
Anlaşılma ve Anlaşmama
Ferdi Sabit Soyer: Sol tartışmalarda her şeyden önce anlaşılma meselesi önem taşımalıdır. Tartışmanın diğer ayağı olan anlaşma veya anlaşamama meselesi ise olayın diğer boyutu olmalıdır
Ferdi Sabit Soyer
Gaile’yi sürekli olarak takip ediyorum. Ancak sol adına çeşitli fikirler ileri sürerken ve tartışırken, görüşü ve duruşu ne isterse olsun insanlar bir ötekine dönük olarak daha saygılı ve dikkatli bir dil kullanmak durumundadır diye düşünüyorum. Ayrıca kendi bakış açınızı şekillendiren zeminden olaylara ve olgulara bakarken, sizden daha farklı bir bakış açısı ile değerlendirme yapanları, ister solcu, isterse başka görüşten olsun ötekileştirmemek gibi bir temeli, kanımca, Gaile dergisi de gündemde tutmalıdır.
Sol tartışmalarda her şeyden önce anlaşılma meselesi önem taşımalıdır. Tartışmanın diğer ayağı olan anlaşma veya anlaşamama meselesi ise olayın diğer boyutu olmalıdır. “Sizden farklı olanın bir olaya ya da olaylara bakarken verileri ve zemini nedir? Sizin zemininiz ve verileriniz nedir? Eleştirinizi veya tezinizi dayandırdığınız veriler doğru mu?” gibi soruları iyice konuşmak, yazmak ve tartışmak gerekir. Bunlara bağlı olarak oluşturacağınız tez, eğer yanlış veya eksik verilere, hele çarpıtılmış görüşlere dayanıyorsa, o zaman anlaşılabilme zemini yaratamazsınız. Böylelikle “anlaşamama” gelişir… Anlaşamama halini, anlaşılma çabasının önüne koyarsanız, o zaman anlaşmama halleri belirleyici olur. Böylelikle ya kavram fetişizmi ya da örgüt fetişizmi tuzağına düşer ve sizden farklı düşünen sol kesimleri, “dönek, hain, satılmış” vb. gibi tanımlamalarla belirlemeye çalışırsınız. Buraya kadar anlatmaya çalıştığım, bir dönem aynı bakış açısına sahip sol çizgi, bırakın birbirinden farklı görüşlerin getirdiği tartışmayı, kendi içinde çok ciddi bölünmelere gitti, büyüyüp gelişeceği yerde amip gibi bölünüp çoğaldı ve sonuçta halk içinde küçüldü. Fraksiyon fraksiyon ayrıldı… İşte bu yüzden sol kendi içinde tartışırken öncelikle karşılıklı anlaşılma çabasını öne almalı ve anlaşamama meselesini bu temelde şekillendirmelidir. O zaman anlaşamama noktaları daha net anlaşılır, bu da ortak değerlerde daha saygılı mücadelenin gelişmesine katkı sağlar. Bunun için sol akımların dünya ve yurt için öne sürdüğü kısa ve uzun erimli politikalara dönük doğru ve objektif tespitler üzerinden farklılıkları konuşmak esas olmalıdır. Yoksa güncel siyasi rekabetler adına dar yakıştırmalar, yüzeysel tanımlamalar, küçümsemeler ve suçlamalar yapmak esastan uzaklaştırır ve birbirine “hain” diye bakan düşman kamplar oluşturur. Bu da emek ve demokrasi mücadelesine, barış mücadelesine hiçbir katkı sağlamaz.
Beni bu yazıyı yazmaya iten etken, Gaile’nin 31 Temmuz 2011 tarihli sayısında yer alan Celal Özkızan, Turgut Denizgil ve Münir Rahvancıoğlu’nun yazıları oldu. Her şeyden evvel, bu genç arkadaşların kendi bakış açılarından olayları değerlendirmeye çalışmaya yönelik teorik çabalarını takdir ettiğimi belirtmeliyim. Ama belli konulardaki görüşlerini anlamaya çalışırken bize dönük getirdikleri eleştirilerde üzülerek gördüğüm bir temel var, bu da bize dönük hem eksik bilgi, hem de önyargı ile yaklaşmanın yanılgılarıdır. Bu yüzden karşılıklı anlaşılma çabası yerine, anlaşamama halini süreğenleştirme zemini doğmaktadır ve sağlıklı bir tartışma/düşünce ortamı yaratılamamaktadır. Bundan ötürü bu yazıda kendimizi anlatma çabası da göstereceğim. Tabii yalnızca CTP hareketine dönük değil, aynı zamanda bu ülkenin sol tarihi ve sendikal hareketine dönük de bazı görüşlere ve verilere değineceğim. Çok farklı olduğuna inandığım ve değerlendirdiğim konuları ele alacağım.
İhanet ve Hain
Öncelikle “İhanet ve Hain” kavramları üzerinde durmak istiyorum. Bu daha ziyade Turgut Denizgil’in yazısında gördüğüm ve sıkça ifade edilen bir husustu. Bu topraklarda solcuyum diyen herkesin, projesi ve görüşü ne isterse olsun, bence uzak durması gereken en büyük tanımlama “İHANET” olmalıdır. Çünkü bu topraklarda barış, demokrasi, emeğin çıkarı ve en küçük bir demokratik adım için çaba ortaya koyan sosyalist, demokrat, hatta liberal insanlar, egemen güçler tarafından hep “hain ve ihanet” tanımlamalarına maruz kalmışlardır. Egemen, gerici ve faşist güçler, -demokrat, sol ve barışçı hareketleri baskı altında tutma ve öldürme dahil- birçok eylemlerinde kendilerini meşrulaştırma ve egemen faşist adımları atabilme temeli yaratma amacıyla bu kavramı kullanmışlardır. Bu topraklarda özgürlük, demokrasi, barış, sosyalist değerler için mücadele eden sol güçler, ne farklılıklarından ötürü birbirlerine, ne de kendilerinden farklı olan toplumsal güçlerle sürdürdükleri mücadelede, birbirlerine ya da başkalarına dönük tavırlarında, egemen güçlerin bu rezil kavramını asla dillerine almamalıdırlar. Özgürlük, demokrasi ve barış için mücadele verenler, kendilerine reva görüleni başkalarına reva görmemek durumundadırlar. O zaman özgürlük ve demokrasinin yalnızca kendileri için olduğu anlayışını yerleştirirler ki, bu özgürlük ve demokrasi kavramının genişlemesini ve yaşam biçimine dönüşmesini engeller.
Şimdi Turgut Denizgil’in bu kavramla bağlantılı sol mücadele tarihinde siyasi ve sendikal hareketlerin “ihaneti” diyerek tüm sol parti ve sendikal hareketlere dönük güvensizlik ifade eden değerlendirmesine kaynaklık eden ve sol mücadele tarihimizi objektif olmayan şekilde tanımlayan belli önemli yanlışlıklara değinmek istiyorum. Ama önce Turgut arkadaşımın müthiş bir önyargısına vurgu yapmam gerekiyor. Turgut Denizgil diyor ki: “Elbette bu noktada CTP’li okuyucu yazının devamını tahmin etme konusunda hünerli davranacak ve hatta bekli de yazının devamını okumamaya karar verecek.” Bu gerçekten haksızca bir tanımlama ve CTP’li insanları hiçe sayma gibi bir küçümsemeyi içeriyor. Bir sol görüş sahibi kişi, bence bırakın CTP’yi bir yere, kimseyi böyle bir önyargı ile tanımlama hakkını kendinde bulmaması gerekiyor.
Hele yazının devamında, “CTP’li arkadaşların yazının bundan sonraki bölümlerinde geçecek olan CTP sözcüğü yerine, TDP sözcüğünü yerleştirerek yazının devamını okumakta ve kendini tatmin etmekte özgürdür.” ifadesini kullanması, kanıma göre çok ağır bir ifadedir. Bu yalnızca CTP’ye değil, TDP’ye dönük de ağır bir ifadedir. Bu arkadaş CTP ve TDP’ye dönük yargılarında “hepsi aynıdır” görüşünde olabilir hatta diğer sol partilerin de aynı olduğuna inanabilir; ancak bu partilerin toplamı ne bir isim, ne bir bina, ne de yalnızca bir kavramdır. Bu partilerin hepsi de insan ve binlerce insan demektir. Bu, insana dair bir ciddi hiçleştirme düşüncesidir. Kimsenin bir ötekini eleştirirken onu hiçleştirmesi doğru olmaz. Bu, sol anlayışı bir yere götürmez.
Turgut’un bu yaklaşımının kökeninde 2003 seçimlerine dönük olarak tek çatı altında seçime girmemek gibi bir görüşün getirdiği eleştiri var. Bunu da tartışmak gerekir. İttifaklar politikası bir değerdir; ama başkalarına eleştiri getirirken, her eleştirinin de eleştirilebileceği anlayışı temelinde bu ittifaklar politikasını ele almak gerekiyor. Ancak bunu, bu yazıda ele alabilmem yer meselesinden ötürü olanaksız görünüyor. Çünkü daha da uzatmak, Gaileyi istismar olur... İttifaklar politikası elbette önemlidir ve nasıl ele alırız bilemem ama değerlendirmek gerekiyor; hem de yalnız 1990 seçimleri ile değil, 1976’dan itibaren…
Bakın, bundan hareketle nasıl bir tarihi yanılgı içine giriyor Turgut dostum… “Bilinsin ki 2003 seçimini normalleştirmeye yönelik söylenen her söze karşı tahammülsüzlüğüm Kıbrıs’ın kuzeyini Türkiye’ye bağımlı, dünyadan izole, her türlü hukuk dışılığın kol gezdiği, kendini yağma ve talan üzerine inşa eden ve bugün kendini daha çok hissettirmeye başlayan bu polis devletinin ilanı karşısında Kıbrıslıtürk solunun (KTÖS hariç tamamı) 14 Kasım 1983 gecesi elçinin odasında boyun eğişine olan tahammülsüzlüğümden bile daha güçlüdür”. Buradaki tarihi büyük hataya bakın… CTP ve TKP’ye dönük bu öfkeli tespit büyük bir tarihi yanılgı ile dile getiriliyor. Kusura bakma Turgut arkadaş, o dönemki KTÖS yönetiminin elçinin odasında bulunmasına gerek yoktu. Çünkü KTÖS yönetimi aylar öncesinden CTP ve TKP’ye karşı KKTC ilanı için Denktaş’ın yanında idi ve CTP ve TKP’yi bu ilana karşı çıktığı için suçluyordu. O tarihsel süreçte CTP ve TKP’nin direngenliğinin kırılmasının bir nedeni de bu idi. Çünkü sol ve demokratik hareket için “self determinasyon hareketi” ile bu eğilim taşınmıştı.
Ben başkaları için bir şey söylemem. Ama KKTC’nin ilanına karşın CTP Kuruluş Bildirgesi’ne konan 1977-1979 Doruk Antlaşmaları temelindeki federal çözüm için mücadele verilmiştir ve federal çözüm 16 Kasım gününden itibaren CTP gündeminin baş tacı yapılmıştır. O günden sonra da, soldan sürekli olarak gelen işbirliği çabalarının önünde bir ön şart olan “KKTC’nin Tanınması” siyasetini de hep reddetmiştir. Bunları bugün açmak istemem; o günlerdeki soldaki farklılıkları, günümüzün birlik ihtiyaçları içinde ele almak, bana göre güncel bir hatadır. Ama hiç olmazsa bu tarihi hakikati de, bu denli çarpıtma içinde, yok saymayı da açığa çıkarmak gerektiğine inandığım için bu konuyu ele alma ihtiyacı hissettim.
Turgut arkadaşım, CTP-BDH ve diğer sol hareketleri kendine göre “toplumsal ihanet” tanımlaması ile belirledikten sonra devam ediyor ve “partili kimliklerini halen toplumsal çıkarların üzerinde tuttuklarını göstereceğinden ötürü, önerim; parti kimliklerinden ve dogmatik düşüncelerinden arınmaları yönünde olacaktır. Çünkü ağabeylerimiz bunu başaramadılar” diyor. Bu açıkça likidasyon önermektir. Geçmişte de özellikle KKTC ilanı öncesinde “self determinasyon hareketi” ile sola önerilen bu idi. Parti kimliklerinizden soyutlanın. Daha ağır eleştiri yapmak istemem. Günümüzde Sayın Erdoğan’ın “size, AK Parti gibi bir parti” lazım dediği ve giderek sağ ve sol üsluplarla partisel yapılanmamıza dönük olarak, yeni parti olgularının gündeme getirilmeye başlandığı bu aşamada, dogmatik olmakla eleştirdiği kesimlere dönük, çok daha dogmatik bir tanımlama ile, ihaneti “2003 seçimlerine tek çatı altında seçime girmemek ve bu durumu doğru bulmayanların da normalleştirme girişimleri” olarak ifade etmek ve özetle likidasyon görüşü hiç de doğru ve haklı bir tavır değildir.
Unutmayın ki toplumsal varlığı yok etmek isteyenler, yalnız topluma mal olmuş ekonomik kurumları özelleştirme adı altında yok etmeyi amaçlamazlar. O toplumu, o güne kadar getiren siyasi, kültürel, sivil toplum yapılarını da bir şekilde yok ederek, onun gelenek ve emellerini dağıtarak, toplumsal varoluşu sarsarlar. 12 Eylül bunun en uç noktası oldu. Türkiye’de solu kurumsallaşmadan uzaklaştıran en büyük adımı egemenler, sol partileri, gelişme aşamasında hep arka arkaya kapatmakla yaptılar. 12 Eylül’de tüm siyasi partileri, sendikaları, sivil toplum örgütlerini de yok ederek onlara karşı müthiş güvensizlikler yaratarak, kendi dar mühendislik projelerini gerici temelde yaptılar. Evet, sol partileri beğenmeyebilirsiniz ama görüş ve düşüncelerinizle onları geliştirmek önünüzde dururken likidasyon gibi bir konuyu, tam da toplumsal varoluşun en önemli görev olduğu günümüzde gündeme getirmek doğru değildir.
Turgut’un yazısında, Bu Memleket Bizim Platformu ile Toplumsal Varoluş mücadelesi dönemine dönük birtakım tespitler de vardır. Bunlar oldukça önemli ve güzel tespitlerdir. Ancak ortada bir de hata vardır. Evet, BMBP bir ortak platformdu ama günümüzde bir toplumsal varoluş platformu yoktur. Eğer olmuş olsaydı, bunun bir hedefi, bir amacı olurdu. Günümüzde Sendikal Platform vardır ve onunla işbirliği, güç birliği içinde bulunan siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri vardır. Maalesef toplumsal varoluş söylem ve mitinglerden öteye gidememiştir. Zaten yanlışlık da buradadır. Boşluğun esas nedeni de budur. Nedenler ve nasıllar ayrı bir tartışma konusudur.
Şimdi, Münür Rahvancıoğlu ve Celal Özkızan arkadaşların yazıları üzerinde durmak istiyorum. Bu iki arkadaş Gaile’de yazı yazan Cemal Mert arkadaşın bir makalesi üzerine yanıt yazdılar. Baştan ifade edeyim, Cemal arkadaşla ben CTP üyesiyiz. PM’de birlikteyiz. Bu, bizim ortak değerimizdir. Ancak belli konularda ondan farklı görüşlerim de vardır, onun da benden. Bundan da hiç utanmam. Tabii tüm bu konuları kendi edebimizle tartışma becerisini de gösterebilmekteyiz. Özellikle iki ayrı uluslaşma süreci diye bir tanımlamaya ben de katılmıyorum. Ayrıca Kıbrıs Rum solunun Yunanistan, Kıbrıs Türk solunun da Türkiye’den etkilenerek geliştikleri tespitlerini de çok abartılı bulurum. Ancak bunun kendi içinde doğru noktaları olduğunu da söylemek gerekir. Sonuçta, bizim anadilimizin Türkçe, güneydekilerin de anadillerinin Yunaca olması nedeni ile Türkiye ve Yunanistan’da yazılan, basılan, sol literatürleri okumakla da geliştiğimizi inkar etmek olamaz. Bunlardan etkilenilmediğini de söylemek kanımca gerçeğe göz kapatmak olur.
Marjinal
Bence her solcu/her demokrat, hakim olan siyasi, ekonomik ve kültürel yapıyı değiştirmeye çalışan her akım ve insan gerçekten marjinaldir. Bu yüzden birileri bize marjinaldir dediği için ben özel gayret sarf etmem marjinal olmadığımı kanıtlamak için. Celal Özkızan, “Bildiğiniz gibi marjinal olmak, toplumun değerlerinden, taleplerinden ve gidişatından kopuk bir değerler ve talepler bütününü savunmak anlamına geliyor ki bu da topluma yabancılaşmaktır” diye bir tanımlama ile Cemal Mert’in eleştirisine yanıt veriyor ve bu çerçevede de Baraka’nın marjinal olmadığını ifade etmeye çalışıyor. Bu arada Münür Rahvancıoğlu da bunu yapıyor. Baraka’nın her biri emek sarf edilmiş ve yararlı faaliyetlerini tek tek sıralayarak marjinal değiliz savunması yapılması bence doğru değil; çünkü bunlar bir boşluğu dolduran olumlu işler. Ben şahsen bunları reddeden bir anlayışta değilim. Ama burada bir nokta üzerinde durmak gerekiyor. Başkaları da en az Baraka’nınkiler kadar önemli ve değerli faaliyetler yürütmüşlerdir ve onlar da birer değerdir. Ancak şunu açıkça ifade etmem lazımdır. Bir devrimci/ilerci/demokrat hareket, toplumun değerleri dışında, hakim değerlerin esiri olmadan, yani kamuoyunun bilinen değerlerinin dışında, yeni ve farklı değerleri de gündeme getirmeli ve bunun yeni toplumsal değerler haline dönüşmesi için de gayret ortaya koymalıdır. Yani biz kamuoyunda o dönem hakim olan toplumsal değerlerin sınırlılığı içinde siyaset yapmamalıyız. Tüm bunların değişmesi ve yeni toplumsal değerlerin öne çıkması için hareket edilmelidir. Böylelikle sürecin başında ve içinde marjinal oluruz.
Yeni değerler için kavga başladığında, en nihayet bu öncülerin gayreti ile (yani marjinallerin gayreti ile) yalnız bu değerlerin ilk taşıyıcıları değil, başka toplumsal güçler de hareketin gelişmesine katkı yaparlar. Yeni değerleri benimsemekle ve herkesin kendi katkılarını getirmesiyle değerler daha da gelişir. Yeni toplumsal değerler oluştuktan sonra, o yeni koşullarda oluşan bu yeni yerleşmiş değerler ve kamuoyu düşüncesine karşı da yeni “marjinal” görüşler gelişir. Bu yüzden marjinalliği bir hakaret olarak algılamak ve bu temelde suçlamak veya ben bu değilim diye savunma yapmak, bence doğru değildir. Bu anlayış devrimci hareketleri dumura uğratır.
Şimdi kimse kusura bakmasın, Türkiye’de “askeri vesayet kaldırılmalıdır” demek belli bir dönem solda ve sağda “marjinal” olarak tanımlanmanın ifadesi idi. Ama bakın günümüzde bugün bize marjinal diyenlerin dahi övündüğü gelişmeler değil mi bunlar? Ben kendi hesabıma söyleyeyim marjinal olmaktan hiç yüksünmedim. Bu ülkede barış ve çözüm, Türk-Rum kardeşliği benzeri görüşler ileri sürdüğümüzde marjinaldik. Hiç unutmam, 1974 sonrası 8 Mart Dünya kadınlar gününü kutlamak için yola çıkan kadın dostlar bu ülkede “garılar günü” de varmış diye bakılan, alay edilen ve onları “marjinal” olarak tanımlayan anlayışlarla yüz yüze geldiler. Ben bunu yaşadım… Bugün 8 Mart’ı ele almayan var mı? Şimdi ise Feminist hareketlere karşı aynı bakış yok mu? Dolayısı ile ben marjinalliği, diyalektiğin sarmal bir ilerleme olarak tanımladığım devinimi içinde, hor görülecek bir kavram olarak algılamam.
Sol görüşlerle tanıştığımdan itibaren de hakim sol anlayışlar içinde dahi “marjinalliği” sevdim. Herkesin silahlı mücadeleyi savunduğu, devrimin kırdan mı kentten mi yapılacağı tartışmalarının belirgin olduğu aşamada, biz silahlı mücadele yoluna karşı çıkmakla, demokratik kitlesel ve parlamenter yoldan mücadele perspektifini ortaya koyduğumuzda da hakim ve yaygın sol anlayış içinde “marjinal” sayıldık. Onun için bence hem Cemal arkadaşım bu kavramı kullanırken, hem de bu kavrama karşı kendi savunmasını ortaya koyarken Celal ve Münür arkadaşlarım doğru yapmamaktadırlar. Eğer bir sol anlayış hakim kamuoyu belirleyiciliği içinde kalmayı amaçlarsa, değiştirici ve ilerletici olamaz. Onun için her solcu ve demokrat, aynı zamanda bir çeşit marjinaldir.
Gelecek haftaki sayıda “tarihsellik” başlığı ele alınacaktır.