1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. GECE DEFTERİ’nden -6- Gece: ‘Gerçek(lik)’in Öteki Yüzü!
GECE DEFTERİ’nden -6- Gece: ‘Gerçek(lik)’in Öteki Yüzü!

GECE DEFTERİ’nden -6- Gece: ‘Gerçek(lik)’in Öteki Yüzü!

Gündüz güneşinin gözlerimizi kör ederek göremediğimiz -bu yüzden çoğu kez yanıltıcı- birçok şeyi (fiziksel yoksunluk) görebilmemizi, hissedemediklerimizi (duygusal yoksunluk) hissedebilmemizi sağlayan yaratıcı bir kudret yok mu orada?

A+A-

HakkıYücel
hkyucel52@gmail.com

Şubat 2013                         

 “Ve gece yarısından sonra başlar tehlikeli hakikatlerin baş döndürücü sarhoşluğu.”                      E.M.Cioran.

“Karayip plantasyonlarındaki köleler iki farklı dünyada yaşarlardı. Bir gündüz dünyası vardı: Beyaz dünya. Bir de gece dünyası: Büyüsüyle, ruhlarıyla, gerçek tanrılarıyla Afrika dünyası. Gün içinde aşağılanan, paçavralar içindeki adamlar, bu dünyada -hem kendi, hem arkadaşlarının gözlerinde- krallara, büyücülere, savaşçılara, yeryüzünün gerçek güçleriyle temas kuran, mutlak güce sahip varlıklara dönüşürlerdi. [….] Gecenin Afrika dünyası, bilinmeyenlerin, köle sahiplerinin gözünde bir yalanlar dünyası, çocukça bir dünya, bir karnaval olabilirdi. Ama Afrikalıların gözünde […] tek gerçek dünya oydu; beyaz adamları hayalete dönüştüren ve plantasyondaki hayatı önemsiz bir düşe çeviren dünya.” 

Bu satırları, Milan Kundera’nın denemelerinin yer aldığı ‘Bir Buluşma’ (Can Yayınları) kitabında, gecenin çöl ıssızlığını bıçak gibi kesen rüzgârın uğultusu camları sarsarken okuyorum. Trinidadlı yazar Naipaul’a aittiler ve Afrikalıların çileli yaşamlarının kıskacında ‘gece dünyasına’ yükledikleri farklı anlamları, orada gerçeğin -onlar için ne de zalim bir çileydi o- nasıl bir başka (düşsel) gerçeğe dönüştü(rüldü)ğünü dile getiriyordu. Okuduklarımın anlam yükü mü yoksa düş yükü mü ağır geliyor, ‘yanıtını ara da bul’ diyen uzun bir soru düşürüyor önüme: Beyaz adamın yağmaladığı, kana boğduğu o kıta coğrafyasının üzerine çöken gecenin içinde gezinmeye başlayan bu düşsel hakikat orada yaşayan çilekeş insanların azap çeken ruhlarını okşamaktan öteye geçemeyen bir yanılsama mıydı; henüz karşılığını bulamamış bir isyanın karanlığın perdesinde zuhur eden ve bir an için de olsa bağlı oldukları esaret zincirlerini çözerek onlara özgürlük havasını solutan hayaleti miydi; kimilerince değme oryantalist bir yazar kabul edilen Naipaul’un beyaz adamın gözünden kara Afrikalıya atfettiği -çok da aşağılayıcı olan- egzotik bir naiflik miydi; yoksa orada yaşayan insanların ortak bilinçaltına şimdilik bir düş ama yakın gelecekte kurtuluşu müjdeleyen somut gerçeklik olarak tekabül edecek olan bir varoluş hali miydi? Bunları düşüne durayım, Kundera yaptığı alıntının sonrasında ressam Ernest Breleur’un tablolarını hatırladığını söyleyerek, o tablolarda da -en azından ilk dönem tablolarında-‘gece’nin vazgeçilmez bir dekor olarak kullanıldığının altını çiziyor, yine gece’nin “yanıltıcı gündüzün öteki yanında bulunan ‘gerçek dünya’yı gösterebilen” tek dekor olarak kullanıldığına dikkat çekiyordu. Ona göre bu resimlerde, Naipaul’un satırlarında da ifadesini bulduğu gibi, Afrikalının “siyah kimliği bütün çarpıcı gerçekliğiyle mevcuttur” ve bu resimler “her şeyden önce gece saltanatının dünyasıdır; ikincisi, her şeyin efsaneye dönüştüğü dünyasıdır […] ve son olarak da, zalimliğin dünyasıdır.” 

İşte bir kez daha kelimelerin/dilin (edebiyatın-sanatın kelimelerinin/dilinin) mucizesine tanık oluyor, hele usta bir yazarın elinden/dilinden çıkmışsa, okuyanda nasıl da anlam ve duygu çokluğuna yol açtığının ayrıcalıklı deneyimini yaşıyorum. Öyle ya, bir imge olarak ‘gece’nin (bu bir başka imge de olabilirdi kuşkusuz), önüm sıra, doğurgan (düşsel) bir gerçeklik olarak açığa çıkmasında -çok mu abartıyorum- mucizevî bir yan yok mudur? Aksi ne kadar söylenebilir: Burada akılcı zihnin (bir bakıma bilincin) duygusal zihinle (bir bakıma bilinçaltıyla) büyük buluşması -belki daha doğru bir ifadeyle duygusal zihnin akılcı zihne galebe çalan büyük buluşması demeli; edebiyat-sanat tam da bu buluşmadan doğmuyor mu en çok?-, gündüzün (Kundera gibi söylersek “yanıltıcı gündüz”ün) öteki yüzü (bunu gerçekliğin öteki yüzü olarak da okumak mümkün) olarak geceyi salt karanlık olmaktan –kendi olmaktan- çıkarıp çok daha fazlasına

-kendinden çok daha fazlasına- dönüştürmüyor mu?  Gündüz güneşinin gözlerimizi kör ederek göremediğimiz -bu yüzden çoğu kez yanıltıcı- birçok şeyi (fiziksel yoksunluk) görebilmemizi, hissedemediklerimizi (duygusal yoksunluk) hissedebilmemizi sağlayan yaratıcı bir kudret yok mu orada?

Sadece bu kadar değil, dahası da vardır: O da imgelerin edebiyat-sanatla çoğalan/çeşitlenen temsiliyet gücünün okurunu/izleyicisini kolaylıkla bir zamandan ve mekândan bir başka zamana ve mekâna götürebilmesi ve bunun da bireylerin zihinsel/duygusal dünyalarında çoklu karşılık bulmasıdır. Edebiyatın-sanatın vazgeçilmezliği/zenginliği de buradan kaynaklanmıyor mu; ve asıl ‘öğrenme’ serüvenin büyük eksiği ‘anlama’ serüveni işte burada devreye girmiyor mu? Misal, bu gece, şu anda okuduklarımın beni birdenbire bir başka ‘gece’ kitabına alıp götürmesi o zenginliğin ifadesi değil mi, bu zenginlik anlam ve duygu çokluğu/yoğunluğu olarak bir karşılık bulmaz mı? Hangi kitaba mı?  Bilge Karasu’nun 75 Nisan-76 Mayıs tarihleri arasında yazdığı ancak on yıl sonra (1985) yayınlanabilen/yayınlayabildiği ‘Gece’ romanına.(Örnekleri çoğaltmak mümkün)  Yazılış dönemi itibarıyla 12 Mart karabasanı ile örtüşüyor olmakla beraber, yayınlanış tarihi bakımından 12 Eylül’ü de (bir başka cehennem) kuşatan, ancak konunun/sorunun evrenselliği göz önüne alındığında (otoriter rejimler, baskı, bireysel/toplumsal çözülme, korku/ endişe, varoluş sancılar vb. her zaman, her yerde) başka zamanlar ve mekânlarda da karşılık bulan Karasu metninde de imge olarak ‘gece’ çok boyutlu/doğurgan bir anlam ve işlevsellik kazanıyor. Gece’nin karanlığının belirsizlik olarak metnin üzerine örtünmesi ve buradan hareketle Karasu’nun özgün anlatı/biçimsel tercihi, gerek kurgu gerekse içerik olarak metni çok katmanlı bir yapıya dönüştürüyor. Bu da metne içkin gerçekliğin okurun zihninde ve duygu dünyasında çoklu karşılık bulmasına vesile olurken, bu zorlu serüvenin temel tutamağı olan ‘gece’ de, bir kez daha gündüzde eksik kalanların (“yanıltıcı gündüz”de) -görünmeyenlerin, söylenmeyenlerin, hissedilmeyenlerin, düşünülmeyenlerin, hayal edilemeyenlerin

tamamlandığı/tamamlanmaya çalışıldığı doğurgan/yaratıcı serüvenin üretken zeminini teşkil ediyor.  

Bir kitabın bir başka kitaba (haliyle bir başka zamandan bir başka zamana ve mekâna ve de bir başka gerçek(lik)ten bir başka gerçek(lik)e) ulandığı bu gecede, (bu arada yeridir, A.Manguel’in “Geceleyin Kütüphane” kitabını da -ki G.Steiner “okumaya yazılmış aşk mektubu” olarak nitelemişti- hatırla(t)madan geçemeyeceğim)   okuduklarımdan hareketle gece’nin Afrikalının dünyasındaki anlamı, onun kölelik geçmişiyle olan ilişkisi, oradan ürettiği (düşsel) gerçeğin mahiyeti, bütün bunların bir romanın satırlarında ya da bir tablonun renklerinde dile getirilişi derken, çağrışımları yoğun bu doğurgan imgenin -gece’nin- peşinde sürüklenirken buluyorum kendimi ve sonunda, her biri bir başka gerçeğin, -kimileri cennet kıvamında düş, kimileri cehennem ayarında kâbus olarak- yaşandığı uzak ‘gece’lerimin içine düşüyorum. 

İşte birçok ‘gece’ farklı bir deneyim olarak yaşanan o an yine gelmiştir: Gündüzün bilinçte yansımasını bulan gerçek(lik) algısının, karanlığın bilinçaltına geçit veren ve ona has bir başka gerçek(lik) algısına dönüşmesine vesile olan -en azından kendimin öyle olduğuna inandığım- gecenin o çok katmanlı dünyasına neler yok ki!? O günlerden (zamanlardan) bugünlere (şimdiki zamana) uzanan yaşam serüveninde yapılanlar, yapılmak istenenler, yapılamayanlar, doğrular, yanlışlar, pişmanlıklar, hayaller, umutlar ve umutsuzluklar, arayışlar, geç kalmışlıklar, iç hesaplaşmalar, yeni başlangıç teşebbüsleri vb.... kare kare, satır satır zihnimde yeniden canlanıyor.

Okuduğum metinden de yola çıkarak -işte bir başka mucize: her okumak bir başka şeyin vesilesi oluyor- şunun ayırdına bir kez daha varıyorum: Beyaz adamın cehenneme çevirdiği ‘gündüz dünyası’nın azabından kaçarak, “büyüsüyle, ruhlarıyla, gerçek tanrılarıyla Afrika’nın kendine ait ‘gece dünyası’na sığınan” Afrikalılar orada huzura kavuşuyorlar mıydı, bilmiyorum; ancak bunun beyaz adamın silmeye çalıştığı kolektif hafızanın bir direnişi ve kendini, bilinçaltını da açığa çıkaracak kertede yeniden, adeta bir başka gerçek(lik) olarak ve daha güçlü bir şekilde inşa ediş ve yeni bir başlangıç macerası olduğunu düşünüyor ve doğrusu ya ‘gece’nin orada ve her yerde tek tek her bireyde çok boyutlu (yeniden) varoluş sürecini teşvik edecek böylesi doğurgan bir potansiyeli içkin  olduğuna inanıyorum.

Şu farkla ki bu durum herkes için değil, ancak bunu talep edenler için, kimileyin can yakan -öyle, çünkü burada sürekli bir iç hesaplaşma, yüzleşme, sorgulama, özeleştiri, arayış vardır- bu zorlu serüveni yaşamaya hazır olanlar için geçerlidir. Yoksa çoğu insan için ‘gece’, ‘iyi uykular’ temennisi ile yatılan -buna illa ki uyuşturucu kıvamında ‘tatlı rüyalar’ dileğini de ekleyelim- ve ertesi gün kaldığı yerden aynı ‘yanıltıcı gündüz’lerin yaşanmaya devam edildiği, bir günden ötekine tekrarlanan, bir tür ‘ölüm’ halinden başka bir şey değildir.

Bu haber toplam 3225 defa okunmuştur
Gaile 499. Sayısı

Gaile 499. Sayısı