1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Şiddet üzerine serbest çağrışım
Şiddet üzerine serbest çağrışım

Şiddet üzerine serbest çağrışım

Her birinin bireysel acıları ve bunun kaynağında ise geçmişlerinde uğradıkları şiddet vardı.

A+A-

Eşmen Tatlıcalı
Kıbrıs Türk Psikologlar Derneği Asbaşkanı
pskesmen@yahoo.com

 

Dünyada yapacağın en güzel iş

Arar gibi çölde yitik inci tanesini

Yaşam boyu aramak kendi sesini

Belki bulabilirsin belki bulmadan ölürsün

 

Dünyada kazanacağın en büyük başarı

Milyarlık tarihin coğrafyanın içinde

Arayıp arayıp kendi sesini bulmak

Belki bulabilirsin belki bulmadan ölürsün

 

Dünyanın en zor işi zorun da zoru

Bütün arayıp bulduklarını yitirsen bile

Elbet yine de öleceksin ölsen bile

Kalsın diye dünyada kendi sesini yitirmemek 

 

Şiddet üzerine düşünürken birden kendimi iki kişilik alan olan seans odamda buldum. Danışanlarımın sesleri kulaklarımda çınlamaya başlamıştı. Özellikle cinsel şiddete uğrayan kişilerden bahsediyorum. Artık Kendilerini “HAYATTA KALANLAR” olarak tanımlamaktaydılar.

13 yıldır psikolog olarak hem şiddete uğrayan kişilerle hem de şiddet uygulayan kişilerle çalışma fırsatım oldu. Çalıştığım grubun büyük çoğunluğu cinsel şiddete uğrayanlardı. Yani hayatta kalanlardı.

 Hayatta kalanlarla yaptığım seanslar süresince bana  acılarını, mutluluklarını, geleceklerini kısacası kişisel tarihlerini anlattılar. Anlatırken onları tanımamı, anlamamı kendilerini tedavi etmemi istediler. Peki hayatta kalanlar kendi seslerinden ne duydular?  Bundan dolayı yazıma Aziz Nesin’in “Kendi Sesini Bulmak” şiiri ile başlamak istedim.

Bir psikoloğun materyali “dil” dir.  Talat Parman’ın dediği gibi “dil ötekini anlamak, tanımak ve anladığını aktarma çabasıdır. Hasta/danışan kendini dil yoluyla terapiste aktarır, terapist de yine dili kullanarak danışanın ruhsal süreçlerinde etkin olmaya çalışır”.

Bir psikolog olarak uğradıkları saldırıyı kimseye anlatamadıklarını, yaşadıkları yoğun utancı, suçluluk duygusunu ve bu duyguların hayatlarında nasıl bir yıkıcı etki bıraktığını duydum. Konuşmaya başlayana kadar üzerlerinde bir gölge vardı.

Gölge; bir cismin ışığı engellemesi nedeniyle, aydınlık bir yerde oluşan karanlık olarak tanımlanırken, hayatta kalanların gölgesi ise seanslarındaki uzun sessizlikleriydi. Bazen o kadar alçak sesle konuşuyorlardı, duyabilmek için eğilmek zorundaydım.

Çalıştığım Şiddet mağdurlarının ortak noktaları içlerindeki derin ve kolay kolay geçmeyecek olan acılarıydı. Her birinin bireysel acıları ve bunun kaynağında ise geçmişlerinde uğradıkları şiddet vardı. Acılarına ek olarak da hüzün vardı. Kronik bir hüzün. Gülümsemelerinin  ardından gelen bir hüzün.

Bazen duyguları alınmış, sanki bir ölüyle konuşuyormuşsunuz gibi hissederdim. Anlattıkları olayların onlara acı vermediğini düşünürdüm. Aksine o kadar çok canları yanardı ki karşıt tepki olarak duygularını yitirirlerdi. Böylelikle acıları biraz olsun azalırdı.

Ogden “danışan, hikayesini anlatabilmek için bir ses tonu, kendi sesini bulmalıdır. Bu ses, belki de daha önce hiç duymamış olduğu düşüncelerinin sesidir” diyor.

Hazır olup da kendi sözleriyle uğradıkları saldırıyı anlatmaya başladıkları noktada kendilerini anlamaya veya hayatlarını anlamlandırmaya başladılar. Terapinin büyük bir kısmı kişisel tarihlerini yeniden yazma ya da hayatlarını yeniden inşa etmek ve kendilerini değerli kılmaktı. Terapide hem benim hem de danışanlarımın duyduğu şey istismarın tekrarıydı.

“Randevumu öne aldığınız için teşekkür ederim. Dün dedem öldü. Beni öldüren dedem. Annemler cenaze, mevlüt  gibi şeyler için hazırlık yaparken, ben bunu sizinle kutlamak istedim.  Sevinmedim Eşmen Hanım hiiiiiççççç sevinçli değilimmmm... Dedem 76 yaşında öldü. Ben ise 10 yaşımda öldüm. Bu haksızlık değil mi? O tam 76 sene yaşadı. Kötülük yaparak tam 76 sene... Ben ise tam 10 yıl yaşayabildim. Bu haksızlık, bu gerçekten çok büyük bir haksızlık....."

Çalıştığım grubun büyük çoğunluğu cinsel şiddete uğrayanlardı. Fakat  fiziksel şiddete uğrayanlar da vardı. Ben buna fiziksel şiddet demek istemiyorum. Anlatılanlar; karı koca, sevgili arasındaki kavga esnasında  kadının zarar görmesi, acı çekmesi, sesinin kesilmesi, sindirilmesi ve güçlünün kim olduğu göstermek için uygulanan işkenceler idi.

“ bizler büyüklerimizden böyle gördük Eşmen Hanım... Evet ona vururken ben de çok üzüldüm ama daha fazla üzülmektense o üzülsün ki başına birşey gelmesin.”

“yalan söylediğimi düşünüyor olabilirsiniz fakat kapıyı çalışından o gün beni dövüp dövmeyeceğini anlardım. Bazen işten nasıl gelecek diye düşünmekten kendi saçımı çektiğimi ve korkudan ağladığımı bilirim.”

Hastalarımın ağzından dökülen bu cümleleri yazarken; aklıma Parman’ın Kökenlerdeki şiddet adlı yazısında olan şu cümleler geldi; “ şiddet tehlikedir. Tehlike kaygıdır, yaşamda kalmak savaşımına bu kavgı neden olur. Bu durumda şiddet, tehlike ve onun yarattığı kaygıya karşı savaşabilmek için güvenlik veren unsurlar aranacaktır. Güveni bildik olan verir, tanıdık olan, evden ve bizden olan”

            O zaman şunu soruyorum tehlike ilk bildik olandan, güvenilir olandan gelirse ne yapmamız gerekmektedir? İlk tokatımızı öğretmenden değil de annemizden yersek, ilk hakareti dışarıdaki yabancıdan değilde babamızdan duyarsak, bedenimize sokaktan geçen ve bize şeker vermek isteyen yabancı değilde dedemiz veya amcamız dokunursa.  Kısacası bizi üzen sevdiklerimiz ve güvendiklerimiz olursa. Yaşadığımız kaygı nasıl sonlanacak?

Anne ve babalarımız bizi büyütürken iç ve dış dünya varmış gibi büyüttüler. İç güvenilir olan dış ise tehlikelerle dolu olan. Bu bizi güvende hissettirirdi. İç kısımda kaldığın zaman güvende olacaktın.  Dışarıya da güvendiğin birileriyle çıkardın. Peki iç ve dış tehlikeliyse nerede durmam gerekiyor. Iç mi yoksa dış tarafta mı daha az canım yanar? Belirtilen çatışmanın yanı sıra hayatta kalmış olmak, hayatta bir yere sahip olmakla ilgili derin düşünceler ortaya çıkar.

Ölüm kapıdaydı… ölüm kapıdayken düşünmek çok zor … işte danışanlarım bu çaresizlik hissini yaşarken, ünlü psikanalist Hanna Segal’in sözleri ile devam etmek istiyorum.

“ ne zamanki içindeki dünya tahrip olur, ölür ve sevgisiz kalır, sevdiklerimiz paramparça olur, bizse çaresiz bir umutsuzluğa düşeriz. Işte o zaman dünyamızı baştan yaratmalıyız, parçaları tekrar birleştirmeli, ölü parçalara hayat üflemeli ve yaşamı tekrar yaratmalıyız”.

Veee… sonunda kendi sesini bulan hayatta kalanlar artık geçmiş ile olan ilişkisini değiştirmeye başlar. Ilk başlardaki yalanlar, yanlışlar, çarpıtmalar, saklamalar ve gözden uzak tutulanlar iki dudağının arasında yeniden anlamlandırılmaya başlanır. Artık eskisi gibi değildir. Çünkü geçmiş yaşamı da değişmiştir.

“kapıyı bana açtığınız günü hatırlıyorum da hıçkırarak ağlamaya başlamıştım. İşte o gün hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını anladım. Sanırım eski “BEN ” ile vedalaşmaya başlamıştım. Bunu ancak 4. Yılımda anladım”.

Şiddetin sadece seans odalarında nasıl yaşandığı değil, toplum içinde nasıl yer aldığı, nasıl algılandığında bizim için önemlidir. Günümüzde insanların şiddeti disiplinin sağlanması, namusun korunması, toplumun huzurunu ve düzeninin oluşturulması gibi toplumsal tasarımlarla açıkladığını ve son dönemlerde şiddetin temel bir yaşam şekli olduğunu,  kendimizi ifade etme ya da sorunlarımızı çözmede kullanıldığını da görmekteyiz. Bireylerin kendi amaçları, çıkarları ve duyguları için şiddeti kullandığını da biliyoruz. Işte bu noktada şiddeti bir sorun olarak görmeliyiz. Bir çözüm değil kocaman bir SORUN.

Şiddetin önlenmesi multidisipliner çalışma gerektirir. Hukukçuların, sağlıkçıların, psikologların, Medya mensuplarının, sosyal hizmet uzmanlarının başta olmak üzere bir araya gelerek ancak başarılı sonuçlar elde edebileceğine inanıyorum.

Diğer yandan şiddetin yanı sıra onun diğer kuşaklara aktarımını da ele almak bizler için önemli bir konudur. Şiddetin iletimi denildiğinde; bizden öncekilerin bize bıraktıkları, bizlerinde bizden sonrakilere bırakacağımız duygu, sır, düşünce ve yaşanmışlıklarla ilgilidir.  Yani ruhsal mirasımız hakkında…

Bazen travmatik etkiyi birebir yaşayan kişinin duygusuz olduğu hatta yaşadığı travmayla ilgili duygusuzluğunun devam ettiğini görürüz. Bu devamlılık onun mirasçısı olan çocuklarına veya torunlarına geçer. Travmayı yaşayanların dile getiremedikleri kendi mirasçıları tarafından dile gelir. Sanırım bunu en iyi anlayan toplumlar arasında sayılabiliriz.

Son olarak annem ile aramda geçen bir konuşmayı size aktarmak istiyorum. Annem güneyden kuzeye göç etti. Teyzemler yaşadıkları sıkıntıları sürekli anlatırken, annem bunlardan konuşmamayı tercih ederdi. Annem ile Suriye’deki Savaş nedeniyle Türkiye’ye sığınan insanları televizyonda izlerken, birden gözlerimden yaşlar akmaya başladı.

Annem “ağlıyor musun “ diye sordu.

Bende “evet” dedim. Annem devam etti ve bana neden ağladığımı sordu. Anneme “BİLMEM… BELKİ DE SENİN AĞLAYAMADIKLARINA AĞLIYORUM” dedim.

Artık kendi sesimde ne duyduğumun da farkındaydım…

 


Not: Bilgi paylaşımı hakkında tüm kaynaklardan izin alınmıştır

Kaynakça :

  1. Parman, T. (2014). Kökenlerdeki Şiddet: yorumun şiddeti, şiddettin yorumu en tanıdık yabancıların tekinsizliği. Psikanaliz Yazıları, 28, 13-118.
  2. Parman, T. (2014). Baba Oğul İlişkisinde Şiddetin İletimi. Psikanaliz Yayınları, 28, 13-118.
  3. Türk Dil Kurumu. Erişim tarihi : 24. Haziran. 2018, http://www.tdk.gov.tr/
  4. Altounian, J. (2014). Ülkesel ve kültürel kopuşlar sırasında büyükanne ve büyükbabaların iletiminin narsisistikleştirici ve politize edici etkileri. Psikanaliz yazıları, 28, 53-65.
  5. Sivri, M. T. (2017). Ölüm kapıdaydı. Psikanaliz yazıları, 34, 91-101.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 3378 defa okunmuştur
Etiketler :
Gaile 454. Sayısı

Gaile 454. Sayısı