1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. ‘Geçmiş’in Hasreti ve Dehşeti..
‘Geçmiş’in Hasreti ve Dehşeti..

‘Geçmiş’in Hasreti ve Dehşeti..

‘Geçmiş’in Hasreti ve Dehşeti..

A+A-

 

 Hakkı Yücel
 yucelh@kibrisonline.com


Yer yer sararmaya yüz tutmuş siyah beyaz bir fotoğraf. Bir kasaba ilkokulunun verandasında,  üzerinde siyah önlüğü, altında kısa pantolonunun ucu görünen, kömür karası saçlarıyla küçük bir çocuk, hazırol vaziyetinde duruyor. Okulun açıldığı ilk gün olabilir, ya da sonraki günlerden biri..Hangi gün olursa olsun fark etmiyor, her sabah yapılan şey aynı. O veya bir başka öğrenci basamaklarla çıkılan verandaya geçiyor ve ‘andımız’ı okuyor: “Türküm, doğruyum, çalışkanım....” Toplu ayin ve onun kutsal retoriği..Bugün sıra onda..Kolları gövdesine yapışmış, hazırol vaziyetinde, gözlerini karşıya dikmiş, uzaklara bakıyor.  Heyecandan biraz da -biraz mı- titriyor olmalı. Hesaplamaya çalışıyorum, arkasında tarih yok ama en azından yarım asırlık bir fotoğraf bu.. Bir insan ömrü için az buz değil, oldukça uzak bir geçmişe ait. Baktıkça, fotoğrafların zamanı durduran, daha doğrusu donduran gücü karşısında yaşanan o tuhaf iç ürpertisini hissediyorum. Çoktan geçip gitmiş bir an içinde donup kalan, ebedileşmiş hâl, zamanın hükmünü nasıl da geçersiz kılıyor.. Öyle ya, zamanın donduğu o fotoğraf karesindeki insan hiç değişmiyor, hep o anki haliyle kalıyor..Ne var ki saadeti çok uzun sürmeyen tatlı bir rüya, hoş bir yanılsama bu.. O fotoğrafta hiç değişmeden duran görüntünü(zü)n, gerçeğin sadece bir parçası olduğunu ve hayatı(nızı)n da tek başına o parçanın değil, sayısız parçaların toplamı olduğunu yaşayarak -ve yaşlanarak- öğreniyor(sun)uz. Rüya kısa sürüyor ve bir kâbusa uyanıyor(sun)uz. Fotoğrafın ebedi kıldığını hayat geçici kılıyor ve de değiştiriyor. ‘Geçmiş’i aynı anda hem ‘hasret’ hem de ‘dehşet’ duygularıyla anıyor olmamızın nedeni yoksa bu mu?  Bu soru aklıma düşünce elim yine bir kitaba uzanıyor. Hayat kitaba sığmıyor belki ama kitapsız hayatın anlamı da hep eksik kalıyor.

“Benden Önce Bir Başkası” (Nurdan Gürbilek, Benden Önce Bir Başkası, Metis Yayınları, İstanbul, 2011), içinde birbirinden çarpıcı ve bir o kadar da ufuk açıcı denemelerin yer aldığı özgün bir çalışma. İşte o denemelerden bir tanesi olan “Tanpınar’da Hasret, Benjamin’de Dehşet” başlıklı yazısında (s.93-137) Gürbilek, ‘geçmiş’ üzerine kafa yormuş bu iki önemli ismi, o ‘geçmiş’e yönelik yaklaşımları, değerlendirmeleri, çıkarsamaları ve bugünle kurdukları ilişki  bağlamında mukayase ediyor; yollarının nerede kesişip nerede ayrıldığını bulmaya çalışıyor.

Bir edebiyat ve düşünce insanı olarak Ahmet Hamdi Tanpınar,  ‘geçmiş’i  “hayatın mucizevi olan devam”lılığını içkin bir ‘rüya’olarak algılıyor ve bugünü yeniden kurarken, onun bu “süreklilik” halini, bugünün kurucu ve iyileştirici unsuru olarak kabul ediyor. Böyle düşündüğü için de çoğunlukla unutulmaya yüz tutan o ‘geçmiş’e hep büyük bir ‘hasret’ duyuyor. Felsefe, tarih ve edebiyat (daha doğru bir ifadeyle deneme) üçgenin ortasında duran ve eleştirel anlayışı esas kabul eden bir düşünce insanı olarak Walter Benjamin ise ‘geçmiş’e bakarken Tanpınar kadar iyimser görünmüyor; ona ‘hasret’ duyarak değil, ‘dehşet’ duyarak bakıyor. O ‘geçmiş’te yaşananların muhafaza edilerek bugüne taşınmasını ‘dehşet’in yeniden üretileceği bir süreklilik olarak değerlendiriyor. Böyle öngördüğü için de bugünün inşasında bu sürekliliği parçalayacak radikal kopuşlara ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Benjamin’in ‘geçmiş’i ‘hasret’ duyulacak bir ‘mutluluk rüyası’ değil, büyük oranda ‘dehşet’e düşülen bir kâbus olarak değerlendirmesi için yeterli sebebi var. Biraz daha açmaya çalışalım..

İkisinin ortak yanları ‘geçmiş’e atfettikleri önem. Bugünün inşasında onu vazgeçilmez kabul ediyorlar. İkisi de “geçmişin hayaletinin-kâbusunun bugünün üzerinde dolaştığında” hemfikir. Farkları, durdukları yerden ve anlayışlarından kaynaklanıyor. Tanpınar, dağılan bir imparatorluktan (Osmanlı İmparatorluğu’ndan) geriye kalan son sınırlı toprak parçası üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni, tarihin sürekliliği içinde ‘geçmiş’in ‘rüya’sını koruyup  inşa etmenin esas olduğunu kabul ediyor. Yeni bir ulus-devlet kurulmakta olduğu gerçeğinden hareketle daha çok ‘ulusal’ kaygıları öne çıkarıyor. Bu noktada muhafazakârlıkla Kemalist bir çizgide gidip geliyor olmanın paradoksunu da yaşıyor. Şöyle ki, ‘geçmiş’in kültürel sürekliliğine ve onun muhafazasına vurgu yaptığı oranda muhafazakârlığa yakın dururken, ulusal dürtü ve taleplerin baskın olduğu durumda ‘geçmiş’le kurduğu ilişkide daha radikal olan -sürekliliği bozan- Kemalist konuma yerleşiyor. Yine de şunu söylemek mümkün: Daha çok bir kültür insanı olan Tanpınar’ın temel problematiği ‘Doğu-Batı’ ikilemi; buradan hareketle “milli-hâlis”bir ‘kültürel sentez’ üretmenin uğraşını veriyor. İçinde, yıkılan ve ‘geçmiş’te kalan imparatorluğun ‘hasret’i,  yaşanacak ‘son ev’ olarak kabul ettiği, bu yüzden de üzerine titrediği yeni ‘ulus-devlet’ ve ‘ulusunun’ kültürel koordinatlarını belirlemeye çalışıyor; bunun da kültürel sürekliliğin muhafazası sonucu gerçekleşeceği inancını taşıyor .

Batı merkezli, dünya savaşlarının ve adım adım genişleyen holocaust’tun yakın tanığı, hep sürgün ve adeta yurtsuz yaşayan Benjamin ise, Marksist düşünce dünyasından da hareketle (Benjamin bir Marksisttir) Tanpınar’dan farklı olarak, ‘ulusal’ değil ‘sınıfsal’ kaygıları öne çıkarıyor; savaşları ve yıkımlarıyla bir kan gölüne dönüşen ‘geçmiş’i buradan değerlendiriyor. Böyle olduğu için de, o (zalim) ‘geçmiş’i ‘hasret’ duyulan bir rüyadan ziyade ‘dehşet’ duyulan bir kâbus olarak yaşıyor. O ‘geçmiş’in kültürel süreklilik halinde bugünde muhafazası yerine, o süreklilik halinden radikal kopuşları öneriyor. Trajik yaşamı ise Benjamin’in yaşadığı ‘dehşet’ duygusunu yeterince haklı çıkarıyor. ‘Yersiz-yurtsuz’ bir sürgün olan Benjamin gidecek yeri (evi) olmadığı için, Nazi mezaliminden kaçarken Fransa-İspanya sınırına takılıyor ve orada intihar ediyor.

Düşünüyorum: Bugünün yeniden inşasında Tanpınar’ın ‘hasret’, Benjamin’in ise ‘dehşet’ duyarak baktıkları ‘geçmiş’ karşısında sergiledikleri bu farklı tavır,  ne anlam ifade ediyor? Ya da bugünün inşasında ‘geçmiş’, ‘hasret’ duyulacak bir rüya veya ‘dehşet’ duyulacak bir kâbustan mı ibarettir? Gerek Tanpınar, gerekse Benjamin ‘modern dönem’in edebiyat-kültür-düşünce insanları. İdeolojik sınırları keskin, hayata ve dünyaya baktıkları yer, her şeye rağmen, ziyadesiyle bu ideolojik kapsamla kuşatılmış. Bir başka ifadeyle gördükleri şeyler bu sınırlar dahilinde anlam kazanıyor. Böyle olduğu için de büyük oranda yekpare-homojen.. Nitekim Tanpınar’ın “ulusal” kaygıları onu, ait olduğu ‘ulusun-ulus devletin’ varlığıyla sınırlıyor. ‘Geçmiş’i oradan görüyor; bugünü ve geleceği oradan tasarlıyor; ona duyduğu ‘hasret’i ulusun-ulusal olanın haşmetiyle ilişkilendiriyor. Benjamin’in dünyayı tarihsel-siyasal-ekonomik zemin üzerinden anlamlandırmaya çalışması ve ‘sınıfsal’ kaygılarla hareket etmesi ona olaylar karşısında daha geniş bir alan açıyor; ulusun-ulusal olanın ötesine geçebiliyor. Dünyanın savaşlarıyla, kıyımlarıyla, adaletsizlikleriyle bir ‘dehşet’ tablosu oluşturduğu gerçeğiyle daha doğrudan yüzleşiyor. Bugüne ve geleceğe yönelik olarak bu ‘dehşet’ tablosundan kurtulmanın, bu sürekliliği değiştirecek kopuşlarla gerçekleşeceği tespiti daha bir anlam kazanıyor.

Ne var ki, hangi dürtülerle olursa olsun hayatın değişken dinamiği, mahiyet farkı gözetmeksizin ideolojik totalitelerin kapsamıyla sınırlandırılamıyor. Bu değişken dinamik çok daha geniş ölçekli, farklılıkları bir arada tutacak anlayışları, hasılı bugünün gerçeklerini kuşatacak yeni bir zihniyet dünyasını zorunlu kılıyor. Yirmibirinci yüzyılın hakikati de işte tam bunu işaret ediyor. Herhangi bir ulusun, ya da herhangi bir sınıfın hakimiyeti altında yaşanacak bir yer olmaktan çıkacağı, faklılıkların birarada, birbirlerinin hak ve özgürlüklerine saygı duyacağı, adaleti ve hakkaniyeti gözeten, demokratik siyasi-hukuki-kültürel düzenlemelerin denetimi altında kurulacak yeni bir dünyadır bu. Böyle olduğu içindir ki bugünün üzerinde hayaleti-kâbusu dolaşmaya devam eden ‘geçmiş’ de bundan nasibini alacak, bugünle birlikte o da değişmek zorunda kalacaktır.

Yarım asır öncesine ait o siyah-beyaz soluk fotoğrafa ve o fotoğrafta ‘andımız’ı okurken donmuş bir kare halinde ebedileşen küçük çocuğa son bir kez daha bakıyorum. Sonra geçtiğimiz günlerde Türkiye’de AKP iktidarının Başbakan Erdoğan tarafından açıklanan ‘Demokratikleşme Paketi’nde - açıklamadan sonra karpuz gibi ikiye bölünen,  mezkûr pakete yönelik koşulsuz ‘güzellemeler’le  top yekün ‘karalamalar’dan ibaret karşıt saflaşmaların, amigo tavırların kolaycılığını bir yana bırakarak- yer alan, seksen yıldır okullarda her sabah okunmakta olan‘andımız’ın, önümüzdeki günlerden itibaren artık okunmayacağı, bu uygulamanın sona erdirileceği kararını hatırlıyorum. Bu kararı, o donmuş fotoğraf karesinde ebedi kılınan hâlin, geçen zaman ve hayatın değişken dinamiği karşısında geçici kılındığının ve değişmesi gerektiğinin ilânı olarak anlıyor ve önemsiyorum.

Bugünün dünyası yeniden kurulurken, ‘geçmiş’in bir ‘hasret’ ve ‘dehşet’ nesnesi olmaktan çıkarılması, bu dünyayı insanlığın ‘ortak evi’ne dönüştürecek, onun siyasal-düşünsel-kültürel harcını yoğuracak yaşam enerjisini üreten dinamik bir güce dönüştürülmesi büyük önem arz ediyor. Bu yolda atılacak olumlu adımların desteklenmesi de işte bunun için gerekiyor.

Bu haber toplam 2201 defa okunmuştur
Gaile 235. Sayısı

Gaile 235. Sayısı