
Bir Nehir Akıp Gitti Yanımdan Hızlıca!..
Sanatın Tarihi’nde tedirginlik ve güvensizlik duygularından kaynaklanan Ekspresyonizm, bir başkaldırıyı yansıtır.
Kendini çevreleyen yüzeysel görünümler, nesnel gerçekler ve toplumda aradığı huzuru bulamayan insanoğlu, dış dünyadan kaçıp iç dünyas
Sanatın Tarihi’nde tedirginlik ve güvensizlik duygularından kaynaklanan Ekspresyonizm, bir başkaldırıyı yansıtır.
Kendini çevreleyen yüzeysel görünümler, nesnel gerçekler ve toplumda aradığı huzuru bulamayan insanoğlu, dış dünyadan kaçıp iç dünyasına çekilince ne yapar?
Lionel Richard’da oldukça açıktır bu sorunun yanıtı: “Büyük bir sarsıntı olarak yaşanan toplumsal bir bunalım çerçevesinde incelemek gerekir.”
Ekspresyonizm Alman ruhunun patlaması, değişiklik ve özgürleşme sanatıdır.
Bernhard Diebold “Dünya anlayışı olarak, zamanın geçersiz çözümlerine karşı başkaldırı, yaşamı derinleştirmeye duyulan özlemdir” sözleriyle değişiklik ve özgürleşmenin toplumun isteklerinden doğan bir gereklilik olduğunun altını çizer.
***
Hayata karşı “duyarlı” yaşamayı tercih ettim. Duyarsızlıklara karşı “isyan halleri” her ne kadar da bazen derinden etkilese de beni, yine de, bir yerlerden birilerinin başlaması ve hak-adalet uğruna birkaç cümleyle karşı durması gerekmekte! “Bir yerlerden başlamalıyım. Hem de hemen” diye düşünürken aklımın oyunlarında, dışavurumun sularına kadar sürüklendiğimi çok geç fark ettim. Munch’un “Çığlık” resmi aktı yine bir yerlerden aklımın gölgesiz çeperlerine… Bir resim gözlerimin önünde pusluluğundan berraklığa evirilirken, uyandım. Ne kadar çok “çığlık”la çevrili olduğunu yaşamlarımızın, o zaman daha rahatlıkla duymaya ve sezinlemeye başladım. Evet, yetmiyordu birkaç cümleyle bir köşeye sığan çığlıklara dair izlerin yansıması birinden öbürüne ve öbüründen bir diğerine… “Hayat” dedik, “yaşam” dedik de, aslında söz açmak ve akabinde cümle kurmak adına çok az zamanımız olduğunu da fark etmedik.
Ertelememek ve hemen başlamak gerek!
***
Bu sabah kar düşüyor inceden inceye Ankara sokaklarına… Ağaçlarda sonbahardan kalan tek tük yaprak da karın etkisiyle düşecek toprağa… Sonrasında soğuk beyazın arka perdesinde, doğanın tam kalbinde bizim kolaylıkla göremeyeceğimiz bir dönüşüm başlayacak. Yeniden yeşil, yeniden ateşin rengi, yeniden sarı ve yeniden beyaza doğru akıp duracak zaman…
Diyeceğim şu ki: An be an eksilmekte zaman!
Ben yazarken yine eksildi, okuyucu cümle kovalarken sayfa aralarında zaten eksilmişti!
***
Yılbaşına iki gün kala acı bir olay yaşadım. Acıların paylaşıldıkça dar zamanın koridorlarında biz kalanları daha sıkıca kenetleyeceğine inanırım. İnanırım da pek de sevmem acı sözleri… Acı kırgınlıkları… Acı küslükleri… Acı tavırları… Acı hikâyeleri… Acı yaşanmışlıkları… Ne kadar çok acı var!
Gencecik bir can avuçlarımızın arasından su damlası misali kayıp gitti ve toprak oldu. Gündüzler oldu, geceler geçti üzerinden olayın ve sonrasında bir yıl bitip bir yıla daha başladı yaşam sayfaları… Bir el tuttu omuzlarımdan yaşadığım anlardan çekip çıkardı ve yeniden bıraktı küfe gibi zamanın orta yerine… Kayan görüntülerde bir avuç toprak düştü o güne kadar çamuru biçimleyen uzun parmakların üzerine… Üç kırmızı karanfil düşerken toprağa bir çığlık içimizi üşütüp bizi beyazın orta yerinde yalnız bir ağaç gibi dikip, bıraktı. Yalnız ağaçların kuru dallarına sarılan çaputlar gibi salındı insan gövdeleri gözyaşları arasında… Umut için asılan her bir bez parçası, bir beden oldu gözlerimize akan ıssız ve çorak ayazda! Hâlbuki yaşam için, büyük beyaz kâğıtlar ayırmalıyız. Ayırmalıyız da, küçücük kâğıtlara özetleyip bir cümleyle yaşamı, nedendir sebepsiz gibi görünen çekip gidişler?
***
Acı olayların perde arkasındaki yaşam sahneleri maskelenir kendi düş gezintilerimde… Bir bakarım görürüm çocuk gözlerini, diğer bakışta ise bir gargoyles gülümser gecenin renginde… Irmak gibi insan bedeni, hızlıca akıp gider yanı başımızdan ve sözcükler: kısa, uzun, anlamlı, anlamsız!
“Felsefe yapma bana!”: yaptım bile!
Dünyanın gürültüleri geldikçe üstüme ve tırmaladıkça olmadık kargaşa kakofonisi kulaklarımı “felsefe” yapacağım. Sabahları uyandığımda bir göz yakalayacağım sokağın başındaki çocuk parkının yanından geçerken. Bileceğim ki, çocuklar hayat telaşının kutuları içinde “eğitim” denilen garip bir keşmekeşe yaşam hediye etmekte… Yine de bir salıncak demirinin paslı gövdesine dokunan bir çocuk eli görmek için bakacağım parkın yanından geçerken… Gargoyles görüyorsun ki, bulunduğun yerden ve bize tepeden bakışın çok da umurumda değil!
“Umurumda değil!” derken bile, bir kabul etmişlik var mıdır ki?!
Zaman giderek azalmakta!
***
Natüralist üslubun dünyayı olduğu gibi yansıtan tavrından tatmin olmayıp başkaldıran, 1914’de ekspresyonist akımı yaratan Die Brücke ve Der Blaue Reiter gibi Alman grupların tartışmaları ve yazılarını yeniden okumak gerekliliğine inandım. Ekspresyonizm “BEN”in merkezini, derinliklerini keşfettiren aktif bir iç bakışı gerektiriyordu. Akımın öncüleri nesneleri oldukları gibi değil, olabilecekleri gibi, bunların kendilerini değil anlamlarını göstermek istemiştir. İnsanoğlu’nun iç huzursuzluğundan doğan bu sanat, soyutlama ve simgelere yöneliyor, klasik yöntemleri, perspektif tekniğini, anatomi kurallarını, simetriyi, betimlemeyi kabul etmiyordu.
Yıllar öncesinde kalan bir yazımda yine aynı katharsis’i uygulamıştım kendime… Küçücük bir kâğıt parçasına “ Çok acı var. Dayanamıyorum.” Cümlesini yazıp, dünyanın kapısını vurup giden, genç bir kadını anlatırken. Yazarken arada kaçamaklar yapmak ve sanatın okyanus dalgalarında yüzmek, tuhaf bir ritüel benim için… Katharsis seansı, diyorum ben bu hallere! Bu nedenle bir annenin şu cümlesi hiç çıkmayacak aklımın bellek kayıpları olsa bile zamanla, içimin bir köşesinden:
“Keşke, bunca kalabalığı bir düğün için toplayabilseydik bu eve!”
***
Sahne: Bir çığlık, bir insan, bir yansıma, bir ayna…
***
Edvard Munch’un (1863–1944), 1893 tarihli “Çığlık” adlı resmi, Ekspresyonizmin başlıca özelliklerini gösterir. Olay bir köprü üzerinde geçer. Güneş kırmızı rengini göğün boşluğuna savurarak gecenin koynuna doğru yol almaktadır. Kompozisyonun tam merkezinde korkuluklara dayanmış ve başını ellerinin arasına almış bir insan durur. Bakışları ürkektir. Ağzından taşan çığlık, dalgalar halinde tüm doğaya yayılır. Arka planda olaydan habersiz iki kişi uzaklaşır. Çığlık resmi hakkında Munch şunları anlatmıştır: “ İki arkadaşımla yürüyordum. Güneş alçalıyordu. Birden gökyüzü kıpkırmızı oldu, kan gibi hüzün kapladı içimi. Durup korkuluğa yaslandım. Koyu mavi fiyordun ve kentin üzerine kandan ve alevden bir gök yayılıyordu. Arkadaşlarım yollarına devam ettiler. Ben yalnız kaldım. Korkudan titriyordum. Bana sanki tüm doğadan, güçlü ve sonsuz bir çığlık yükseliyormuş gibi geliyordu.”
***
Yalnızlık: Bir korku, bir beden, bir güç ve karşısında duran çığlık…
Sözcükler: Bir acı, bir yaşam, bir hiç’lik!
***
Uzmanlar intihar eden kişilerin belleğinin güçlü olduğundan bahseder.
Unutamamak.
Yaşanmışlıkları aynı gün tazeliğinde akılda tutmak…
Bir türlü yaşananlardan kopamamak…
Acının körüklediği yeni acılar ve bunlarla beslenen bunalımların sona götürdüğü usların göçüp gidişiyle, geride kalanların ise zamanla ve hayatla yaptıkları muhasebeler…
Gidenler bu nedenle sessiz geride kalanlar seslidir.
Son söz mü?
Sadece ve sadece İNSAN!

















