1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Partizanlık öyküsü: Devlet Dairesi Mescit mi oldu?
Partizanlık öyküsü: Devlet  Dairesi Mescit mi oldu?

Partizanlık öyküsü: Devlet Dairesi Mescit mi oldu?

Müzeyyen Yeşilada: Topu topu 7 kişiydiler. 3 odacı, 3 memur ve 1 müdür. Taşrada gözden ve gönüllerden uzak iddiasız ve sakin bir Devlet Dairesinin kendi halinde, kimisi kadrolu, kimisi kadrosuz çalışanları idiler.

A+A-

 

 

Müzeyyen Yeşilada

 

Topu topu 7 kişiydiler. 3 odacı, 3 memur ve 1 müdür. Taşrada gözden ve gönüllerden uzak iddiasız ve sakin bir Devlet Dairesinin kendi halinde, kimisi kadrolu, kimisi kadrosuz çalışanları idiler.

 

Mesai saatlerinde daireyi açıp kapayan memurlar, vatandaşla muhatap olan odacılardı. Bir aile gibiydiler. Birbirlerini idare ederler gül gibi geçinip giderlerdi. Mevsimine göre kadın memurlar dairede molohiya, böğrülce ayıklar, eve gittikleri zaman kendilerine daha fazla boş zaman kalmasını sağlar ve ek iş yaparlardı. Erkek çalışanlar ise yine mevsimine göre mahalle mahalle dolaşıp arabanın arkasında karpuz, kavun veya portakal satarlardı. Hatta dondurma sattıkları bile olurdu. “Portakal var” veya “çok güzel kavunlarım var” diye mahalle aralarında bağırmak her ne kadar ağırlarına gitse de bu işi haftanın bir iki günü yaparlardı.

 

Yanlış anlaşılmasın kimsenin kimseden şikayeti yoktu. Yaptıklarının yanlış olduğunu tabii ki bilirlerdi; hatta zaman zaman memuriyetle bağdaşmayan bu fiillerini aralarında konuşurlar ve kendi hallerine gülerlerdi. Ama ek iş yapmak tek seçenekleriydi. Maaşları o kadar düşüktü ki ikinci bir iş yapmak mecburiyetindeydiler. Bu duruma uyum sağlamışlar, yuvarlanıp gidiyorlardı. Dedim ya bir aile gibiydiler, birbirlerini idare ederler gül gibi geçinip giderlerdi.

 

7 kişiydiler. Yaş farkları olduğu gibi aralarında dini, siyasi ve ideolojik farklılıklar da vardı. İlkokul, ortaokul, lise, üniversite ve yüksek lisans olmak üzere her çeşit tahsil kademesini bu dairede bulabilirdiniz. Dini inançlarında da farklılıklar vardı. Bu dairede ateist, dindar, kağıt üzerinde müslüman ve sözde müslüman vardı. Hepsinin de siyasi görüşleri farklı farklı idi. Milliyetçi, faşist, sağcı, solcu ve dinci olmak üzere alaturka bir daire idiler. Zaman zaman aralarında siyasi tartışmalar da olmaz değildi.(En çok da hem gizli hem de aşikar gözetlenen solcu olandı. Halbuki dairede her işe koşulan da oydu.)  Ama bu farklılıklar onları hiç rahatsız etmez hatta bu küçücük daireye garip, kendine özgü bir hava verirdi;  En önemli konuda hem fikirdiler: Müdür de dahil hepsinin de maaşları çok düşüktü. Zaten müdürün de müdürlüğü uyduruktu. Ve hepsi de geçim derdindeydiler. Terfi etme olanakları olduğu halde daha yukarıdaki sadist genel müdürleri sayesinde münhaller bir türlü açılmıyordu. Ve açılacağı da yoktu. Çünkü kimsenin umurunda değillerdi. Ek iş yapmak tek seçenekleriydi.

 

Dindar olan, dindarlığını her haliyle belli ediyordu. Olgun yaştaydı, diğer 6 kişi tarafından sevilen ve sayılan bir insandı. Her gün için namazında niyazında bir adamdı. Daireye takkeyle, bazen de cübbeyle gelirdi. Daireye gidip gelişleri de dini faaliyetlerinden dolayı aksardı. Ama daha yukarıdakilerin buna bir itirazı yoktu. Onu ziyarete gelen başka dindarlar da vardı. Bir araya geldiklerinde hoş bir görüntü olmazdı tabii, hem de resmi bir daire ortamında! Gerçi kimsenin şikayeti yoktu ama o da böyle düşünmüş olacak ki bu sebebten, dairede kullanılmayan atıl vaziyette duran boş bir odayı temizledi, her tarafı kilimledi ve düzenlediği bu odada namaz kılmaya, ziyaretine gelen dindaşlarını da orada kabul etmeye, ruhani toplantılar yapmaya başladı.

Bu durum daha yukarıdakiler ve daha aşağıdakiler ve çevredekiler olmak üzere herkes tarafından ve özellikle de uyduruk müdür tarafından da biliniyordu ama kimsenin de umurunda değildi. Dedim ya bir aile gibiydiler birbirlerini idare ederlerdi. Üstelik dindarın farklı kişiliği daireye renk katıyordu.

 

3 odacı, 3 memur ve 1 müdür, taşrada gözden ve gönüllerden uzakta iddiasız ve sakin bir şekilde, kimisi kadrolu, kimisi kadrosuz olarak çalışırken, bu kendi halindeki Devlet Dairesi dinin azizliğine uğrama talihsizliği ile karşı karşıya kaldı.

 

Bu ufacık daire, 3 odacı, 3 memur ve uyduruk müdürüyle okumalar, üfürükler; karpuz, kavun satmalar, fasulye, molohiya ayıklamalar arasında, kendi halinde görevini yerine getirmeye çalışırken o meşum gün: 3 odacı, 3 memur ve uyduruk müdür  hepsi ters tarflarından uyanmış olacaktılar  ki; gazetelere manşet oldular.

 

‘Devlet Dairesi Mescit mi oldu’ sürmanşetiyle toplumun gündemine yani baş köşeye oturdular; İlk anda neye uğradıklarını şaşırdılar. Aniden şöhret olmuşlardı. Bütün basın, bütün büyük adamlar zift rengi asil arabalarıyle bu küçücük devlet dairesine üşüştüler.

 

3 odacı, 3 memur ve müdür, o günlerde en güzel elbiselerini giydiler, duruşlarına ve konuşmalarına çok özen gösterdiler. Kadın memurlar saçlarını özel olarak daha dikkat çekici renklere boyattılar; makyajlarını özel olarak günün anlam ve önemine yaraşır şekilde yaptılar. Erkek çalışanlar en güzel kravatlarını taktılar, kravatı olmayanlar olanlardan ödünç aldılar; saçlarını biryantinlediler; bıyıklı olanlar bıyıklarını, bıyığı olmayanlar kaşlarını tükürükleriyle düzelttiler, pantolanlarını karılarına ütü yerleri belli olacak şekilde özel olarak ütülettiler. Oturuşlarına dikkat ettiler. Kuşlar kadar hafif, bir gecede şöhret olan arabesk bir şarkıcı kadar şaşkın ve mutluydular.

 

Ama daha yukarıdakiler ve en tepedekiler onlar gibi düşünmüyorlardı. Onlara göre böyle bir şey olamazdı. Nasıl oldu da haberleri olmamıştı? Canları sıkılmış gibi davrandılar, büyük olmanın rengini tavırlarıyla gösterdiler. Saldırgan davranışlar sergilediler. Bıyık altından hafifçe tebessüm ederek dindarı azarlar gibi yaptılar, arkasını sıvazladılar.

Ve en önemli konu üzerinde esaslıca durdular.

‘Bunu basına kim haber vermişti?

Bu affedilecek bir durum değildi.

Haber veren cezasını mutlaka çekecekti.

Dairenin onuruyla oynamak ne demekti görecekti.

Devleti yıkmak kimin haddineydi.

 

Ve şöhretin sarhoşluğu geçtikten sonra 3 odacı, 3 memur ve uyduruk müdür gerçekle yüzyüze geldiler. Pek saygıdeğer büyüklerinin dediklerine göre suçlu aralarındaydı. Ani gelen şöhret onlara hiç iyi gelmemişti. Uyduruk müdür hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi saf değiştirerek büyüklerinin yanında el pençe divan suçluyu bulmak için kahramanca mücadele verdi.

Onlar, 6 kişi, zanlıydılar. Birbirlerine şüpheyle bakmaya başladılar. Hiçbiri ispiyoncu değildi. Onlar arkadaşlarını nasıl ispiyonlardılar? O güne kadar onlar birbirlerini hep idare etmemişler miydi? 6 kişi zanlı görülmekle beraber, esas süpheli, siyasi durumu sakıncalı görülendi. O, ideolojik görüşlerinden dolayı mimliydi. Yani solcuydu. Muktedirlere göre devleti yıkmak bu solcuların en birincil göreviydi.

O, kendisinin ispiyoncu olmadığını kimselere inandıramadı. Dünya alemin bildiği bu mescid olayının ihbarı, ispiyonlaması mı olurdu? Ama onu kimse dinlemedi. Suçu kabul etmesi için üzerinde her türlü pisikolojik baskı denendi. Sürgün edilmek, işten atılmakla tehdit edildi. Her türlü vaat ve baskıya rağmen solcu kardeşimiz kahramanca direndi.

Yapılan tüm araştırmalar sonuçsuz kaldı.

Uyduruk müdür soruşturmaya bizzat katıldı. Mimli solcu ser verdi, sır vermedi; Çünkü ispiyoncu o değildi. Bu olayın açığa çıkması için yalan söyleme makinası bile kullanıldı. Ama bir netice alınamadı.

Bu başarısızlık pek saygıdeğer büyüklerin canını sıktı.

Ve soruşturmaya son verdiler.

Ve oturup bir karar ürettiler.

Ve suçluyu ilan ettiler. 

Suçlu 3 memurdan biriydi. Siyasi sakıncalı, mimli olan solcu yani en korumasızı:

 

O gün uyduruk müdür büyüklerinin talimatıyla 3 odacı ve 3 memurunu toplantıya çağırdı. Ateş saçan gözlerini suçlu ilan edilen memura çevirdi ve “görülen luzum üzerine tüm yetkilerini aldım” dedi. Ve sonra sevgi ve şevkatla dolup dolup taşan çibil gözlerini dindar olan memura çevirdi, “tüm yetkileri sana veriyorum” dedi. Suçlu bulunmuş, suçlunun tüm yetkileri elinden alınarak cezalandırılmış ve aynı zamanda kuş uçmaz, kervan geçmez misali daha ücra bir daireye tayini çıkartılarak, adalet tecelli ettirilmişti!

 

Olayın böyle, adaletli (!) bir şekilde çözümlenmesinden sonra pek saygı değer büyükler de daire ile ilgilerini kestiler ve zift rengi asil arabalarına binip makamlarına geri gittiler. Basın daha cazip konular bulduğu için bu mescit işiyle uğraşmaktan vazgeçti.

 

Artık daire çalışanları eski hayatlarına dönebilirlerdi.

 

Bir müddet dindar dairede namaz kılmadı. Erkek memurlar mahalle mahalle dolaşıp karpuz, kavun satmadı. Ve kadın memurlar bir müddet fasulye ve böğrülce ayıklamadı.

 

Aylar sonra, esas ispiyoncu ( daire içindeki 3 memurdan biriydi ) vicdanı rahat etmediği için, basının bu olaydan nasıl haberdar olduğunu, kendisinin bunu yaparken hiçbir kötü niyeti olmadığını, zaten bu mescid olayının herkesce bilindiğini ve bu olayı gırgır olsun diye bir gazeteci arkadaşına bir sohbet esnasında anlattığını, söylemesine rağmen onun bu sözlerine kimse itibar etmedi ve/veya eder görünmedi.

 

Bu olaydan bir müddet sonra , ‘hak yerini buldu’ ve/veya ‘eden buldu’ ve/veya ‘Allah dert versin, derman vermesin’ özdeyişinde olduğu gibi, uyduruk müdür uzun süren ağrılı ve sancılı bir hastalık yüzünden epeyi zarıncadıktan sonra hakkın rahmetine kavuştu. Ve melekler tarafından Tanrının huzuruna çıkarıldı. Sağındaki meleğin elinde kalın siyah bir defter, sol tarafındaki meleğin elinde de beyaz bir defter vardı. Melekler sırasıyla uyduruk müdürün önce sevaplarını okudular sonra günahlarını okumaya başladılar. Ancak uyduruk müdürün günahları o kadar çoktu ki Tanrı müdahale etmek zorunda kaldı. ‘Son günahını okuyun, ben bütün vaktimi bu soytarıya ayıramam’ dedi. Uyduruk müdür itiraz etmek istediyse de Tanrı’nın yeri göğü inleten sesi duyuldu. ‘Sen dünyada adaletli davranmadın, kullarıma işkence ettin, günah işledin. Cezan sonsuza kadar katranlı kazanda kaynamaktır’ dedi ve ilahi yargılama bitti.

 

Ogün bugündür bizim uyduruk müdür katranlı kazanda kaynamaya devam ediyor da, onu kurtarmaya hakkın rahmetine ermiş, hiçbir büyüğü gidemiyor; çünkü onlar da başka kazanlarda kaynamaya devam ediyorlar. 

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1192 defa okunmuştur