
Kuzey Kıbrıs’ta sisteme alternatif düşünmenin toplumsal ve ahlaki engellerini anlamak - 1- Muhafazakarlık
Mustafa Ongun: Kıbrıs’ın kuzeyinde birçok şeyin ters gittiğini ve bu gidişata dur demenin ancak radikal bir değişimle mümkün olacağını artık hepimiz biliyoruz
Mustafa Ongun
Kıbrıs’ın kuzeyinde birçok şeyin ters gittiğini ve bu gidişata dur demenin ancak radikal bir değişimle mümkün olacağını artık hepimiz biliyoruz. Gerekli olan radikal değişimi gerçekleştirmedikçe şöyle veya böyle, iyi veya kötü, kendi kendimizi yönetme idealinden uzaklaştığımızı da biliyoruz. Diğer bir deyişle, son zamanlarda bile bile yok oluşumuzu izliyoruz. Bildiklerimiz bunlarla da sınırlı değil aslında. Bütün bunlar yaşanırken inanabileceğimiz, ardından koşup mücadele edebileceğimiz, bizi özne yapabilecek, kendimizi yönetmemizi sağlayacak net bir alternatifin olmadığının da pekala farkındayız. Önümüze konan ekonomik pakete karşı olan tutumumuzun eleştiriden daha öteye gidememesi de zaten bunu kanıtlıyor gibi. Günün sonunda, toplum olarak çoğunluğun inanabileceği net bir alternatif üretemiyoruz ve bunun sonucunda ise bize biçilen alternatiflere ya isyan edip hemen ardından susuyoruz, ya da kabul edip boyun eğmek zorunda kalıyoruz.
Sadece, sayıları pek fazla olmayan, belli bir kesim alternatif üretmenin önemini anlayıp ortaya bir şeyler koyamaya, alternatifler üretmeye çalışıyor. Yine sadece bu kesim toplumun esas problemini - yani alternatif üretme kısırlığını - görüyor ve bir şekilde bu problemi aşmaya çalışıyor. Ancak onlar da günün sonunda bir türlü çoğalamıyor ve azınlıkta kalıyor. Bu yazı alternatif üretmenin önemli olduğunu düşünmekle birlikte “alternatifin ne olması gerektiği” üzerine düşünmeyecektir. Yazı daha ziyade çoğunluğun inanabileceği, uğruna fedakarlık yapabileceği bir alternatifi üretmekten neden bu kadar yoksun olduğumuz üzerine duracaktır. Bu anlamda da en azından alternatif üretmek kadar önemli bir uğraş olma iddiasında olacaktır – ve tek bir yazı da olmayacaktır.
Öncelikle şu ön-kabulü ortaya koyarak başlayalım. Her topluluğun veya toplumun kendi kendini yönetebilme ve kendi için en iyi olana karar verebilme yetisi vardır. Bu - en azından demokrasiye inananlarımız için – kolayca kabul edilebilir bir varsayımdır. Kıbrıslı Türkler ve genel olarak Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan hiç kimse ortalama insandan daha aşağı değildir. Her insan gibi bizlerde belli bir kapasiteye ve yetiye sahibiz. Aristoteles’in de vurguladığı gibi İnsan bir potansiyeller bütünüdür ve bu potansiyellerin hangisinin daha baskın olacağı toplumsal, ekonomik ve siyasi koşullara bağlıdır. Anlatmaya çalıştığım basitçe şudur: bizim kendi kendimizi yönetmek için alternatif üretme yetimizi baskılayan aslında özümüz değildir. Özümüzde İngiltere’de, Türkiye’de veya Amerika’da yaşayan insanlardan bir farkımız yoktur. Alternatif üretme yetimizin gelişmesini engelleyen özümüzden/doğamızdan ziyade toplumsal ve siyasi yapımızdır.
Daha şimdiden “toplumsal ve siyasi yapımızın sorunlu olduğunu hepimiz biliyoruz ve bunu söylemek bizi bir yere götürmüyor” dediğinizi duyabiliyorum. TC’ye bağımlılık, yozlaşmış siyaset, Kıbrıs sorununun çözülmemesi ve bunun gibi sorunların tekrarlanmasından artık hepimizin sıkıldığını pekâlâ farkındayım. Bu sorunları tekrar etme gibi bir niyetim de zaten yok. Dahası, bu sorunların ötesine geçmeli ve bu pek bilindik problemlerin aslında bilinmedik yönlerini ortaya çıkarmamız gerektiğini düşünüyorum ve bu yazıda da aslında bunu yapmayı hedefliyorum. Çünkü alternatif üretmememizin bir nedeni de problemlerimizi ezberlememiz ve problemlerimizin farklı boyutlarını göremememizdir diye düşünüyorum.
Peki nedir bu hepimizin bildiği problemlerin bilinmedik yanları? Birincisi toplumsal ve ahlaki muhafazakarlıktır. Toplumumuzda muhafazakar bir karakter yapısı hakim olmuş durumdadır ve o çok bildik sorunlarımızı çözsek bile bu sorunlardan hemen kurtulacağımızı söylemek mümkün değildir. Bu muhafazakar karakter yapısı radikal alternatifler üretmek için çaba göstermeyi, düşünmeyi ve hatta alternatif olasılığından bahsetmeyi bile rahatsız edici bulmaktadır. Bu muhafazakar yapıdan zaman zaman bazılarımız bahsetse de, günün sonunda işin özünü, yani alternatif üretmemizi engelleyen yanını, kaçırdığımızı söylemek mümkündür.
Yalnız bahsettiğim türden muhafazakarlığın ne olduğuna ilişkin derinlemesine bir inceleme yapmadan önce, Kuzey Kıbrıs’taki muhafazakalığı anlamamızı engelleyen bir noktaya parmak basmak oldukça önemlidir. Muhafazakarlığın anlaşılmasını zorlaştıran en önemli etken, toplum içinde ve popüler medyada muhafazakarlığın din ile birebir eşleştirilmesi ve bizim dinci olmadığımızdan dolayı muhafazakar olmadığımız kanısıdır. Elbette muhafazakarlık çoğu koşulda din ile örtüşmektedir ancak birazdan da anlatacağım gibi bizim için bu durum geçerli değildir. Dahası, geçerli olmamakla birlikte muhafazakarlığın din ile ilişkilendirilmesi bizim ilerici (veya aydın) bir toplum olduğumuz yanılgısını da beraberinde getirmektedir. Halbuki dinci olmasak da toplumsal yapımızda oldukça muhafazakar unsurlar bulunmaktadır. Bu unsurları görebilmek için dinci olmamanın bizi doğal olarak ilerici yapmadığını anlamamız gerekir.
Muhafazakarlığın babası olarak bilinen Edmund Burke, “Fransa’da İhtilal Üzerine Düşünceler” (Reflections on the Revoulution in France) adlı makalesinde muhafazakarlığı var olan geleneksel kurumların, otoritenin, ahlakın ve geleneğin korunması olarak adlandırmaktaydı. Yani Burke’tan günümüze en genel anlamda muhafazakarlık var olanı korumak ve devrimci denilebilecek her alternatif değişimin karşısında durmak olarak anlaşılabilir. Kıbrıs’ın Kuzey’inde bu anlamdaki muhafazakarlığın en azından 2 temel özelliğinden bahsedebiliriz.
Otorite ve Muhafazakarlık
Birincisi aile, okul, örgütlenme gibi kurumlarda otoritenin pek de sorgulanmamasıdır. Yani, otoritenin sorgulanmasının tehdit olarak algılanması ve bireylerin otoriteyi sorgulamak yerine otoriteyi her koşulda tasdik etmesi. Bu türden muhafazakarlığın temellini aile ve okul yapımızda görmek mümkündür. Aile’de çocukların ve kadının hareketleri baba tarafından sorgulanabilirken, babanın hareketleri diğer bireyler tarafından pek de sorgulanmamaktadır. Örneğin bir annenin veya kız çocuğunun arkadaşlarıyla dışarıya çıkması baba tarafından sorgulanırken, babanın bu türden hareketlerinin sorgulanması normal olmayan bir davranış olarak görülmektedir.
Aynı şekilde okullarımızda da otoritenin sorgulanması pek mümkün değildir. Ders kitaplarını ezberlemek, verilen bilginin doğruluğunu sorgulamamak, öğretmenin her dediğini yapmak ve saatlerce ders çalışmak başarıya giden yegâne yol olmuştur. Aynı şeyleri iş yeri ve siyasi örgütlenme için de söyleyebiliriz. Kurallara uyanlar, babasının, öğretmeninin, başkanının, yöneticisinin sözünden çıkmayanlar “iyi” ve “başarılı” bireyler olmaktadırlar. Kurallara uymayanlar, söz dinlemeyenler, otoriteyi sorgulayanlar sapkın ve anormal olarak fişlenmektedirler. Burada anlatmaya çalıştığım kurallara uymamak veya söz dinlememek gibi özelliklerin baskın olmasının ilerici, anti-muhafazakar ve alternatifleri düşünebilen bir toplumu doğuracağı değildir. Anlatmaya çalıştığım bu tür özelliklerin aile, okul vs. gibi kurumlarda hemen fişlenerek kötü özellikler olarak dışlanması ve bunun da alternatif düşünceyi engelleyen bir muhafazakarlık ortaya çıkardığıdır. Oysa alternatifleri düşünebilmek ve bu alternatiflerin gerektirdiği fedakarlığı ortaya koymak kuralların dışına çıkmayı, otoriteyi sorgulamayı ve değiştirmeyi gerektirir.
Bunun dışında alternatifleri düşünebilmek bireylerin otorite ve gelenek dışında fikir geliştirebileceklerini bilmelerini de icap eder. Ancak baskın olan aile, okul, örgütlenme ve iş yeri kültürümüz böyle bir sorgulamaya ve farklılaşmaya mahal vermemekte olduğu da açıktır. Birey olmaya çalışanlar ve bu bağlamda otoriteyi sorgulayanlar, otoritenin bilgisini kabul etmeyenler, kendi doğrularını bulmaya çalışanlar bizim ülkemizde sapkın, radikal veya garip insanlar olarak nitelenirler. İşte muhafazakar bir karakterin oluşmasını ve bunun sonucunda sisteme alternatif düşünemememizin toplumsal ve ahlaki nedenlerden bir tanesi de budur.
Anti-entelektüellik ve Muhafazakarlık
Alternatifleri düşünmemizi engelleyen ikinci genel nedeni ise entelektüele karşı takınılan ve çoğu zaman muhafazakarlıktan kaynaklanan bir tavırdır: Entelektüel çaba “boş iş” olarak görülmektedir. Alternatif bir sistemin, ideolojik ve etik bir duruşun mümkün olduğunu düşünmenin politikacılarımızdan tutun da akademisyenlerimize kadar “boş” veya “çocukça işler” olarak anlaşılması bunun en iyi kanıtıdır. Toplumumuzda entelektüellerin boş işlerle uğraşanlar olarak algılanmasını felsefeye verilen değere bakarak da anlayabiliriz. Felsefe entelektüellerin kendilerini geliştirebilecekleri ve alternatif biçimlerde düşünmeyi öğrenebilecekleri önemli disiplinlerden biri olarak kabul görürken, bir “üniversite” adası olan Kıbrıs’ta neredeyse hiçbir üniversitenin felsefe bölümü yoktur. Bölümün olmaması bir yana, birçok akademisyen çalıştıkları alanın felsefesinden uzak kalmakta ve felsefeyi gereksiz (ve hatta saçma) görmektedirler. Bu aslında hiç de rastlantısal değildir. Bu durum üniversitenin fonksiyonunun ne olduğu ile ilgili de bize bir şeyler söylemektedir: Bugün üniversiteden sistemi değiştirmesi değil, sistemdeki genel yapıyı olduğu gibi devam ettirmesi beklenmektedir. Bu nedenle entelektüel seviyenin yükselmesini sağlayacak ve dolayısı ile sisteme alternatifler düşünebileceğimiz felsefe disiplini hem bölüm olarak, hem de hukuk, ekonomi, siyaset bilimi gibi önemli bölümlerden gereksiz olarak dışlanmaktadır. Felsefenin gereksizliği ise bir anlamda entelektüelin de gereksizliği olarak yorumlanmalıdır.
Alternatiflerin hayata geçirilmesi çoğu zaman entelektüellerin işi olmasa da, alternatiflerin ortaya çıkması tarihsel olarak genelde entelektüellerin görevi olmuştur. Avrupa’yı radikal bir biçimde değiştiren aydınlanma çağı, bilimsel devrim, sosyalizm, feminizm, komünizm ve bunlar gibi birçok alternatif hareketler öncelikle entelektüellerin alternatifleri olarak ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, Gramsci’nin de ortaya koyduğu gibi, değişimi getirebilecek herhangi bir toplumsal hareketin entelektüellere ihtiyacı vardır. Çünkü alternatifleri kavramsallaştıracak (bir ideoloji haline getirecek) ve dolayısı ile hareketin fikirsel paylaşımını kolaylaştıracak olanlar entelektüeller olacaktır. Ancak bizim toplumumuzda entelektüel ve onun akademik disiplini felsefe genelde gereksiz, sorun çıkaran ve bir işe yaramayan olarak tanımlanmaktadır. Bu da sonuç olarak kokuştuğunu bildiğimiz bu sisteme alternatifleri üretmemizi engelleyen bir başka sebep olarak geri dönmektedir.
Çözüm ise “kahrolsun faşizm, AKP, UBP ve diğer hegemonyalar” diyerek gerçekleşmeyecektir. Çözüm, görüldüğü üzere, muhafazakar ahlaki ve toplumsal yapımızı değiştirebilecek yenilenmeleri gerçekleştirmekle sağlanacaktır. Bu değişimlere de aile, okul ve üniversitede ile başlamalıdır çünkü alternatif düşünceyi engelleyen temeller - Ankara’da değil - bu kurumlarda atılmaktadır. Ancak bu farklı yapılanmalar üzerine yoğunlaşmadan önce sanırım sisteme alternatif düşünmenin bir başka toplumsal ve ahlaki engelinden de bahsetmemiz gerekmektedir. Bu engel pragmatist ahlaki ve toplumsal yapıdır. Bir sonraki yazıda da bu yapılar üzerinde duracağız ve bazı çözüm önerileri ortaya atacağız…
(Devam edecek)

















