1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Aşk’ın Araçsallığı; Mayın Tarlasında Büyümek
Aşk’ın Araçsallığı; Mayın Tarlasında Büyümek

Aşk’ın Araçsallığı; Mayın Tarlasında Büyümek

Aşk devrilirken, kişi evrilir; aşkın yıkılması yeni bir “ben”e doğru bir evrimleşme sürecini başlatır.

A+A-

 

Pervin Yiğit
pervinyigit@gmail.com

 

Dante’nin cehennemi beraber dolaştığı, İlahi Komedya’yı bence bu kadar değerli kılan Romalı ünlü şair Virgil’dir. Onunla olan diyaloglar ve onun rehberliği olmasa cehennem bu kadar çekilir olamazdı herhalde. Fakat Virgil de her şeyin popüler kültürün parçası olma zorunluluğundan günümüzde nasibini almış, bazı mısraları sosyal medyada kendi metinlerinden bağımsız algılanmaya, nesnelerin üzerinde desen olmaya başlamıştır. Henüz Nietzsche aforizmalarının ulaştığı seviyeye gelemese de, bu yolda emin adımlarla giden Sezar’ın çağdaşı, dönemin Roma İmparatorluğu’nun temsilcisi Virgil’in şu an en bilinen mısrası “aşk her şeyi yener” diye Türkçeye çevrilmiş olan “amor vincit omnia”dır.

Tercüme, kelimeleri farklı bir dilde yazmak değildir; matematiksel bir şekilde kelimelerin başka bir dildeki karşılıklarını cümlelere yerleştirerek bağlamdan kopuk değerlendirilecek kelimeler yığını da değildir. Yeniden yazmayı da içerdiğiden, mekanik bir şekilde tercümeye yaklaşmak anlatımda eksiklikler bırakır. Bu sonuç, kelimelerin farklı ya da yanlış çevrildiğinden dolayı çıkmaz, sadece farklı bir dildeki felsefi ya da edebi metinlerin, özellikle antik Yunan ve Roma döneminde yazılmışlarsa, bazen daha farklı ve daha derin bir anlam içerdiğini gösterir. Bu sebepledir ki “vincit” kelimesini hem etimolojik olarak incelememiz hem da anlamına söz konusu metin içerisinde tekrar bakmamız gerekir. Vincit kelimesi basitçe yenmek fiili ile açıklansa da, başa çıkmak, alt etmek, haklamak, baskın olmak, üstün olmak anlamlarına da gelir. Hatta ikna etmek demek olan “convince” kelimesi de buradan türer ve aslında bir tartışmada karşıdakinin fikrinin üstesinden gelmek, ona kendi fikrinizi kabul ettirmekle eş değer bir anlam kazanır. Bu bağlamda bakacak olursak, “amor vincit omnia”, “aşk her şeyin üstesinden gelir” ya da daha romantik belki arabesk bir tavırla konuşursak “aşk her şeyi yener” olarak da çevrilebilir. Fakat, Virgil’in Milattan önce 37 yılında yazdığı eserinde, Gallus bu tümceyi söyledikten sonra aşkı yüzünden kendisini öldürür. Burada aşk, sadece karşısında duranları yenmekle kalmayıp, aşkı yaşayan için de yıkıcı bir güç olarak belirir. Bu argümanı bir adım ileriye götürüp aşkın, bazen seveni bazen sevileni öldürdüğünü Daphne ve Apollon, ya da Paolo ve Francesca hikayeleri ile pekiştirerek savunup esas amacımdan uzaklaşmayacağım. Zaten amacım “aşk acıdır, acıtandır” mesajı vermek değil; sadece “amor vincit omnia”nın gösterildiği kadar romantik olmadığını kanıtlamak ve farklı bir okuma ile varoluşsal bir mesaj verdiğini de göstermek.

Bir mi, Biz mi?

Mısranın kabul gördüğü anlamına baktığımızda, aşkı yaşayan tarafların, kendi aralarındaki birliği bozma tehlikesi taşıyan herkese, her şeye karşı gelerek aşkı korumaya çalıştıklarını görüyoruz. Onları yıkmaya çalışan güce, Aşk isimli kalkan ile karşı geliyorlar. Bu aşk denen meretin öyle bir özelliği var ki, tüm engelleri aşıyor, fiziki mesafelerden tutun da, sosyolojik, ekonomik ya da psikolojik tüm engelleri yerle bir ediyor, yeter ki iki kişinin arasındaki o şey, iki kişiyi tek bir varlık yapan o şey sürekliliğini korusun.

Efsaneye göre, insanlar Zeus’un lanetinden önce dört bacaklı, dört kollu ve iki kafalıymış. İki kişinin sırtlarından birbirlerine yapışık olarak yaşadığını düşünün. Bu şekilde hem mutlu hem de güçlü olan insanlar, Zeus’a şükretmeyi unutunca, Zeus onları cezalandırmak için o ünlü şimşekleri ile herkesi ortadan ikiye bölmüş. Hem bedenleri hem de ruhları ikiye bölünen insanlar da, ömürleri boyunca ruh eşlerini aramakla lanetlenmişler. Peki bu hikaye, insanların “eksik” olduklarını ve hayatları boyunca “diğer parçalarını” aramaları gerektiğini mi gösteriyor? Aşk, iki yarım parçanın tam ve mükemmel olması için bir araç mı oluyor? Eğer öyleyse iki kişinin oluşturacağı bu birlikte, iki yarım parçanın matematiksel bir keskinlikle eşit birer yarım parça olmaları mümkün müdür? Bana kalırsa iki yarımın bir etmesi ile, iki “insan”ın birlik oluşturması aynı kesinlikte ve eşitlikte olamaz, böylesi bir olasılık en iyi ütopyada bile ulaşılacak bir şey değildir.

Zeus’u bir yana bırakıp, yarımların birliği üzerinden değil de, birlerin bizliği üzerinden aşka bakarsak karşımıza daha farklı bir resim çıkacaktır. İki tane bağımsız ve kendine yeten bedenin, BİZ olmak için uğraşması, Zeus’un yarım insanlarının tam olmaya çalışmasından daha çok emek isteyen bir eylemdir. Zeus’un bize sunduğu aşk kavramında, yetersiz insanlar zayıflıklarını kapatmak için, bir diğer parçaya bağımlı olarak yaşarlar. Burada birleştirici kelime bağımlılık iken, diğerinde bağlılıktır. Bir tarafta sarı renkten ibaret bir parça, diğer tarafta ise kırmızı bir parça düşünün. Aşkın birleştirici gücü ile de sarı ve kırmızı renklerinden doğan turuncu bir renk hayal edin. Turuncunun içinde sarı da var, kırmızı da; ama her ikisi de turuncunun varlığını sürdürmesi için ikinci planda kalıyor. İkisi de baskın değil, çünkü herhangi birinin baskın olması ortaya çıkacak olan rengi kendisine benzetmek demek olacak. Sarının kırmızıya üstün olması, hem turunculuğu hem de kırmızılığı yenecek. Halbuki amaç hem sarıyı hem kırmızıyı yok ederek (sayarak), bunların yerine başka bir renk koymak; ikisine de eşit mesafede olan bir şey yaratmak.

Aşkın bu tanımının Zeus’un lanetiyle karşılaştırınca güzel tarafları olsa da, bu versiyonun da tamamen masum olduğunu söylemek güç. Ortaya çıkması için mücadele edilen biz kavramı, iki farklı kişinin kendi benliklerini eriterek oluşturulacak bir şey. Belki birbirinin tamamen aynısı, belki birbirine tamamen zıt olan iki birey, “ben diye bir şey yok, artık biz varız” mottosu ile kendi biricikliklerini, ilişkinin dinamizmine feda ederek, bir anlamda da kendilerini yok ederek, BİZ’in altında eriyecek ya da öyle görünecekler. Buradaki versiyonda, iki tarafın farklılıkları beraberce erirken, BENler tüketiliyor, bireyi “o kişi” yapan özellikler gitgide kaybolurken söz konusu birey kendine yabancılaşmaya başlıyor. Tüketilen, eski bir hatıradan ibaret hobileri, zevkleri, ve bir yaşam tarzı olan BEN, o kocaman yerini turuncu bir BİZ’e bırakıyor; yeni alışkanlıklar, yeni tadlar, yeni yerler, yeni BENler. Eğer oluşturduğunuz Ben’i tüketip bir başkasının kendi benliğini de feda etmesiyle aynı şartlara ulaşıp, sonra da yarattığınız BİZ kalıcı ve tüketilmeyecek bir forma ulaşıyorsa o zaman sorun yok, ama çoğu zaman gidişat eski hikayenin aynısı oluyor; BEN nasıl tüketildiyse BİZ de son kullanma tarihi geçince tükeniyor ve bir tarafa atılıyor tabii eğer hiçlik alanına henüz geçmediyse ve hala atılabilecek olan bir varlığı kaldıysa. Kısacası, taraflar bazen kendilerini bazen karşı tarafı tüketerek o yüce AŞK’I da BİZ’i de bitiriyorlar; o yüzden aşk her şeyi yener kavramının içine aşkı yaşayan tarafları da eklememiz gerekiyor çünkü aşk biterken onu yaratanları da bitiriyor. Daha doğrusu; onu yaratanların o anki benliklerini de bitiriyor.

Peki, neden? Neden bitiyor aşklarımız? Neden 30 yıl önce aşklar kalıcıyken şu an çocuk yapmadan ve ilişkinin gidişatını ona bağlamadan 5 yıl evli kalabilenleri birer sabır taşı olarak niteleyip tebrik ediyoruz, ne değişti? Her kötü sonucun sebebini kapitalizme bağladığımı bilsem de, şu an yine başka bir sebep sunamayacağım. Günümüzün pop aşklarının kapitalizme ayak uydurduğu çok açık. Her şeyi tüketme üzerine kurulu bir hayatımız varken, hayatımızın ortasında olan aşk’ın bu her şeyin dışında kalması zeten beklenemez. Biz zaten ihtiyacımızın fazlasının içinde kaybolarak büyümüş bir gençlik olarak, o fazlalıkların içinde boğulmamak ve kendimize nefes alacak alanlar yaratmak için hızlıca tüketmeye alıştık hayatı. Evet, şu an 30’larında olanların çocukluklarına dair hatırladıkları belki sakladıkları bir kaç tane oyuncakları var, ama şu anki çocukların böyle değerli nesneleri ya da hatıraları olamayacak. Alınması için yerlerde süründükleri oyuncağın ertesi gün büyüsü kaçtığı için, onun yerine yüzlerce yeni oyuncak geldiği için, hiç bir oyuncak bir anı oluşturup hafızada yer edinme başarısına ulaşamayacak. Bu çocuklar, çokluğun kirlettiği hafızalarında kendilerine değil, nesnelere dair silik anılarla büyüyüp gidecekler. Değerli bir anı, eski bir fotoğraf karesi, bir ağaç yaprağı, patlak bir top, yeni bir bisiklet, parçalanmış diz; bütün bunlar milyonlarca kare ile savaşamadıkları için yer edinemeden kaybolup gidecek hafızalardan. Kapitalizmin insana, duygularına, algılayış şekline, ilişkilerine olan etkisi başka bir yazının konusu ama burada da belirtmekte fayda var ki aşk da kapitalizmden nasibini alıyor. Doğasında aşk olan evlilik kurumu bile bu uğurda başka bir formata dönmek üzere. Evlilik programlarında maaş ya da ev ile ilgili gelen sorular ne abartı ne de sıradışı. Pragmatik düşünce eş seçme üzerinde etkisini gösteriyor çünkü aşk, kötü ekonomik koşulları yenemiyor; aksine o koşulları kabul edeni yeniyor. Kısacası bir kez göz göze gelmenin aşka dönüşebildiği bir dünya, şu an kapitalizmin aşkları yaratıp bitirebildiği bir dünyaya dönüşmüş durumda.

Sıradaki lütfen

Shakespeare bir oyununda “beğendiğiniz bedenlere, hayalinizdeki ruhları koyup bunu aşk sanıyorsunuz” der. Bir başka deyişle, aşık olduğunuz kişi, sizin yarattığınız bir imgedir, size uygun olarak tahayyül ettiğiniz ruhu karşıdakinin bedenine koyarak onu cisimleştirir kendinize gereken varlığı yaratırsınız. Arzu nesnenize bu şekilde ulaştıktan sonra sıradaki adım, ona sahip olmaktır ki onu tüketmeye hemen başlayabilesiniz. Beğeniyorsun, seviyorsun, elde ediyorsun, sonra da “sıradaki lütfen”... Bir insanı da bir meta gibi tüketme süreci başlıyor; zaten almak için çok bekleyip sahip olunca da, sırf yeni modeli var diye albenisini yitiren arabalarınız, telefonlarınız da bu süreçten geçmiyor mu? Kullanım süreleri henüz dolmasa da, bireye verdiği tatmin her yeni günle azalıyor; çünkü arkadaşınız bir yeni model telefonundan çok mutlu ve evdeki 43 farklı siyah ayakkabınızın hiçbiri giyeceğiniz elbiseyle uymuyor. Mecburen yeni bir telefon ya da yeni bir çift ayakkabı alacaksınız ki o gece de tatmin olmuş bir şekilde, hayatta bir amacına daha ulaşmış olmanın verdiği huzurla uyuyabilesiniz. Kendinizi mutlu etmek için aldığınız nesneler ve yeni bir sevgili arasında bu anlamda bir fark yok aslında. Nesnelerin daha pahalı ya da daha yeni olması onların değerini artırırken, sevgilinin de sizi daha pahalı hediyelere layık görmesi onu vazgeçilmez kılıyor. Emek harcanarak hazırlanan hediyeler değil, etrafınıza hava atıp “sevgilim aldı” demenize sebep olacak hediyeler size kendinizi daha değerli hissettiriyor. Almayı başarabildiğiniz hediyenin değeri, sizin de değeriniz oluyor; paha biçilemez olmadığınızı da kabul ettiğinize göre, arkadaşınızın, komşunuzun ya da kardeşinizin hak ettiği hediyelerden “dahası” sizi onlardan daha yüce bir varlık yapıyor, ne de olsa sizin sevgiliniz, sizi daha çok seviyor.

Tek suçlu kapitalizm değil elbet. Kapitalizmi yaratan ve onun devamlılığını sağlayan biziz. Konu aşk olunca da insan birey olmayı beceremeden, başkasına bağımlı olmakla bağlı olmak arasında gidip gelirken, kendini bulamazken, karşıdakini de tüketiyor. Sonra da sebeplerin ve sonuçların adını aşk, kıskançlık, tahammülsüzlük ya da bencillik koyuyor. J. J. Rousseau’ya göre, bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “bu benimdir” iddiasıyla orayı kendisinin mülkü olarak gören ilk insan uygar toplumun kurucusu olmuştur. Buradaki insanla, başka bir bilince sahip bir beden için “o benimdir” diyen insan arasında ben bir fark göremiyorum. Bunu söyleme sebebi aşk, aidiyet hissi adına ne derseniz deyin, olsa da bir toprak parçasına “benim” diyen ile, bir beden ve beyne sahip insana “benim” demek arasında bir fark yok. Bunu insanız ve kıskancız diye açıklasanız da, insanız o yüzden benciliz diye meşrulaştırsanız da, ortada bir kişiyi sahip olunabilen bir nesneye çeviren, sahibine de bazen bağlı bazen bağımlı yapan bir fikir var. Bu durum ise BİZ olma modası, ortak sosyal medya hesapları, isimlerin bedene kazınması, derken görmezden geliniyor. Halbuki J. P. Sartre ne demişti? Aşk iki kişinin bilinçlerini birleştirme çabasıdır ama boşuna bir çabadır çünkü herkes kendi bilincine mahkumdur. Zaten bir başkasının bilincine hükmetmeye çalıştığınız anda, sahiplenmenin romantik olduğu söylenen tarafı artık kişilere de aşka da zarar vermeye başlar. Bir başkasının değer yargılarına, düşüncelerine ortak olmaya çalışmak ya da bir başkasını kendi bilincinize ortak etmeye çalışmak, size öznelliğinizi kaybettirir. Ama doğru tabii, aşk ben olmak değil, artık biz olmaktı, değil mi? Ortak damak tadı, ortak yapılan spor aktivitesi, ortak arkadaşlar, ortak müzik zevki; ne gerek var yalnız var olmaya, kendi biricikliğinizi korumaya böyle bir ruh eşini bulmuşken!?!?.

Aşkın biraz romantik biraz arabesk, sahiplenme ve kıskançlıkla süslenmiş, “ikimiz bir fidanın güller açan dalıyız” mırıltıları eşliğinde, dünyada eskisinden daha geniş yer kapladığınız, daha güçlü, mutlu, umutlu olduğunuz sanrısı kişiyi bir süre idare eder. Bu süre zarfında aşk kötü değildir, yıkıcı değildir, Zeus’un sizden kopardığı sizden bile daha iyi olan diğer yarınız (significant other/better half), sizi artık TAM yapmıştır, yalnız başınıza acıkmaz, sevdiğiniz dizinin yeni bölümünü yalnız izlemezsiniz; belki beklemek, daha çok merak etmek zorunda kalırsınız ama önemli olan aynı şeyi izlerken aynı şeyleri düşündüğünüze inanarak kendinizi kandırmanızdır. Aşk sizin tekilliğinizi yok edip sizi çoğul bir varlığa dönüştürmüştür, şimdi sıradaki kurban ise bu çoğulluktur.

Diğer yarınız ya da bugüne kadar hep eksikliğini çektiğiniz sizi tamamlayan uzvunuzla bir yapbozu temsil ediyorsunuz aslında. Aşk yaşanan kişi, aşkı hisseden için yapbozun son parçası olarak görülüyor. “Her şey yerli yerinde, tek bir parça kalmıştı eksik, işte o da geldi sonunda” hissiyle tamamlanmış olmanın verdiği bir tatmine ulaşıyor kişi. Halbuki bir yapbozda hiçbir parça diğerlerinden farklı bir öneme sahip değildir, hepsi eşit değerdedir, her birinin eksikliği bütün resim için aynı anlama gelir. Sevgilinizi temsil eden parça da, işinizi, ailenizi, arkadaşlarınızı, hobilerinizi temsil eden parçalar da hayatınızı oluşturan resim için aynı değerdedir. Ama aşkı hissederken böyle olmuyor; en önemli parça “o” oluyor. “O” gidince de başka bir “o” geliyor; bu kez en güzel, en çok yerine oturan parça yeni “o” oluyor. Halbuki resim aynı resim değil, insanlar bunun farkedemiyor, bu yüzden de kendilerini kandırıp durmaya devam ediyorlar.

Aşk devrilir, kişi evrilir

İnsanın var oluşu belirli bir zaman içerisinde gerçekleşen ve sonunda da biten bir süreçle sınırlanamaz. Var olmanın kendisi bir süreçtir; insan sürekli değişen, gelişen, başkalaşan bir varlıktır. Bize böylesi bir zevki tattıran bilincimiz, bize özgünlük yüklerken aynı zamanda da bize sınırsız bir yelpaze sunar. Bilinç, bir ağaç gibi doğduğumuz yerde ölmek zorunda kalmamamız için veya bir vazo gibi sadece tek bir amaç uğruna var olmamak için bize olanak sağlayandır. Değişen bir varlık olduğumuz için de, hayatımızı oluşturan yapboz da değişmeye mahkumdur. Hem küçük parçalar hem de onların oluşturdukları büyük resim insan yaşadığı (ot gibi yaşamadığı) sürece başka parçalarla yer değiştirir. Yaşamak yerine sadece diğer canlılar gibi nefes alan bireyin, “kendinde bir varlık”tan farkı yoktur. Kişi, varlığını “kendisi için” yapmalı, kısacası düşünmeli, var olmalı, yaşamalıdır; bizi ağaçtan, vazodan, robottan farklı yapan da budur. Bahsettiğimiz varoluşsal gelişim süreci, aşkların bitmesinde, başka bir deyişle o muhteşem parçanın aslında çok da önemli olmadığını fark etme sürecinde en az kapitalizm kadar etkilidir. Kapitalizmin bitirdiği aşklarda kişi her şeyi tüketirken aşkı ve aşk beslenen kişiyi de tüketir, bu süreçte ise, kişi aşkı tüketirken kendine yeni bir ben kurmaktadır. Aşk devrilirken, kişi evrilir; aşkın yıkılması yeni bir “ben”e doğru bir evrimleşme sürecini başlatır.

Burada yeni ben’in oluşumundan bahsederken her gün değişen arkadaş grubu, hobi, giyim tarzı ya da müzik zevki değil tabii ki konumuz. Bunlar da bir başka ben’e doğru evrilmenin getirileri belki, ama daha soyut, daha derin değişiklerle beslenen bir ben’den bahsediyoruz; buzdağının görünmeyen kısmından. O yeni varlığa geçişi yaşarken de yaşadığınız aşk ve o kişiye yüklediğiniz anlamlar değişiyor. Aşkı yaşarken sizin için önemli olan değerler artık anlamsızlaşmaya, yeni fikirler benliğinizi etkisi altına almaya başlıyor, böylece o aşkı, aslında o aşkı yaşayan kendinizi bırakma sürecine giriyorsunuz. Bir ilişkiyi sonlandırırken o kişiden ayrılmazsınız sadece, o kişi ile aşkı yaşamış olan, hatıralar yaratan kendi benliğinizden de ayrılırsınız. Tam da bu yüzdendir ki, eski ilişkinizi özlerken o ilişkiyi yaşadığınız şehri, o şehrin iliğinize işleyen soğuğunu, o dönem gittiğiniz okulu, içtiğiniz sigarayı, okuduğunuz kitapları, üzerinde yattığınız çimleri, soluduğunuz havayı özlersiniz; o zamanki kendinizdir özlediğiniz aslında. Bir sayfanın bitip başka bir sayfaya geçtiğinizi, başka bir “ben”e evrildiğinizi kabul ettiğiniz anda da hatıralar size acı vermekten ziyade ders vermeye başlıyor. Hangi ilişkinizinden hangi dersi alacağınız, kendinizde ne gibi değişiklikler yapacağınız da sizin farkındalığınıza, kendinizle barışık olmanıza ya da egonuzu bir tarafa bırakabilmiş olmanıza kalmış oluyor.

“For each man kills the thing he loves,
Yet each man does not die”
.

Herkes sevdiği şeyin ölümüne sebep olsa da bunu yaptığı için ölmüyor. Tabii ki burada ölüm metaforik bir anlamda aşkın bitmesini temsil ediyor. Oscar Wilde’a göre aşık olunan kişiyi öldürmek bir iltifatla, öpücükle, bazen kılıçla ya da gözyaşı ile gerçekleşir, ama aşkı hisseden karşısındakini bir şekilde öldürdü ve aşkı bitirdi diye ölmez. Hatta bana göre yeniden yeni bir ben olarak doğar. Amor vincit omnia, aşk her şeyi yener diye çevrilirken, okuyucu o her şeyin içine aşkı hissedeni hiç katmaz; her şey derken dışarıdan gelen tehlikeler kastedilir. Halbuki içeriden gelen tehlikeden daha büyük bir tehlike var mıdır? Evet, aşk her şeyi yener, hatta yaratıcısını bile. Bu yüzden Virgil’i aşkın karşısında kimse duramaz mısrasını söyleyen romantik bir şair olarak betimlemek eksik olacaktır. Amor vincit omnia, insanın kendi varlığını, aşkı yaşamış olduğu kişinin  aracılığı ile yıkmasını ve sonrasında yeni bir benlik kurmasını temsil eden bir anka kuşunun kelimelere dökülmüş temsilidir aslında. Aşk, kişinin her seferinde birliğini yeniden inşa etmesini de sağlayan bir duygudur; hem yıkıcıdır hem de yapıcıdır bu sebeple. Eski aşklarınız da, şu andaki benliğinize ulaşmak için geçtiğiniz engebeli yolları gösteren, pişmanlıklarınızı, hatalarınızı hatırlatan dolayısı ile tecrübelerinizi oluşturan, ruhunuzu siz yapan “her şeyi” size sağlayan, yıkan, yapan, sonra yeniden yapan yaşanmışlıklardır. Zamanı geldiğinde, aşık olduğunuz her bedeni ve ruhu yendiğinizde, kendi benliğinize daha bilinçli bir şekilde dönersiniz; daha dürüstçe konuşmak gerekirse yaşanan ve biten, yapan ve yıkan her aşk, dolaylı olarak kendi gelişiminiz için kullandığınız, yenilenmeniz için değiştirdiğiniz derinizdir. İşte bu yüzden aşk her şeyi yener; hissedilen birey aracılığı ile onu yaratan bireyi bile.

 

Bu haber toplam 5775 defa okunmuştur
Gaile 449. Sayısı

Gaile 449. Sayısı