1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. BAYRAM TADINDA GÜNLER… DİLEĞİYLE…
BAYRAM TADINDA GÜNLER…  DİLEĞİYLE…

BAYRAM TADINDA GÜNLER… DİLEĞİYLE…

BAYRAM TADINDA GÜNLER… DİLEĞİYLE…

A+A-

 

Neriman Cahit


Bugün bayram…
Yok yok… “Nerde o eski bayramlar!” diye  nostaljik iç çekişleri sıralamayacağım…
Ama içimdeki küçük kız her bayram olduğu gibi gidip çocukluğumun bayram günlerine, bayram sevinçlerine kurulmuş bile…
Eh, neylersin bana da (her zaman olduğu gibi) onun peşinden gitmek düşer… Gitmesine gittim ardında da… Ne yaptımsa ağzını açmıyor, müthiş bir inat ve utangaçlıkla susuyor… Her başı sıkıştığında, büyüklerinden dayak yiyeceğinde, gizli gizli ağlayıp, ya da sevindiğinde kaçıp dallarına tırmandığı “biber ağacının” en tepesine tırmanmış bile…
Artık ağzından tek söz almak olası değil… İnatçı keçi ne olacak! Çare yok… Yine sözü bana bıraktı demektir bu…

BİR BAŞKA (MIYDI) O BAYRAMLAR…
Yazının girişinde verdiğim sözü tutamadım… Ama gerçekten bugün birer tatil vesilesine dönüşen bayramların yanında onlar gerçekten de çok farklı ve çok güzeldi…
Şimdi düşünüyorum da 8 yaşına dek köyde daha sonra da “Şeher’de” (Lefkoşa’da) geçirdiğim bayramlar arasında pek de öyle büyük fark yoktu… Yani, özellikle de II. Dünya Savaşı sonrası Kıbrıs’ında o kadar ağır bir yokluk ve yoksulluk vardı ki! Ama, inanın bir dert değildi bu… Çünkü – ve özellikle de köylerde – aşağı yukarı herkes aynı durumdaydı…
İşte bu yüzden hayatımızda tek özel gün olan bayramların bizim için önemi, beklentisi ve mutluluğu çok büyüktü. Yılbaşları mı diyorsunuz… Yok efendim o tür kutlamalardan yıllar yıllar sonra haberimiz olacaktı.
Dedim ya, II. Dünya Savaşı sonrası ve Kıbrıs İngiliz müstemlekesi olduğundan dolayı ağır bir ablukadan çıkmış… Rumu – Türkü, bütün Kıbrıs halkı müthiş bir ekonomik çıkmazda… Hayatını, ailesini yaşamda tutma çabasında… O yüzden öyle her gün, her hafta, her ay yeni bir şeyler almak yok… Herkes derdinin çaresini bile kendi elleriyle, doğadaki donanım ve birbirine yardımlaşma ile başarıyor. (Aslında çok da güzel beceriyor bunu… Sımsıcak bir sevgi ve heyecan sarar yüreğimi, o günlerin insan / komşu / toplum dayanışması, Sevgisi ve paylaşımını düşündüğümde…)
O günlere dalarsam belli ki bayramı unutacağım… O yüzden sadede döneyim…
Evet, bayramlar bizler için çok çok özel ve güzeldi… Çünkü, sadece bayramlarda yeni bir şeyler alabilirdi bize anne babamız…
Aman Tanrım, bayram yaklaştıkça ne sevinç, ne sevinçti… Neredeyse bir ay önceden başlardı heyecan… Şeher bize uzak… Şeher çok uzak… Ancak, çok mecbur olununca, çoğu kez büyüklerimizin – yaya, ya da eşek sırtında – gittikleri bir rüya, bir ütopya. O yüzden bayramlıklarımızı köye gelen “Çerçilerden” (hayvanın üzerinde kumaş vb. satan), ya da “bohçacı kadınlardan” alır sonra da yumurta, dokuduğu bez, işlediği yemeni, yağ, zeytin, bal, tavuk v.b vererek öderdi azar azar anamız… Basma, tafta, tobralko gibi kumaşlardı satılan… Bunların seçiminde bizim hiç mi hiç söz hakkımız yoktu… Annem teker teker hepsine bakar, en ehvan ve uygununu seçerdi… Çoğu kez benim gönlüm hep allarda / kırmızılarda olurdu ama kir tutan koyu renkler seçilirdi genelde…
Yine de ne sevinç ne sevinçti Yarabbim…
Annemin uzattığı kumaşı bağrıma basar, doğru eve koşardım. Neredeyse bütün gün aynı tören sürerdi. O güzelim koku hala burnumda… Bir de bayramlık ayakkabılarımın gön kokusu… İki bayram yakın olduğu ve ekonomik zorunluluktan dolayı da, sadece bir çift ayakkabı alınır, öbür bayrama da saklanırdı. Okula, tarlaya, bağa, bahçeye ya yalınayak, ya da o günün deyimiyle “nalinler yahut da babıçlarınan” giderdik. Ben hiç yalınayak dolaşmadım ama o günleri anımsadığımda neden hala tabanlarımın sızladığını bir türlü çözemedim…
Ayakkabıları köyde almak olası değildi. Peşin alınacağından dolayı da azar azar bir kenara konan para (genelde bayram haftasına) denk getirildiğinde, ya babam gider Şeher’den hepimize alır. Ya da (Çoğunlukla) o günlerde giden köylülerden (ki bunlar hep erkeklerdi) birine ölçümüz verilerek “siyah olsun, altına nalça da çaktır” diye tembihlenerek aldırılırdı. Ölçü de neydi biliyor musunuz? Bir mukava ya da kağıda ayağımız konur, çevresi kalemle çizilir, ya da bir “çirpi” kesilerek tabanımızın uzunlamasına ölçüsü alınırdı. Tabii, çoğu kez alan adamın zevkine uygun (dayanamayıp o günler söylediğimiz gibi yazacağım) potinlerimizi yine de heyecan ve sevinçle alıp bağrımıza basar, ilk gece onlarla uyur, sonra da yatağımızın hemen yanına koyardık ki doya doya seyredelim. Çoğu kez ayağımıza uymazdı bu ayakkabılar… Ya yüzü dar, ya da boyu kısa olurdu ama  tekrar bakalım Şeher’e ne zaman biri gidecek ve değişecek… Sonra da bayramı eski potinlerimizle (mi) geçireceğiz” korkusuyla hiç gık etmez, ondan sonra da potinlerin tüm cefasını sineye çekerdik… Bir sene boyunca, eskidikçe üzerine pençe atılarak / yama konarak tepe tepe kullanırdık…
Ama benim yüreğimde hep kırmızı potinler dans eder dururdu… (Yok hayır, Kırmızı Başlıklı Kızı O zaman daha bilmiyordum…)

NELER NELER YAPILMAZDI Kİ…
Bayram hazırlıkları da başlı başına bir âlemdi! Köyde kadınlar geceleri bir araya gelir, hep birlikte konuşarak, birbirlerine takılarak, öyküler, anılar, masallar anlatarak, dedikodular yaparak… İkindiden yoğurdukları hamurdan makarna, erişte, şehirge, mantı, v.b. Arife günleri de ekmek, çörek, zeytinli, hellimli, sini katmeri yaparlar, yaktıkları fırında mis gibi pişirirlerdi. Gerçek heyecan ve bayram günleriydi o günler biz çocuklar için. Annelerimiz bize “bulla” dediğimiz özel, bol susamlı her biri ayrı şekilli küçük çörekler yaparlardı. Bana, nedense, annem hep çanta, ya da sayfaları açık ve üzerine çizgiler çekilmiş bir defter, ya da şekerli çörek yapardı. Onları elime alana kadar deli olurdum… Sonra da yemeye kıyamaz uzunuzun saklar… Ne hayaller kurardım onlarla ilgili. O çantaya neler koymazdım…. O boş çizgilere neler yazmazdım ki… Neler…
Arife günü, analarımız için: “Burnunu sıksan canı çıkacak…” günlerdi. Ev temizlenecek, bazı dikişler evde / elde yapılacak, kümesten artık yumurtadan kesilmiş en yaşlı tavuk kesilip (evet, annem keserdi) tüylenip yıkanacak, kocaman bir tencereye konup ateşe konacak… Bütün fırın işleri yapılacak, pişirilecek, sonra da herkesin bayramlığı yatağının üzerine konacak… Şimdi yazarken aklıma geldi, bütün köyün dikişini bir ya da iki terzi dikerdi. Bizimkini “Sağır Deyzem” dikerdi. Kendine özgü çok özel, becerikli bir kadındı. Çocukken babasının kulak tozuna vurduğu ağır bir tokat sonucu sağır olmuş… Hiç evlenmemiş, bütün aileye arı gibi hizmet eden sevgi dolu bir kadındı. Bizim elbiselerin dikimini en sona bırakırdı, aileden olduğumuz için. Bir elbisenin dikimine neydi ki zaten aldığı… Bir kuruş, altmış para, en çok iki kuruş… Ya da un, bulgur v.b. o zaman para narardı ki…
Aslında bütün iç çamaşırlarımızı da o dikerdi. “Üşümeyesiniz gujum” diyerek uzun uzun donlar dikerdi herkese… Lastik falan da yoktu. uçkur koyardı.

BAYRAM GÜNÜ
Bayram gecelerinin en büyük heyecanı ellerimize yaktığımız kınaydı… Köye gelen satıcılardan alınır, arife gecesi hazırlanır teker teker avuçlarımıza, parmaklarımıza yakılırdı. Büyük bir heyecanla annemin önünde (bazen komşu çocukları ile birlikte) sıraya girer, ellerimize yapraklar v.b koyarak türlü şekiller verilerek yakılırdı kına. Sonra da eski çapıtlarla eller bağlanır, bütün gece koklanır dururduk. Ha bu törenden önce annem ocağın üzerinde ısıttığı v e içine mersin, turunç, gül damlası attığı “arife suyuyla” bizi bol bol keseleyerek, “yeşil, ya da beyaz sabunla” pambık dulup ederdi… Sonra da “hade yeyin da yatın, yarın erken gakacaksınız…” tembihi… Ve bizim, bayram için pişen “golifadan” son tırtıklamamızdan sonra… Hoop… Dumbalabaş yatak…
Yarı uyur yarı uyanık bir geceden sonra daha gün doğmadan yataktan fırlayıp kınalarımızın tutup tutmadığını anlamak için ellerimizi yıkama…
Ne güzel bir kokuydu o… Hala aklıma geldikçe burnumun direği sızlar.
Sonra heyecanla bayramlıklarımızı giyerek caminin önüne koşup, içerde bayram namazı kılan erkekleri beklerdik… Namazı bitirip de dışarı çıkınca ellerini öpmek için saldırma… Ve ardından gelsin yirmilikler, onluklar, çok çok seyrek olarak da tırtıklı kuruşlar. (Aslında annem bizi böylesi saldırılara bırakmadığı için bizim bayram gelirimiz çok düşüktü!) Babam akraba çocuklarının saldırısından kurtulunca elimizden tutarak eve gider, orada bayramlaşırdık… Evde babamın elini önce annem öper, ki ben bunu hep yadırgar, sorularımla annemi bunaltır, kızdırırdım.  “Git nenene sor” derdi ama nenemin de dedemin elini öptüğünü bildiğim için gitmez ama olaya da nokta koymazdım…
Sonra öyle herkese değil, annemin izin verdiği evlere giderdik kardeşimle ellerini öpmeye. Ve çoğu kez, hayal kırıklığınla uğrardık; çünkü “Bir onluk bile vermezler, bir şeker verirler” diye hayıflanır ama bunu anneme hiç açmazdık, okkalı  bir azardan kurtulmak için…

***
Ondan sonrası ise müthiş bir eğlenceydi… Sündürmesi olan evlere büyükler                 salıncaklar kurar, bütün gün hela heşalı bir gürültüyle sallanır, bol bol tatlı, börek, şeker yer ve adeta havalarda uçardık… Ama gayet itinalı… Bayramlıklarımızı kirletmeden… O günün akşamı annelerimiz bayramlıklarımızı teslim alır, katlar, öteki bayrama saklardı… Ama, ne gam! Biz ertesi gün yine devam ederdik bayrama gündelik elbiselerimizle… O günlerde sadece gönüllerin şen olması yeterliydi mutlu olmak için…

***
Bugün bayram…
Birkaç günlüğüne olsun bizi kuşatan bütün sıkıntıları bir kenara iterek, şöyle derinden “Ohhh!” çekip sevdiklerimize gülümsemek…
Ve anımsamak… Çoktandır unuttuğumuz / unutturulduğumuz güzel şeyleri…
Örneğin: SEVGİYİ…
Sevdiğimiz ölçüde insanız çünkü…
Bayramlar sadece buna vesile olursa bile ne güzeldir…
Sevgi dolu gelecek nice bayramlara…

Bu haber toplam 1977 defa okunmuştur
Adres Kıbrıs 179. Sayısı

Adres Kıbrıs 179. Sayısı