
TEK HECELİ O TILSIMLI KELİME!..
Varolduğundan beri insan, aşk denen duyguyu da diğer duygular gibi tanımlamaya çalışmış. Onun yüzlerce, binlerce tanımı yapılmış. Aşkı ifade edecek sayısız şiirler,romanlar, öyküler yazılmış.
Bir ağustos gününün masmavi bakışı
gazâba uğrattı upuzun kumsalları
nazar değdi yeşile
oysa umutları vardı söğüt ağacının
sırılsıklam sevdalıydı buluta
özlemle açılan kolları
düştü tevekkülle kuru vadiye
hasret de güzeldi
nasılsa eninde sonunda gelecekti sevdiği
lânetlememişti İsa onu incir gibi
soprano ve tenor seslerle geldi
koro halinde kırlangıçlar
ve alıcı istasyonları bozacak kadar
akortsuz seslerle yırtındı durdu
ağustos böcekleri.
ağustos’u beklemediler de
bu yıl temmuz’da başladılar.
ne yapsak doğa güçlüydü işte
gökdelenleri titretecek kadar
aklın ve gövdenin sınırlarını zorlamak boşuna
nar çatlar olgunlaşınca, bunu herkes bilir
dağılır, saçılır
kendinden eksiltir tıpkı aşk gibi
toplamaya çalışmak nafile
savrulur, tükenir kör aşık gibi.
bir zamanlar boyayı yüzlerine bolca süren kadınlar
işe yaramadığını görürler de vazgeçerler boyanmaktan
bir ölü beyazlığı kalır yüzlerinde al yerine
son vapurların düdüğü amatör sevdalarını hatırlatır
ne yazık ki rıhtımdaki sevgili yok şimdi yerinde
parantez içindedir artık eski fotoğraflar bile
Erguvan hayallerin son bulduğu yerde
İnce bir hüzündür aşktan geriye kalan kalpte
şu anda vakit akşam suları
yorgun., ürkek kadınların eve dönme zamanı
ah!..o solgun kitaplarda kurutulmuş papatya..
artık bir ‘duygular antolojisi’ne dalma zamanı... (H. İntaç)
Varolduğundan beri insan, aşk denen duyguyu da diğer duygular gibi tanımlamaya çalışmış. Onun yüzlerce, binlerce tanımı yapılmış. Aşkı ifade edecek sayısız şiirler,romanlar, öyküler yazılmış. Aşk üstüne şarkılar yazılmış, türküler yakılmış.Yine de aşkın tanımını tam anlamıyla yapmak, onun nasıl bir duygu olduğunu anlatmak mümkün olmamıştır. Oysa o, üç harfli, tek heceli küçücük bir kelime!..Ama uğrunda Ferhat’a dağları aştıran, Mecnun’u çöllere düşüren, Leylâyı ölüme götüren tılsımlı bir kelime!
Bazı araştırmacılara göre aşk, insanın kimyasını değiştiren, hormonlarla ilgili ve duyguların abartılı olarak yaşandığı bir durum. Gülmek, ağlamak, acı çekmek, neşelenmek, gözyaşlarına boğulmak normal hayatta da varken, aşık olan birinde bunlar abartılı olarak görülür. Yürekte bir kıpırdanıştır aşk, ama her kıpırdanışın adı aşk değil. Bazen bir koku, bazen bir ses aşka davetiye çıkarsa da, o her zaman ortaya çıkan bir durum değil. Bu yüzden aşkın tanımını yapmak da mümkün değil. O, herkese göre değişen bir duygu, farklı bir tattır. Aşk. anlatılmaz, yaşanır. Onun duyumdan başka kanıtı ve belgesi yoktur ve anlatılamayacak kadar özel bir hikâyedir.
Bazılarına göre, mutluluk amaçlıyormuş gibi algılansa da aslında, çıkmazların ve mutsuzluğun peşine düşmek demektir aşk. Gerçek aşkı yaşamış olan Leyla’yla Mecnun, Ferhat’la Şirin, Kerem’le Aslı mutlu olabilmişler miydi? Belki de imkânsızlıklar, engellerdi onları bu derece birbirlerine tutkun yapan. Her şey kolay olsaydı birbirlerine böyle aşık olmazlardı belki de. Gerçek aşk onlarınki idiyse o takdirde aşk, acı veren, hırpalayan,yıpratan ve hüsranla biten bir duygu değil midir?
Bu derin ve hassas konuya giriş nedenim, aşk evliliği yapan iki arkadaşımın sudan sebeplerle ayrılmalarından dolayı yaşadığım şok oldu ama girdiğime gireceğime pişman oldum. Öyle hassas, öyle derin bir konu ki bu! İçinden çıkabilene aşk olsun. İnce işler bunlar. Bu yüzden başlamış bulunduğum bu konuyu tamamlamak için epey araştırma da yapmak zorunda kaldım.
Bazılarına göre de aşkı başlatan cinsel cazibedir. Buna rağmen aşık olunan kişiyle ilişkiye girmek yerine ilişkiden uzak durulur. Aşkın ömrü yani ne kadar süreceği kişinin bastırmış olduğu duygularıyla alakalıdır. Bastırılmış duygularını tüketene, yani aşık olduğu kişiyle birlikte olana dek aşık olmaktan kurtulamaz. İlişki ise aşkı kısa sürede tüketir. Oysa başka bir görüş; düşünsel duygusal ve bedensel boyutuyla karşılıklı iki insanın bütün olarak birbirini fethetme isteğine dayalı bir ilişkiyi savunur aşkı tanımlarken.
Bir başka düşünceye göre aşk narsistik bir durumdur. Birey aslında kendi kendine âşıktır ama bunu dile getiremez. Kendine duyduğu aşkı başka birine yöneltmek durumundadır. Bu yüzden kafasında bir imge, bir imaj yaratır ve yarattığı imajı karşısındaki kişiye yükler. O insanı olabildiğince yüceltir. Aslında yüceltmek istediği kendisidir ama bunu yapamadığı için sürekli aşık olduğu insanı yüceltir. Bunu yaparken kendini aşağılanmış hisseder ve bir ego gerilemesi yaşar. Aşağılanmış hissetmek bireye büyük bir ruhsal acı yaşatır. Kendisini eksilmiş,değersiz ve yetersiz hissettikçe aşkı büyür ve nihayet hedefine olaşır yani narsistliğin gereği olarak acı çeker.
Yazımın başında da söylediğim gibi herkes aşkı değişik biçimlerde ve kendine göre tanımlamış. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın hepsinde müşterek olan acı bir gerçek vardır. Zaman her acının ilacı iken ne yazık ki her aşkın birinci derece katil zanlısıdır. Çünkü zaman, duyguların yoğunluğunu tüketir, özelliğini değiştirir. Birliktelik artık sevgidir, saygıdır, sefkattir, hoşgörüdür ama asla aşk değildir. Yapılan klinik deney ve gözlemlerle aşkın ömrünün minimum üç, maksimum beş yıl olduğu sonucuna varılmıştır. Bu yüzden “Mutlu aşk yoktur” denir hep. Bence bu konuda en güzelini aşağıdaki dizelerle Bedri Rahmi Eyüboğlu söylemiş.
“Bütün kitapları yakmalı/ Sevda üstüne ne söylenmişse yalandır/ Kitaplara göre insan/ karanlıkta yüzüne bin mumluk lamba tutulmuş/ gözleri, yüreği kamaşmış insandır/ aptaldır, hastadır, kahramandır/ bütün kitapları yakmalı/ sevda üstüne ne söylenmişse yalandır/İçinde tek bir süret yaşayan yüreğe yürek mi derler/ bir tek yaprak veren dalın boynun burarlar/ bir tek meyve veren dalı keserler/İnsan dediğin bir buğday tarlası olmalı/ esti mi rüzgar bir değil milyonlar için esmeli/ insan dediğin derya misali/ uçsuz bucaksız olmalı.”