
BENİM KIBRIS’IM…
İlk defa ayak bastığım bu Ada’da beni nelerin beklediğini, neler yaşayacağımı, nasıl bir toplumla karşılaşacağımı bilememenin tedirginliği kaplamıştı içimi
Stella Aciman
2003 yılının soğuk bir Aralık ayı gecesi, Geçitkale Havaalanı’na indiğim saatlerde ilk defa ayak bastığım bu Ada’da beni nelerin beklediğini, neler yaşayacağımı, nasıl bir toplumla karşılaşacağımı bilememenin tedirginliği kaplamıştı içimi. Bir köşede yıllardır biriken, “Kıbrıs halkı nankördür, bizim paralarımızla çalışmadan refah bir hayat süren, sırtımızda taşıdığımız bir kamburdur” düşüncelerini beynimin kıvrımları içine gömmeye, ön yargılardan soyutlanmaya çalışıyordum. Beni Kıbrıs’a davet eden arkadaşımın arabasıyla, karanlıkları yararak, iki tarafımı çevreleyen Meserya Ovasının ortasından Lefkoşa’ya ilerlerken içimdeki tedirginliği de beraberimde götürüyordum.
Sabah camdan içeri akan güneşle uyandığımda, beni karanlık bir geceyle karşılayan Lefkoşa’nın gündüzüne “merhaba” demek için kendimi hemen bahçeye attım. İçimi ısıtan güneş, masmavi berrak gökyüzü, kapının iki yanını bir taç gibi sarmış yasemin ağacının üzerinde “Aralık ayı olmasına rağmen” salınan beyaz çiçekleri, gökyüzüne uzanmış kolları ile güneşe “ısıt beni” diye söylenen hurma ağacı, rengarenk açmış güller, dallarında meyveleri toplanmayı bekleyen limon, portakal, mandalina ağaçları, beni güler yüzle karşılayan ilk Kıbrıslılardı.
Kahvaltı sonrası, beni üçüncü romanımı yazmak üzere Kıbrıs’a davet eden arkadaşımla birlikte ılık bir Aralık gününe kendimizi bıraktık. Eski, bahçeli ve bakımlı, Kıbrıs’a özgü olduğunu öğrendiğim sarı taştan yapılmış evlerin arasından geçerek bir şehri ortadan bölen Ledra Palas kapısının önüne geldiğimizde içimi kaplayan hüzne engel olamadım ve kendime asla cevabının ne olduğunu bilemediğim “Neden?”sorusunu sordum. Uzunca bir süre, iki aradaki geliş-gidişleri izledim. İnsanların yüzlerindeki ifadelerden belki duygularını anlarım diye bakındım ama ben Kıbrıs insanını henüz hiç tanımıyordum ve o an onları anlamaktan çok uzaktım.
Saray Otelin terasından baktığımda Lefkoşa’yı bir bütün olarak sadece gözlerim görüyordu. Aslında gördüğüm, bir şehrin içinde her şeye rağmen birbirine karışmış iki ayrı din, iki ayrı kültürdü ve tüm bunlara gözle görülmeyen ama insanın içine işleyen bir hüzün hâkim oluyordu.
MİSTİK HAVANIN BENZERİ
İçime işleyen o hüzünle dolaştım eski Lefkoşa sokaklarını. Bandabuliya’da sebze, baharat kokularına eşlik eden eskinin kokusunu mutlulukla içime çektim. Büyük Han’ın parke taşlarının üzerinde adımlarımın çıkarttığı tok sesin kulaklarıma verdiği hazzı hissediyor, içlerinde Kıbrıs’a özgü el işlerinin, çeşitli hediyelik eşyaların satıldığı odalarda dolaşırken, oralarda neler yaşandığını beynimde canlandırmaya çalışıyordum. Selimiye Camii’nin heybeti karşısında ise boğazımda düğümlenen küçük yumruyu uzun zaman çözemedim. Büyük Han’ın köşesinde, surlara dayanmış derme çatma yapılmış, hasır iskemleli küçük kahvede sıcacık pilavunanın yanında çayımı yudumlarken, “ben bu mistik havayı ve hüznü bir başka şehirde daha yaşamıştım” diye düşünüyordum. Kudüs’tü bu şehir! Orada da insanın içini yakacak kadar kuvvetli mistik bir hava ve hüzün koklardım. Ve elimde olmadan düşündüm… Yaşanan savaşlar sonucu çekilen acılar mıydı hüzünlü Lefkoşa’yı ve hüzünlü Kudüs’ü ortak kılan?
Bir şehri tanımanın en iyi yolu yürüyerek gezmektir diye düşünenlerdenim. Bir sene boyunca hüzünlü şehir Lefkoşa’nın sokaklarına adımlarımın ve bisikletimin tekerleklerinin izini bıraktım. Yaşamaya karar verdiğim bu memleketin her karış toprağını görmek, insanlarını, kültürünü tanımak benim için ne yazık ki geç kalınmış bir eylemdi. Her attığım adımda “neden bu kadar geç kaldım?” sorusunu sordum kendime ama geç kalınmışlık hiç görmemekten daha iyidir diyerek teselli buldum. Altınkum sahilinde, uçsuz bucaksız lacivert Akdeniz’e bakarken” hala yüzecek temiz bir denizin, vücudumuzu ısıtan kumun” ve Kantara’da asırlık ağaçların altında çayımı yudumlarken, ciğerlerimin derinlerine dolan mis gibi yaprak kokusuyla “hala soluyacağımız temiz bir havanın” var olduğunu hissettirdiği için Allaha şükrettim.
KORMACİT’TE BUZUKİ
Girne Yat Limanı’ndaki cafelerde içkimi içerken, bir taraftan yaşanan yılların yıpratamadığı, hala asaletlerini, haşmetlerini koruyan taş evleri seyretmek, diğer taraftan durgun mavi sularda bir sağa bir sola salınan ahşap tekneleri izlemenin içime yansıttığı huzuru nasıl anlatabilirim.
Bir Maronit köyü olan Koruçam’da; Yorgo kasabın meyhanesinde, ilk defa tadına baktığım ve sevdiğim Kıbrıs’a özgü mezeleri, ev yapımı kırmızı şarap eşliğinde yerken, kulağımı okşayan buzukinin tınısına sesleriyle katılan Türk ve Rum müşterilerin birlikte eğlenmesine ellerim alkışla tempo tutuyor, bir şehri ikiye ayıran tel örgülerin insanların ruhlarını bölecek kadar güçlü olmadığını görmek beni çok mutlu ediyordu.
“Yıldızların yere bu kadar yakın olduğu bir başka memleket gördüm mü acaba?” diye düşündüğüm sıcak yaz gecelerinde; püfür püfür esen rüzgârın eşliğinde, burnumda bahçeden gelen yasemin çiçeğinin baygın kokusuyla saatlerce balkonumda oturarak yıldızları yakalamaya çalıştığım, Beş parmak Dağlarının üzerine gölgesini bırakan ayın gülen yüzünü, o beni terk edinceye kadar beklediğim ne çok gecelerim olmuştur. Gökteki mavinin içinde kızıllaşan güneşe, lacivert, gri, turuncunun eşlik ettiği günbatımlarına hiç doyamadım.
Mart ayında tarlaları doldurmaya başlayan mor arpa çiçeklerinin zarif görüntülerine duyarsız kalmak mümkün mü? Yaz aylarının yakıcı güneşine inat, beyaz kumun altından çıkarak beyaz çiçeklerini göğe doğru uzatan, Kıbrıs’a özgü orkidelerin güzelliklerini seyretmek insana doğanın mucizesini ne güzel anlatıyordu…
Ilık bir Mart sabahı tanıştım onlarla. Yeşil çimenlerin üzerinde, bir tül bulutunun ardında birbirleriyle oynaşan, üzerlerinde muhteşem renkleri barındıran incecik tüyleriyle, minik tırtıl benzeri böceklerdi. Baharın geldiğini haber veren bu sevimli tırtılların adının ‘martçık’ olduğunu sonradan öğrendim ve kısa bir süre sonra ortadan kaybolan martçıkları tekrar görmek için bir sonraki Mart ayını beklemeye başladım.
MARTÇIKLAR DA GÖÇ ETTİ KIBRISLILAR GİBİ…
İlk iki sene çimen olan çoğu yerde gördüğüm tırtıllar her Mart geldiğinde biraz daha azalmaya başladılar. Onlar yok olmaya başladığında ben de Ada’nın insanlarını tanımaya, yaşamlarına katılmaya başlamıştım. Aralık ayında Ada’ya gelişimin dokuzuncu yılını doldurdum. Mart ayından bu yana sevimli martçıklarım hiç gelmez oldular. Tıpkı Ada’dan göçen Kıbrıslılar gibi…Tıpkı Ada’da artık azınlık durumuna düşen Kıbrıslı Türkler gibi…
2004 Nisan’ında Ada halkı kendini referandum heyecanının kollarına bırakmıştı. “Yes be annem !” söylemi insanları sarıp sarmalamıştı. Mutlu yüzler sokakları, mağazaları, restoranları dolduruyordu. Kıbrıs Türkü yine bir umudun peşine takılmış “çözüm, barış” sloganlarıyla yeri göğü inletiyordu. Güney Kıbrıs’ta ise sinsi bir sessizlik hüküm sürüyordu. Kuzey’deki coşkuyu Güney’de göremiyor hissedemiyordunuz.
24 Nisan günü geldiğinde Kuzey’deki coşku Sarayönü’ndeydi… Sarayönü’ndeki meydana ellerinde bayraklarla doluşan binlerce insanın umuda sarılışlarını anlatmaya kelimeler yetersiz kalır. Ama saatler sonra Güney’den gelen “oxi” çığlıklarının gücü Kuzey’deki “evet” çığlıklarını bastırmış, yerini derin bir sessizliğe bırakmış, Kıbrıs Türkü bir kez daha aylardır içinde yeşerttiği umutlarına yenik düşmüştü.
O günden sonra Ada’da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, geçen günler beraberinde karmaşayı getirecekti. Daha fazla kimlik bunalımı, daha fazla baskı, daha fazla boş vermişlik… Üstüne seçimler, seçimler ve seçimler…
Artık Türkiye kökenlilerin, Kıbrıs kökenlilerden daha fazla olduğu bu Ada’da, ilk oturma iznim için polise müracaat ettiğim gün, bir Türkiyeli olarak Ada’daki ilk ve son tokadımı yedim. Muhaceret kısmındaki kadın polis memurunun elimde tuttuğum TC pasaportumu, evraklarımı boş gözlerle inceleyişini ve bana “siz oturma izni alamazsınız” demesini hiç unutmayacağım. Kapıdan çıkarken yanımdaki arkadaşıma, “Nasıl iştir bu ya? Benim, bu Ada’ya hiç adım atmadığı halde elinde KKTC kimliği olan arkadaşlarım var” diye söyleniyordum. O sırada kapıdan içeriye giren, sonradan çavuş olduğunu öğrendiğim polis memurunun, söylenmem dikkatini çekmiş olacak ki bana “Neler oluyor burada?” diye sordu. Nihayet beni dinleyecek birini bulmanın sevinciyle uzun boylu, güler yüzlü çavuşa durumumu anlattım. Memur beni ve arkadaşımı odasına davet etti ve “Ne içersiniz?” diye sordu. Kahvelerimiz geldikten sonra kendisiyle uzun bir sohbete başladık. Ben O’na kendimi, O bana kendini anlattı ve sonunda, “Keşke bu Ada’ya hep sizin gibi insanlar gelse…” dedi. Belgelerimi kendi doldurdu ve bana “Kefiliniz benim, oturma iznini alacaksınız” diyerek uğurladı. Konumundan dolayı ismini çok istediğim halde yazamadığım bu değerli, kültürlü, en önemlisi güler yüzlü insanla şimdilerde başka bir görevde ve konumda olmasına rağmen hala zaman zaman telefonla olsa bile konuşuruz.
YAMAN ÇELİŞKİ
Oturma iznini almak için sadece polisten geçmekle olmuyor tabii ki. Polisin elinize tutuşturduğu küçük bir kâğıtla anlaşmalı bir laboratuara gider, kan aldırırsınız. Kanınızda AİDS, hepatit aranır. Kolunuza bir çizik atarlar tüberküloz testi için. Bu testlerin temiz çıkmaması halinde, değil oturma izni almak, Ada’dan hemen sınır dışı edilirsiniz. Elinizdeki mühürlü zarfla en son İçişleri Bakanlığının Muhaceret bölümüne geldiğinizde aradan 15-20 gün geçmiştir. Muhaceret tüm yabancı uyrukluların korkulu rüyasıdır. Kapıdan içeri girerken içinizi bir sıkıntı kaplamıştır. Beyninizde “Acaba sorun çıkacak mı?” sorusu dolanır durur. Bankoların arkasında sıralanan memurlar asık suratlıdır genellikle. Çoğunlukla insanı azarlar gibi konuşurlar, karşısındaki insan eğer düzgün giyimli, saçı sakalı birbirine karışmamış ve Türkçeyi düzgün konuşuyorsa, biraz daha sevecen karşılanırsınız. “Yabancı bir memleketteyim, kurallarına, kanunlarına uymak zorundayım” diye düşünerek teselli bulur, oflaya puflaya, arada bir okkalı bir küfür savurarak, en sonunda bir senelik oturma iznini alırsınız. Oturma iznini aldığınızda, eğer araba kullanıyorsanız KKTC ehliyeti almak zorundasınız, çünkü kaza yaparsanız araç sigortanız TC ehliyetinizi kapsamayacaktır artık. Türkiye ehliyetinizi göstererek KKTC ehliyeti alacağınızda, memur size iki senelik ehliyeti şart koşar. Bir senelik oturma iznine karşı iki senelik KKTC ehliyeti… Yaman bir çelişki…
Bu arada pasaportunuzun süresi dolmuşsa, yolunuz TC Elçiliğine çıkar ki “aman aman“ diye bağırasınız gelir. Sabahın çok erken bir saatinde yataktan kalkar yollara düşersiniz. Tek şanslı olduğunuz şey mesafelerin yakın olması, trafiğin yoğun olmamasıdır ki, ömrünün çoğunu İstanbul’da geçiren benim gibi biri için ne büyük mutluluktur. Elçiliğe vardığınızda, kapının önünde kuyruk oluşturan o kalabalığı görünce “Bunlar geceden mi geldi acaba” diye şaşkınlıkla düşünürsünüz. İçeriye alınırken, üstünüz, çantanız aranır, ne için geldiğiniz sorulur ve sıra numaranız verilir. Dış avluda sıranızın gelmesini beklerken, eğer yer bulursanız bir banka ilişirsiniz. O arada gazetenizi, hatta kitabınızı okuyabilirsiniz. Bu sırada da gözünüz kapıda duran memurun dudaklarına takılır sıklıkla çünkü o dudaklardan çıkacak sayılar, içeriye alınacak 10 kader mahkûmunun(!) yakın geleceğini belirleyecektir. Nihayet o numaralar dudaklardan çıkar ve 10 kişi sanki bir şeyi kovalarcasına, koşarak kapıdan içeri “en nihayet girdim” diyerek kendini atar. İşkence bitmiştir diye düşünürken iç kısma adımınızı attığınız an biraz önce dudaklarınıza yerleştirdiğiniz, o eğreti gülücük yüzünüzün ortasında donar kalır, çünkü içeriden 10 insan eksilmiştir, diğer 50-60 insan koltuklara oturmuş, bezgin bir halde sıranın kendilerine gelmesini beklemektedir. Omuzlarınız düşmüş, yüzünüzdeki gerilimle boş bir köşeye sıkışır, gözünüz numaratördeki sayılarla konuşmaya başlar, “Hangisi daha iyiydi “diye düşünmeye başlarsınız. “Dışarıda mı kalsaydım acaba ?” sorusu beyninizi kemirmeye başlar, çünkü dışarıdaki temiz havadan sonra içerinin havasızlığından, ter kokusundan bayılabilirsiniz. Havalandırmalar çalışıyordur ama yetersizdir bu insan yükü için. İşlemlerinizi bitirip kendinizi sokağa attığınızda ciğerlerinize temiz havayı doldurup “Daha çok memur olsa, kucaklarında bebekleriyle anneler, yaşlılar, üniversite eğitimine gelmiş gençler, işçiler, bunca insan havasız ortamlarda daralmasa, uzun kuyruklarda beklemese; Bir devlet kendi vatandaşına eziyet etmez, böyle bir muameleyi reva görmez…” diye düşünmekten kendinizi alamazsınız.
KAPISIZ EVLERDE KALABALIK AİLELER
Bu düşünceler aklınıza hemen bir başka sefilliği getirir. Lefkoşa Surlar içi… Dört bin yıllık bir tarihi olan Lefkoşa’nın binlerce yıl kalbinin attığı yer… Bir zamanlar Lüzinyanların, Venediklilerin, Osmanlıların en güzel eserlerini sergiledikleri hüzünlü başkentin merkezi… Daracık sokaklarda, yıkılmaya yüz tutmuş konaklarda geçmişte yaşanmış ne çok hikâye vardır… Bugün yaşananlar ise olsa olsa bir korku filmine konu olabilecek nitelikte. Çoğu, camsız, kapısız sanki birer korku tüneli gibi evler… Evlerin önü renkleri solmuş, eprimiş çamaşırların asıldığı iplerle bezenmiştir. Bu evlerin her odasında yaşayan kalabalık aileler görürsünüz. Bir odaya sığınmışlar, her işlerini o dört duvarın arasında yapmaya çalışan, suyun, elektriğin olmadığı, küçük bir gaz lambasının titrek ışığından medet uman, yurdumun çilekeş insanlarının yaşadığı mekânlardır buralar. Memleketinde bulamadığı bir lokma ekmeğin izini sürerek buralara gelmiştir ve ancak bu gettoda kendine yer edinebilmiştir. Bu manzaraları her gördüğünüzde içiniz burulur, insanlığınızdan utanırsınız. Sonra “bu sefil yaşamı halkına yakıştıran Türkiye Cumhuriyeti Devleti mi?“ diye düşünürsünüz, çünkü bu devlet vatandaşlarına memleketlerinde bir lokma ekmeği çok görmüş ve göçe zorlayarak sahip çıkmamıştır. KKTC Hükümetleri ise o bölgeyi ve insanlarını yok saymayı tercih ederek “Görmedim, duymadım, konuşmadım” diyen üç maymunu oynamayı tercih etmiştir.
Kıbrıs bizler için daima “Orda bir yer var uzakta” bir yer olarak kaldı. Kıbrıs insanını ise sırtımızda taşıdığımız bir kambur, vergilerimizle beslediğimiz tembel bir halk olarak bildik. Hepimiz, 3-5 günümüzü hoşça geçirme, casinolarda para harcama gayesiyle bu Ada’ya geldik. Alış veriş yaptığımız dükkânlarda pazarlık kültürünü bilmeyen, alınan malda indirim yapmayan ama kazıklamayan dükkân sahibine “Sizleri biz kurtardık, keşke kurtarmasaydık, siz bizim paralarımızla ayakta duruyorsunuz.” diyebilme hakkını kendimizde gördük. Bir zamanlar KKTC’yi ayakta tutan bu paralar, bugün çoğunlukla burada yaşayan Türkiye vatandaşlarını doyurmaya, salt doğum yapmak, hastanelerde tedavi olmak için Ada’ya gelen insanların bakımlarına harcanıyor. Saklanan bir gerçek varsa; KKTC bugün, çoğunluğunun Türkiyeli olduğu, Kıbrıslının azınlık olarak var olmaya çalıştığı bir Ada’dır. Devlet hastanesinin, bir Pazar günü Girne Limanının, Sarayönü’nün, Surlariçi’nin ve hapishanenin görüntüsü, bu düşünceyi doğrular niteliktedir. Ada’nın ne yazık ki böylesine yoğun bir göçü kaldıracak alt yapısı olmadığı için her tarafa atılan çöp yığınlarından kurtulamaz ve bu görüntü sizi o kadar ürkütür ki, “Ne yapıyor bu insanlar?” diye sorar ama cevabını alamazsınız. Yolda arabanızla giderken öndeki arabadan atılan bir pet şişe arabanızın camında patlayabilir. Yol kenarlarında her türlü meşrubat şişelerine, naylon torbalara doldurulmuş çöplere rastlamanız her an mümkündür ama bu sorunu yetersiz ve uygulanmayan cezalarla da çözemezsiniz. “Çöp, bugün KKTC’nin acilen çözüm bekleyen en önemli sorunlarının başında gelmektedir “ demek abartı değil, yaşanan bir gerçektir.
KKTC’de sokaklara atmaktan çekinilmeyen bir şey daha vardır ki bana göre bir insanlık ayıbı ve suçudur; Köpekler…
AV VE TERK EDİLEN KÖPEKLER
Kıbrıs erkekleri ava çok meraklıdır. Bu merak o kadar ileri boyuttadır ki -bir o kadar da bilinçsizce yapılır ki- Ada’da vurulacak pek fazla av hayvanı kalmamıştır. Av süreci aynı yoğunlukla devam ederse yakın bir zamanda avcılar dağlarda, ovalarda kendi götürdükleri etleri kebap yapıp yiyecekler. Doğal olarak bu avcıların av köpekleri vardır. Bu köpekler av mevsimi gelene kadar genelde bahçelerde kafeslerin içinde hapistirler. O tellerin arasından kurtulacakları günü beklerler. Mevsim gelmeden bir ay önce, bütün seneyi kendi ekseni etrafında dönerek teller arasında geçiren hayvan, aldığı kiloları vermek için ovalara, çayırlara salınır. Av zamanı geldiğinde, sahipleriyle dağlara, ovalara giderler. Kimisi iyi eğitilmediği için avı bulamaz, kimisi zaten avlanacak bir hayvan olmadığı için bir şey yapamaz, ama sonuçta yine suçlu hayvanlardır. Sahipleri av bulamadıkları için ya onları vururlar, ya da ormanın ortasına salar ve geriye bile bakmadan evine döner. Başıboş kalan köpekler aç karınlarını doyurmak için en yakın köye giderler ve bazen açlıktan koyunlara, tavuklara saldırırlar. Çaresiz köy halkı bu köpekleri vurur veya şikâyet ederler. Belediyeler her av mevsimi olağan olan bu manzaraya duyarsız kalmazsa köpekleri toplar, barınağa koyar veya itlaf eder. Diğer tarafta Ada’ya Üniversite okumaya gelen gençlerin yalnızlıklarını paylaşma adına aldıkları köpekleri, okulları bitince geride bırakma, terk etme gibi eğilimleri vardır ki, içler acısı bir manzaradır. Bu köpekleri eğer birileri sahiplenmezse, onların da akıbetleri diğerlerinden farklı olmaz.
Kıbrıs, engin denizin ortasında, paylaşılamayan hüzünlü bir Ada’dır, her an keşfedilmeyi bekleyen… Haşin ellere, zorba beyinlere hala direnen doğası, tarihi ile Akdeniz’in incisidir…
Öte yandan kifayetsiz, muhteris politikacıların elinde, bir yaprak misali sağa sola savrulur durur… Halk sürekli konuşur, sendikaların yaptıkları grevler hep içinde partizanlığı barındırır ve hiçbir şey çözüme ulaşamaz, tıpkı görüşmelerin hala bir sonuca ulaşamadığı gibi… Bir çelişkiler yumağıdır Kıbrıs, yazacaklarınızın hiç bitmeyeceği…

















