1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (13)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (13)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (13)

Niyazi Kızılyürek: Ailemin Akçay’a yerleşmesinden sonra ben de Akçaylı oldum. Lefkoşa Türk Lisesinin birinci sınıfını bitirince kaydımı Güzelyurt Kurtuluş Lisesine yaptırdım. Günler ilerledikçe herkes gibi ben de “yeni vatanımıza” alışıy

A+A-

 

 

Niyazi Kızılyürek

[email protected].

 

Ailemin Akçay’a yerleşmesinden sonra ben de Akçaylı oldum. Lefkoşa Türk Lisesinin birinci sınıfını bitirince kaydımı Güzelyurt Kurtuluş Lisesine yaptırdım. Günler ilerledikçe herkes gibi ben de “yeni vatanımıza” alışıyordum. Fakat durumda bir “anormallik” olduğu her vesileyle belli oluyordu. Tarımla uğraşan babam evde hayvan besliyordu. Bir gün avludaki kuzuların eksik olduğunu fark etti. Kısa bir soruşturmadan sonra kuzuyu köye konuşlanan topçu birliğinden bazı askerlerin alıp afiyetle yedikleri ortaya çıktı. Polise şikayet etmek bir işe yaramıyordu. Hiç bir polis memuru askere gidip “kuzu hırsızlığı” ihbarı olduğunu söyleyemezdi. Sonunda bizzat babam komutana giderek şikayette bulundu. Askerlerin büyük bir ceza aldığını duyunca da çok üzüldü. Benzer bir olay dayımın başına da gelmişti. Her akşam evinin önünde park ettiği iş arabası bir sabah yerinde yoktu. Sonunda onun da yolu komutana düştü ama babamdan farklı olarak dayım fena halde fırça yemişti. Komutan, arabalar nasıl olsa ganimet ve ganimeti de kazanan Türk askerleridir diyerek arabanın askerlerin “helali” olduğunu ima ediyordu. Dayım duydukları karşısında donup kalmıştı. Sonunda komutanı arabasının ganimet olmadığına, bu arabayla “Rum zamanında” (artık zamanın da adı değişmişti) seyyar satıcılık yaptığına ve arabasının ekmek tahtası olduğuna ikna etti. Bir süre sonra araba bulundu ve dayıma geri iade edildi. Sık sık yaşanan bu türden olaylar karşısında insanların fena halde canı sıkılıyordu ama hiç kimse bir şey söyleyemiyordu.

Akçay’da bizim tanımadığımız insanlar da yaşıyordu. Köyün az sayıdaki yerli Kıbrıslı Türkleri, adanın bizim bilmediğimiz Baf yörelerinden gelen “yabancılar” ve savaşa katıldıkları için “gazilik” unvanı kazanarak adada yaşama hakkı kazanan Türkiyeliler de vardı. Kısacası, küçük kasaba çok-kültürlü bir mekan olup çıkmıştı. Türkiye’den gelen nüfusla Kıbrıslı Türkler arasında her zaman imalı diyaloglar geçiyordu. Her ne kadar mücahitlik ve askerlik anılarını paylaşırken Rum karşıtlığı üstünden ortaklaşıyorlarsa da, Rumları aradan çıkarıp “baş başa” kaldıklarında aralarında derin uçurumlar oluşuyordu. Açıkçası, “soydaşlar” pek anlaşamıyordu. Türkiye’den gelenlerin “gazilik” hikayelerini büyük bir hayranlıkla dinleyen Kıbrıslı Türkler mücahitlik hikayelerini anlatarak kahramanlıklarını yarıştırıyorlardı ama savaş dışında her konuda Türkiyelilerle ayrı düşüyorlardı. Örneğin Kıbrıslı Türklerin din ile arası iyi değildi. Oysa gelenlerin büyük çoğunluğu “iyi Müslüman’dı”. Kıbrıslı Türkler kendilerini “Batı terbiyesi” almış “Avrupalılar” olarak görürken, Türkiye’den gelenleri “Cahil Doğulular” olarak görüyor ve onlara hor bakıyorlardı. Belli ki, “ulusun tek vücut” halinde açtığı Kuzey Kıbrıs mekanında paralel toplumlar oluşuyordu. Fakat bu aralarında hiç bir ortak noktanın olmadığı anlamına gelmiyordu. “Gavurlar” konusunda her zaman ağız birliği içindeydiler. Kıbrıslı Türkler Kıbrıslı Rumların “mezalimini” anlatırken “Doğulu soydaşları” ile aynı dili kullanıyorlardı. Fakat kendilerini anlattıklarında “Doğulu soydaşlarına” değil, Kıbrıslı Rumlara benzemeye gayret ediyorlardı. Açıkça söylenmese de Rejimin bundan hoşlanmadığını seziyorlardı. Rejim nezdinde 1974 Düzeni Kıbrıslı Türklerin hayata yeni başladığı “sıfır yılı” idi. Eski, belleklerden silinmesi gereken çok uzaklardaki “mazi” olmalıydı. Her şey şimdi başlıyordu. “Güney Kıbrıs” resmi makamlarca “Gavur İli” ilan edilen ve hiç bir Türkün ayak basmaması gereken “yasak bölge” olmuştu. Bellek silicileri işi öyle bir noktaya vardırmışlardı ki, insanlar Güney Kıbrıs’la ilgili anılarını birbirlerine ancak fısıldayarak anlatabiliyorlardı. Orası hiç bir zaman hiç kimseye yurt olmamış bir “Gavurlar” diyarıydı. Hepsi bu! Orada yaşanılan her şey kötü bir geçmiş, unutulması gereken tatsız bir tesadüftü sadece. “Unutmam” sloganlarını her gün tekrarlayan rejim, herkesi yaşamlarının yarısını unutmaya çağırıyordu. İnsanlar doğup büyüdüğü yerleri, hayatı paylaştıkları başka insanları, yani kendi hayatlarını unutup yeni bir hayata başlamalıydılar. Açıkçası, 1974 Kıbrıslı Türklerin “sıfır yılı” olmalıydı. Kuzey Kıbrıs’ta insanlara dağıtılan ganimetin gizli koşulu buydu. İnsanlar belleklerini rejimin aklına teslim etmeliydi. “Belleğini ver, ganimeti al!” “Orayı unut, katliamları unutma!” Rejimin talebi buydu. Hoş, insanlar bu tür şeylere yatkındırlar, çünkü yaşamı kolaylaştıran her şey mubahtır. Antropologların “makyavelist dahi” dedikleri olgu Kıbrıslı Türkler için de geçerliydi. İsteyen istediğini istediği gibi hatırlıyordu. Böylece “Güney Kıbrıs”, en azından görünüşte, belleklerden tamamen silinmişti. İktidarın koyduğu “nostalji yasağına” görünüşte herkes uyum sağlamıştı.                             

 Şair Fikret Demirağ Kıbrıslı Türklerin kendilerini bu kadar kolay “terk etmelerini” ve doğup büyüdükleri yerleri -rejimin çağırısına kulak vererek- bu kadar kolay  unutmaya kalkışmalarını “zeytinin, toprağın ve köklerin birbirinden ayrı düşmesine” benzetiyor. Şair, ganimet illetinin bu “unutma-egzersizinde” etkili olduğunu düşünüyor. “Göçmen Ölen İçin Hüzünlü Ezgi” adlı şiirinde yerinden edilmiş, bu yüzden de gurbette (Kuzey Kıbrıs’ta) ölen Baflı Bayram’a şöyle sesleniyordu:

Baf köylüsü Bayram son vaktinin gurbetinde ölürken/Duydu mu köyündeki evciği, avlusunun çitleri/Bir yamaçta yolunu gözleyen rüzgarlı bağı/Tozlandı mı avlusundaki incir/ umut kesip uçtu mu çatısındaki kumru?/Gurbet toprağına et parçası gibi gömülürken yüreği/Dağlarının kokularını özleyip sızlamadı mı, titremedi mi artık otlarla, çalılarla kaplanan küçük toprağı?/Sustu mu yüreğindeki acıyı anlatan ilahi?”/Dün dündü mü diyorsun, göçebe ruhlum;/Hiç mi özlemedin kokusu hala üstünde tüten toprağı/ki daha yeni tutuyordun bir asma çubuğu gibi?/Neydi takan kuyu boynuna sarı bendoyu/Neydi geçiren ince bileklerine bilezikleri/Gözleri, unuttuğu üzümler rengindeki Fatmalı?/Yüzüne iki yabancı göz yerleşti artık/Görmeye görmeye bakımsızlık eceliyle ölen bağını/Yüreğin köşe döndü, çevrende unutkanlık bulutları/Bulabildin mi silip unuttuklarının eşdeğerini?”

Hiç kimse hiç bir şeyin “eşdeğerini” bulamamıştı aslında. Oysa neredeyse herkes bıraktığından daha fazlasına sahip olmuştu. Yüreklerimiz “köşeyi dönmüştü” ama kendimiz pahasına!

Herkes gibi ben de ganimetten nemalanmıştım. Hatta “iş dünyasına” atılmayı düşünüyordum. Evimizde bulduğum bir ganimet parçasının hayatımı değiştireceğine inanıyordum. Bu, elektrikli bir hesap makinesiydi. “Çok para” yaptığını düşündüğüm makineyi satarak kazanacağım parayla “iş kurmayı” tasarlıyordum…

Yeni başlayan siyasi yaşamımızın önde gelenleri 1974 oldubittisini sorgusuz sualsiz benimsemişlerdi. 1974 tarihin sonu ilan edilmişti. İktidar partisinin kurduğu patronaj sistemi de “alanın elinde kalır” anlayışını körüklüyordu. Farklı düşünen tek kesim Türkiye’de okuyan ve sol fikirlerle tanışan öğrencilerdi. “İkinci kuşak” Kıbrıs Türk solunu oluşturacak olan öğrenciler bambaşka değerleri savunuyorlardı. Barıştan kardeşlikten söz ediyorlardı. Onların kulağımıza çaldığı “barış” ve “kahrolsun emperyalizm” sözcükleri hayatımıza farklı bir yön vermeye başlamıştı.

Liseyi bitirme aşamasına geldiğimde “solculuğun” etkisiyle olsa gerek, değişik arayışlar içine girdim. Okumalıydım. Ailem de mutlaka okumamı istiyordu. Köylü çocuklarının “sınıf atlaması” için en kestirme yol buydu. Fakat her gün öğrencilerin öldürüldüğü Türkiye’ye gitmeme karşı çıkıyorlardı. Sonunda  yurt dışında okumaya karar verdim. Lisede gördüğümüz felsefe dersleri aklıma Almanya’yı düşürmüştü. Bütün sevdiğim düşünürler Almanca konuşmuyorlar mıydı!? Onların ülkesine gidecektim…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1389 defa okunmuştur