karanlıkta kalmayı tercih edenler olduğunu biliyoruz. Fakat, örneğin, eğitimde ya da turizmde iş birliği yapmak, orta ve uzun vadeli bir mesele… Tohum ekildi, diyelim, meyve verene kadar o ağacı taşlayanlar ne olacak?

Bu tip endişelerle ve korkularla hareket ederek kendimizi sonu gelmez müzakere süreçlerine hapsetmek ya da müzakere masalarından kaçmak yerine, endişelerin ve korkuların üzerine gitmemiz gerekir. Mecburiyet ve karşılıklı olduğu sürece bağımlılık kötü bir şey değildir. Yalnız tek taraflı muhtaç olma veya bağımlı olma durumu kötü bir duygudur. Bir ilişkinin sağlıklı olabilmesi için sevgi-saygı kadar, karşılıklı bağımlılık da gerekir. Aynı zamanda, asimetrik ilişkileri mümkün olduğunca simetrik hale getirmek gerekir. Bu ise bizi İngilizce “linkage politics” denilen, “bağlantı siyaseti” diye çevirebileceğimiz bir anlayışa, yönteme zorlar. “Adım adım çözüm”, bu siyaseti kurgulamakta yardımcı olabilir. Örneğin, yeşil hat tüzüğü yeniden düzenlenebilir ya da burada neden başarısız olunduğunun üzerine gidilebilir. Bunu da BM veya başka tarafsız kurumlar yapabilir ve bu da elbette bir “adım” olarak sayılabilir. Olmayanı veya niye olmadığını araştırmak da bir adımdır çünkü. Burada Rumların anlaması ve bizim anlatmamız gereken şudur: Atılacak adımlar statükoyu yani KKTC’yi perçinlemez; Kıbrıslı Türklerin statüsünü daha simetrik hale getirir. Böylelikle, ileride kurulacak Federal Cumhuriyet’te asimetrinin ve çok şikâyet ettikleri aşırı bağımlılığın dayatacağı pozitif ayrımcılık siyasetlerine de gerek kalmaz.

 

“Adım adım çözüm” demek, bütün merkez sağ ve merkez solun yeniden şekillenmesi demek… Bence “adım adım çözüm”, bu açıdan da üzerine düşünmeye değer bir konu. Çözüm paradigması değişirse, siyasi denklemin kaçınılmaz olarak değişeceği iddiasına sen de katılır mısın? Siyaset kurumunun yeni bir paradigmaya şüpheyle bakmasının bir nedeni de “kolaycılık” olabilir mi?

Kolaycılık vardır tabii… Ayrıca kolaycılıkla birlikte muhafazakârlık da vardır. Siyasetçiler için paradigma değişikliği çok riskli bir şeydir. Çünkü ideolojik kompartımanlarda bildik şeyleri yeniden üretmek en az riskli şey olarak görünür siyasetçilere. Fakat bu şekilde, günlük hayat ne iyi ne de kötü yönde değişir. Bu, yavaş yavaş çürümeye yol açar. Örneğin, barışa inandığını söyleyen siyasetçi de, bunun olmayacağını göstermek isteyen siyasetçi de devamlı surette müzakere sürecini referans göstererek seçmenini yanında tutmaya çalışır. Mesela barış taraftarı partinin ileri geleni, barışı söylemsel olarak her gün yeniden üretmesine rağmen, pratikte bir şey yapmaya gerek görmez. Köyünde darmadağın duran kiliseleri ve ötekine ait mabetleri görmezlikten gelir. Örneğin, Kuzey’de yaşayan Maronitlerin, Rumların haklarıyla ilgili spesifik olarak siyaset üreten bir parti var mı Meclis’te bulunanlar arasında? Mal Tazmin Komisyonu önünde kuyruğa girmiş ihtiyaçlı Rum mal sahiplerinin tazminat alacakları yerine, paranın 13. maaş ödemelerine gittiğine bile şahit oldu bu toplum. Bu aynen Rumlar için de geçerlidir. Oradaki barış isteyen partiler Kıbrıslı Türklerin haklarını korumak için acaba ne yapmaktadırlar? Türkiyeli ve Kıbrıslı Türk anne-babaya sahip on binin üzerinde insana pasaport vermemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Yani demek istediğim şu: “Adım adım çözüm”, barışı söylemsel ve teorik kalmaktan kurtarıp, pratiğe dönüştürür. O durumda da artık laf değil iş üretilmesi, yeni siyasetlerin geliştirilmesi kaçınılmaz olur. Çünkü atılacak her adım beraberinde yeni sorumluluklar getirecektir. Böylece, ezberler bozulacaktır.

 

 “Adım adım çözüm” paradigması, Türkiye-AB ilişkilerinin Kıbrıs sorunu bağlamında yaratacağı olumsuz etkileri de bir ölçüde törpüleyebilir. Dahası, “adım adım çözüm” esasen “Kıbrıslı çözüm” mantığıyla bence son derece uyumlu… Peki, soru şu: Dış müdahalelerden sürekli yakınan Kıbrıslılar, Kıbrıslı bir çözüme gerçekten hazır mı?

Çok güzel bir soru. Cenevre toplantısı açıklandığında, Kıbrıslı siyasetçilerin işi yine uluslararasılaştırarak çökertmek istediklerini düşündüm. Kendi söylemleriyle çelişmemek ve masum görünmek için “anavatanları” devreye koymak, Kıbrıslıların son 60 yıldır kullandığı taktiklerin başında geliyor. Birçok konuda anlaşmadan böylesi bir konferansa gitmek, aslında köfteyi mangaldan başkasına aldırtmaya çalışmaktı. Yani eli yanacaksa, onların yansın diye yapılmış bir manevraydı Cenevre toplantısı. BM, bunu maalesef göremedi. Oysa “adım Adım çözümde” iradenin çoğu Kıbrıslılarda olacak ve tabii ki sorumluluğun çoğu da... Kıbrıs’ın dışından gelen etkiler tamamen ortadan kalkmayacak belki… Ancak biz bu işi ne kadar burada, yani Ada’da çözersek, bizim dışımızdaki büyük aktörler, ülkeler de o kadar bu işten uzak durmak zorunda kalacak.

Örneğin, Ada’da 30 bin asker tutuluyor. Bu “ofansif” bir sayıdır, öte yandan maliyetlidir ve sivilleşmek isteyen Kıbrıs Türkünü de rahatsız etmeye başlamıştır. Bunu “defansif” bir seviyeye indirmek için elbette Türkiye’yle müzakere gerekir. Yani “adım adım” yöntemine başvurulursa, müzakereler sadece iki taraf arasında değil, örneğin Türkiye-Kıbrıslı Türkler arasında ya da Kıbrıslı Rumlar-Türkiye; Kıbrıslı Türkler-Yunanistan ve AB arasında da yapılabilir. Böylelikle, her adım sadece Ada’yı değil bölgeyi de dönüştürebilecektir. Umut ettiğim budur.

Bu haber toplam 4293 defa okunmuştur
Etiketler :
Gaile 418. Sayısı

Gaile 418. Sayısı