1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (12)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (12)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (12)

Niyazi Kızılyürek: Lefkoşa’da öğrenci yurdunda kaldığım sırada bir gün bir mektup aldım. Mektup annemden geliyordu. Yılbaşında beni “yeni evimize” bekliyordu. Adres “Akçay, B47”… Akçay diye bir yer olduğunu hayatımda il

A+A-

 

 

 

Niyazi Kızılyürek

[email protected]

 

Lefkoşa’da öğrenci yurdunda kaldığım sırada bir gün bir mektup aldım. Mektup annemden geliyordu. Yılbaşında beni “yeni evimize” bekliyordu. Adres “Akçay, B47”… Akçay diye bir yer olduğunu hayatımda ilk defa duyuyordum. Bizimkiler şimdi oradaydı. Ailem, bitmeyen savaşın ülkesinde önce Bodamya’dan Luricina’ya, şimdi de Luricina’dan Akçay’a taşınmıştı. Sağa sola sorarak Akçay’ın ne tarafa düştüğünü öğrendim. Sonra da oraya nasıl gidileceğini… Lefkoşa’dan otobüsle Omorfo istikametine gidecek, Omorfo’ya varmadan önce de son köyde otobüsten inecektim. Orası Akçay’dı. Yani, Argaca. Omorfo adını da ilk defa işitmiştim. Bildiğim biraz Rumca sayesinde bu sözcüğün “güzel” anlamına geldiğini anladım. Nitekim savaşın yarattığı Kuzey Kıbrıs coğrafyasını iç-mekan düzenlemesine tabi tutarak Türkleştirmek isteyen rejim de oranın adını “Güzelyurt” olarak değiştirmişti.

Mekanları yeniden isimlendirmek ilk defa yapılmıyordu. “Ya Taksim Ya Ölüm” parolasıyla adayı bölmek için başlatılan milliyetçi seferberlik döneminde (1958) pek çok yerin adı değiştirilmişti. Luricina’ya “Akıncılar”, Bodamya’ya da “Dereliköy” denmişti. Şimdi de hummalı bir çalışmayla kovulan Kıbrıslı Rumların yerlerine Türkçe isimler veriliyordu. Fakat bu toponomi politikası öncekilerinden farklıydı. 1958’de başlatılan Türkçe isim kampanyası, adanın Helen olduğunu ve Yunanistan’a bağlanması gerektiğini ileri süren Helen milliyetçiliğine bir tepki olarak başlatılmıştı ve adada Kıbrıslı Türklerin varlığına dikkat çekmeyi amaçlıyordu. Yani, bir tür tepkisel-milliyetçi bir kalkışmaydı. Oysa şimdi yer adları, silah zoruyla açılan mekanı “vatanlaştırmak” ve Kıbrıslı Rumların izlerini silmek için değiştiriliyordu. Önceleri bir komutanın ağzından çıkan sözcükler mekanların yeni adları olurken, daha sonra disiplin içinde çalışan komiteler bu iş devralmışlardı. Kuzey Kıbrıs coğrafyasını “vatanlaştırma” yer adlarını değiştirmekle sınırlı değildi. Türk milliyetçiliğinin sembolleri dağa taşa yerleştirilmişti. Her tarafta Türk bayrakları, her tarafta Atatürk heykelleri… Açıkçası bir “ülke” (territory) inşa ediliyordu. Territory kavramının etimolojik bağlamı olan Territorium “içine girilmesi izne tabi olan bölge” anlamını da gelen ve yabancıları korkutarak dışlayan bir kavramdır. Coğrafya üzerinde yapılan “mühendislik” sonucunda ülkenin “sahibi” ile “yabancı” olan birbirinden ayırıyor. İşte şimdi yapılan “mekan düzenlemesi” de Kıbrıslı Türkleri yeni mekanların “sahibi”, Kıbrıslı Rumları da “yabancı” kılmak içindi.

         Yılbaşına doğru beni Akçay’a götürecek otobüse bindim. Hava yağmurluydu. Gökyüzü kül rengine boyanmıştı. Bulutların arasından sızan ince ama cılız olmayan güneş ışınları yüzümü ısıtıyordu. Lefkoşa’dan adanın batısına doğru ilerliyorduk. İlk defa gördüğüm diyarlardan geçiyor, çeşitli köyleri geride bırakıp Omorfo’ya doğru yol alıyorduk. Yavaş yavaş doğanın manzarasının değiştiğini fark ediyordum. Mesarya ovasının düz arazisi sona eriyor, küçük tepelerle çevrili farklı bir manzara ortaya çıkıyordu. Geçtiğimiz Rum köylerinde yeni yapılmış betonarme binalar dikkat çekiciydi. Rumlar zengindi. Bizden çok daha zengin… Son küçük yokuşu da geride bıraktığımızda önümüze birden bire yemyeşil bir “deniz” çıktı. Kilometrelerce uzanan narinciye ağaçlarının yeşil yoğunluğunda adeta sersemlemiştim. Burası Omorfo ovasıydı. Portakal, greyfurt ve mandarin ağaçlarıyla kaplı ova gözlerimi büyülemişti.

         Yol üstünde duran otobüsten indiğimde hava hafif hafif kararmaya başlamıştı. Şoför, “burası Akçay, dümdüz yürüyerek köy meydanına gidebilirsin” dedi. Ağır adımlarla köye doğru yürümeye başladım. Yolun solunda ve sağında gösterişli binaların varlığı dikkatimi çekti. Sonradan çok çirkin bulacağım bu binalar gözüme oldukça güzel görünüyordu. Bazıları iki katlıydı ve  Luricina’nın göçmen evlerinden gelen birisi için şatoyu andırıyordu. Tek katlı olanlar da daha az görkemli sayılmazdı. Zengin bir yere geldiğimi hemen belli olmuştu. Köy meydanına ulaştığımda tanıdık simalarla karşılaştım. Bunlar yanan kebap mangallarının etrafında toplanmış köylülerimdi. Sırtlarında ganimet paltolarla mangalların  etrafında küçük kümeler halinde toplanmışlar, ganimet içkilerini yudumluyorlardı. Annemlerin “evini” sordum. Birkaç dakika sonra da üzerinde “B 47” yazan kapının önündeydim. Kapıyı çaldım. Annem açtı ve “yeni evimize hoş geldin oğlum” dedi. Yeni evimiz mi? Dört beş odalı betonarme yeni binanın duvarlarında hala Kıbrıslı Rumların fotoğrafları asılıydı. Tuhaf bir duyguya kapıldım. Kendimi çok yabancı hissettiğim bu yer şimdi bizim evimizdi. İçten içe de sevinmiyor değildim. “Vay be, ne evler…”

Akrabalarımı sordum. Kim nereye taşındığını merak ediyordum. Annem, “git dayının evini gör be Niyaz, çok güzeldir” dedi. Biraz sonra dayımın evindeydim. Filancanın evi de çok güzeldir deniyordu. Merakım iyice arttı. Evleri çok güzel olanların köyün önde gelenleri, yani teşkilat üyeleri olmaları dikkatimi çekti. (Dikkatimi o anda mı çekti, yoksa sonradan yaptığım bir değerlendirme mi bu pek emin değilim) Gerçek olan şuydu ki, köyün “liderleri” iki katlı kocaman binalara yerleşmişlerdi. Süratle tamamladığım aile ziyaretlerinde herkesin güzel evlerde oturduğunu gördüm. Sonradan öğrendiğime göre ev dağıtımı tombala torbasıyla yapılmış. Önce evler numaralanmış, sonra da herkes torbadan çektiği numaraya göre gidip yerleşmiş. Bazı evlerin tombala torbasına girmediği anlaşılıyor. Onlar önceden sahiplerini bulmuştu.

         Ertesi gün köy kahvesine çıktığımda herkes “kimin ne aldığını” konuşuyordu. Sonu gelmez tartışmalar hep ganimet etrafında dönüyordu. Kooperatifi kim boşaltmıştı, yağları kim satmıştı, traktörleri kimler almıştı… Bu tartışmaları yapanlar daha düne kadar Luricina’nın tepelerinde nöbet tutan  bekleyen yoksul Mücahitlerdi. Kısa süre içinde nasıl da başkalaşmışlardı… Kıskançlık, çekememezlik, birbirine laf atmalar ve dedikodudan geçilmiyordu. Herkesin sırtında Rumlardan kalma bir ceket veya palto vardı. Benim sırtımda da dolapta bulduğum bir ceket vardı. (Bu giydiğim ilk ceket değildi. Sanırım ikinciydi. 1974’ten hemen önce ailenin maddi durumu düzelmişti ve bana mavi renkli bir takım diktirilmişti.) Sırtıma geçirdiğim ganimet ceketle uzun uzun aynaya baktığımı hatırlıyorum. Yakışmıştı….

Eğreti kıyafetler içinde eğreti bir yaşamımıza büyük bir coşkuyla dalmıştık…

Güzelim portakal bahçeleri de parsellenerek köylülere dağıtılmıştı. Köylüler “senig neying vardı da bu gadar mal aldıg be” diyerek birbirlerine takılıyorlardı. Herkesin ayağında çizmeler, portakal bahçelerinde gezinip duruyorlardı. “Bahçelerini” kontrol etmeye gidiyorlardı. Hudutları belirsiz bahçelerde zaman zaman “sınır ihlali” yüzünden gerilim çıkıyordu. Kimse tarlasının nerede başlayıp nerede bittiğini tam olarak kestiremiyordu. Sohbetlerde en çok dikkatimi çeken, daha çok Kıbrıslı Rumlara gıpta edercesine ama biraz da intikam duygusuyla söylenen ve durmadan  tekrarlanan cümlelerdi: “Deli Urum, durmadı aklıynan”. Ya da “Bu Urumun aklı olsaydı, buralar başına gelir miydi?”

Kıbrıslı Rumların “akıllı” olup olmadıkları bir yana, bizim bulduğumuz ganimet karşısında aklımızı yitirdiğimiz kesindi…

         Genç sayılabilecek kişiler arasında ganimet furyasından uzak duran sadece bir kişi hatırlıyorum. Solcu bir işçi. Kıbrıslı Rumlarla barış içinde yaşamaya inanan, 1974 öncesinde sendikalı olarak çalışan yapıcı ustası, bu beşeri manzarayı hüzünle izliyordu. Yaşlılarda ise heyecandan ziyade ürkeklik duygusu ağır basıyordu. Tanımadıkları bilmedikleri diyarlara gelmişlerdi. Bazıları “Kuzey Akınına” katılırken köylerinden toprak alıp yanlarında götürmeyi ihmal etmemişlerdi. Belli ki bu yabancı diyarlarda ölmek istemiyorlardı. Nitekim Türkçeden güzel Rumca konuşan anne nenem bir gün kapı ve pencereleri sıkı sıkı kapatarak kulağıma şu sözleri fısıldamıştı: “den thelo na pethano ke na me hapsede dahame” (burada ölmek ve gömülmek istemiyorum).

Velakin yapacak bir şey yoktu. “Ulusun kutsal davasında” yaşlı bir nenenin nostaljisine kim aldırırdı? Nenemin korku içinde kulağıma fısıldadığı sözlerden rejimin zaten “nostalji yasağı” uygulamaya başladığı belli olmuyor muydu? Hem, ulusun insanlar için değil, insanların uluslar için olduğu bir dünyada yaşamıyor muyduk? Nenemi hayatının büyük bir kısmını geçirdiği şimdi çooook uzaklarda kalan, daha doğrusu uzaklarda kalması gereken o yerlere elbette gömemeyecektik…           

 

          

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1007 defa okunmuştur