1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Evet, savaş sürüyor!
Evet, savaş sürüyor!

Evet, savaş sürüyor!

Evet, savaş sürüyor!

A+A-


Pembe Behçetoğulları
pembehcet@gmail.com

Kıbrıs’ta 1974’ten beri savaş yoktur derler; düz yalan. Tam da Temmuz ve Ağustos sıcaklarının içinden geçmiş, kutlamalarımızı yapmış, şükranlarımızı boğazımıza dizmişiz, ne diyorum ben/biz? Evet, ben ve biz, birçoğumuz diyoruz ki, bu savaş bitmedi, şekil değiştirdi. Öyle olmasaydı, her gün trafikte bunca insan ölür, insanlar yakınlarını ve/ya kendilerini av tüfekleriyle vururlar mıydı? Öyle olmasaydı, her gün kanserden sevdiklerimizi, yakınlarımızı, uzak tanıdıklarımızı böyle kaybedip durur muyduk? Evet, savaş sürüyor ve bizler korkunç biçimlerde yaralanıyor, sakatlanıyor, ölüyor, öldürüyoruz. Tek farkı belki; şimdi refah içinde yapıyoruz bunları....

Bizim ülkemizde trafikte önlem olarak sunulanlar şunlar: Belli noktalarda radar kontrolleri, ehliyet ve evrak kontrolleri... Bu kadar. Arada bir şehrin içinde, araba sürerken cep telefonuyla konuşanları yakalayıp ceza yazan bir motorsikletli polis oluyor ama o kadar. Benim oturduğum cadde üstünde (Mağusa’da) hemen her gün ve akşam, aşırı süratle araba kullananlar o kadar çok ki. Henüz herhangi birisinin yakalandığını duymadım. Yine benzer şekilde, şehrin içinde (ya da dışında), sürat sınırının belli olduğu yerlerde sürat yapan, muhtemelen arkadaşlarıyla yarışan ya da hızlı araba kullanmayı sevenlerin, enselerinden tutulup karakola götürüldüğünü de hiç duymadım. Trafik kontrolü dediğimiz zaman sanki tek anladığımız, belli yerlerde 65 ya da 75’e düşüyor musun, düşmüyor musun? Hız sınırının 90 ya da 100 olduğu yerlerde mesela 140’la, 160’la gitmek, trafik güvenliğinin kapsamına girmiyor. O serbest, çünkü süper motorlu araçlarımızla zaten daha yavaş gitmek ‘istesek’ de gitmiyor arabalar...

Trafikle ilgili daha söylenecek çok şey var: Şehirlerarası yollarda ışıklandırmanın yetersizliği, yol kenarı bariyerlerinin eksikliği, yeni yapılan yollarda durma şeridinin olmaması, yeni yapılan çemberler, yeni yolların emniyete ilişkin düzenlemeler yapılmadan trafiğe açılması (o çemberlerin uyumsuzluğunu bir kenara bırakarak söylüyorum bunu), vs... Kısacası, bu ülkede çok ciddi bir trafik sorunu vardır. Meraklısı senede kaç kişiyi trafik kazalarında kaybettiğimizin (yaralananları hariç tutarak) rakamlarını çıkarıp bakabilir. Bu konuda hükümetin, çok hızlı bir şekilde bir çalıştay yapması gerektiğini düşünüyorum; tüm tarafların (karayolları, belediyeler, polis, sivil toplumun diğer ilgili kurum ve kişileri) görüş ve önerilerini paylaşacağı, etkili ve gerekirse sert önlemlerin tartışılacağı, bu konudaki teknolojik ve eğitime dair gerekliliklere ayrılabilecek kaynakların hesaplanacağı, önerileceği bir çalıştaydan söz ediyorum. Tabii birşey daha gerekli sonrasında: bunu uygulayabilecek, uygulatabilecek bir siyasal iktidar ve toplumsal rıza.

Peki, toplumsal rıza derken neyi kastediyorum? Kazaları gördükçe, insanların ‘durup dururken’, başka türlü olması mümkün olduğu halde, yaralanıp, ölüp gittiklerini gördükçe, Kıbrıs Türk halkında yukarda sözünü ettiğim ve bir çalıştayla kararlaştırılabilecek önlemler paketine yönelik rıza geliştirilebilmesi için bunun ‘medya’ yönünün de önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü insanımız, yaşadığı hayatın pamuk ipliğine bağlı olduğunu görse ve her gün bu tip haberleri dinlerken endişesi derinleşse dahi, radar ya da polis kontrollerine dahi tepki koyabiliyor. Hemen her konuda olduğu gibi, bu konuda da, birçoğumuzun eleştiriyi ‘ötekilere’, yani kendisinin dışında olanlara yöneltmeyi tercih ettiğini ve kendisini bu sorumluluktan muaf tuttuğunu biliyoruz, görüyoruz. Bu nedenle toplumsal rızayı biraz daha derinlikli düşünmemiz gerektiği kanaatindeyim. Trafikteki sorunun da yanıtın da bizzat ‘kendimiz’ olduğunu algılamalı ve kabullenmeliyiz. Ve bu çalıştayın bir yönünü de bu oluşturmalı.

Biliyoruz ki, ölümle sonuçlanan çoğu kazada, çok sıklıkla karşımıza çıkan sebeplerden biri aşırı sürat ve içkili araba kullanmak. Son kaza olayıyla ilgili çıkan haberlerin altındaki yorumlara bakıyorum da; sürat de içkili araba kullanmak da eleştiriliyor, hatta lanetleniyor. Oysa, insanlarımızın hemen hemen hepsi içki içilen akşamların ardından evlerine içki içtikleri halde kendi arabalarıyla dönüyorlar. Siz, örneğin Cuma ve Cumartesi gecesi eğlencelerinin ardından evlerine taksilerle dönen kaç kişi duydunuz? Ya da dönerken araba kullanacağı için, o gece ağzına içki sürmeyen –belki ilkinden bir parça daha fazla olsa da- kaç kişi var etrafınızda? Aynı şeyleri sürat için de rahatlıkla söyleyebiliriz. Birçok insan, çok aşırı değilse bile, var olan sürat limitlerinin üstünde araba kullanıyor.

Geçenlerde gördüğüm bir tablo zihnimden bir türlü çıkmıyor. Karpaz-Mağusa yolunda, Mağusa’ya dönüyorum. Yol gidiş ve geliş olarak ayrı şeritlerden akıyor. Yolun sağında, gidiş ve geliş yollarını ayıran yüksek beton refüjün hemen yanında, benim şeridimde kocaman bir köpecik yatıyor; ölmüş. Neden o kadar etkilendiğimi bilmiyorum, mumya gibiydi. Yeni mi ölmüştü, bir gün önceden mi kalmıştı bilmiyorum. Ancak küçük bir kedicik, küçük bir köpecik değildi. O kadar büyüktü ki, arabamla yanından geçmeden önce, bu kocaman şey ne diye düşündüm; insan kadar büyük birşeydi. Ve biz onun yanından geçip gitmekteydik. Ve ben de öyle...

O an şunu düşündüğümü hatırlıyorum: Bizi, ölüme, başka canlıların yaşamlarının yok edilişine bu kadar kayıtsız kılan sistem, bizim ölümümüzü de hazırlıyor; biz de bu nedenle her gün ölüyoruz. Hızla çok önemli işlerimize yetişmeye çalışırken öldürdüğümüz hayvanlar gibi öldürülüyoruz bir gün.

Bu kadarla da bitmiyor; her av mevsiminin ardından sokaklara yollara tarlalara bırakılan köpecikleri öldürüyoruz ya, bir gün işte o tüfekler bize doğru ateşleniyor. Nitekim son zamanlarda av tüfeğiyle yakınlarını öldürme vakaları o kadar çok arttı ki! Öldürenler genellikle erkekler, öldürülenler genellikle ya eşler, ya eski eşler, ya çocuklar... Peki bu kadar haber ardı arkasına önümüze düşüyor da, hükümetimizden tüfeklerin bu kadar yaygın kullanımıyla ilgili herhangi bir önlem, herhangi bir alarm işareti gördünüz, duydunuz mu?

Bu ‘modern’ savaşta yaralanıp, ölüp durduğumuz başka mevzular başka yazıların konusu olsun. Sanırım onları da konuşmak gerekiyor.

Ama unutmamamız gereken şey; savrulduğumuz bu ‘ultra modern’ hayatın içinde serseri mayınlar gibi dolaşırken, ne zaman, hangimizin bir tatsız ‘tesadüfe’ denk geleceğini de hiç bilemiyoruz.

Bu haber toplam 1445 defa okunmuştur
Gaile 283. Sayısı

Gaile 283. Sayısı