1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Siyah Giyip Maraz Edeceğimize, Morları Giyip Mücadele Etmeyi Denesek?
Siyah Giyip Maraz Edeceğimize, Morları Giyip Mücadele Etmeyi Denesek?

Siyah Giyip Maraz Edeceğimize, Morları Giyip Mücadele Etmeyi Denesek?

Siyah Giyip Maraz Edeceğimize, Morları Giyip Mücadele Etmeyi Denesek?

A+A-

 

Doğuş Derya
dogusderya@yahoo.com


Karanlıkta gölge olmaz derler hep. Oysa biz kadınların karanlıkta yürürken de gölgesi vardır. Tecavüz korkusu gölgemiz gibi takip eder karanlıkta bizleri…


Çığlığın kelimeleri var mıdır? Peki ya milleti veya dili? Hangi dil anlatabilir tecavüze uğrayan bir kadının çığlığını? Mesela Rusya’nın karlı sokaklarından Nadia’nın attığı çığlığı hangi lisana tercüme edersiniz? Hindistanlı Lalasa’nın yırtılan sesini hangi milletin bayrağı örtebilir dersiniz? Slovakya’dan Mirka’nın, Yunanistan’dan Maria’nın veya Suriye’den Amina’nın çığlıklarını sığdırabilir misiniz kelimelere? Yeri yurdu var mıdır sizce İspanya’dan Estela’nın haykırışının? Coğrafyası var mıdır gerçekten Mısır’dan Buhayra’nın, Güney Afrika’dan Sasha’nın bağrışının? Kürdistan’dan Zozan’ın, Kenya’dan Caroline’in, Fransa’dan Juliette’in sesleri karışırken birbirine, hangi sözcükten elbiseleri bulup giydirirsiniz ancak gözyaşı dilinde anlatılabilen hikâyelere? Hangi ırkın rengi ile boyarsınız Kamboçya’dan Rachana’nın, Moldova’dan Olga’nın, Almanya’dan Rosa’nın yaşadığı dehşeti? Hangi sınıfa, hangi dile, hangi dine yerleştirebilirsiniz tecavüzün şiddetini? Var mıdır gerçekten tecavüzün dili, dini veya milleti?

Bu sefer adı Özgecan idi çığlığın… Okulundan evine gitmeye çalışırken kaybolduğunu okumuştuk Türkçe dilinde yazan gazetelerden. İki gün sonra evine hiç gidemediğini ve bir daha da gidemeyeceğini yine Türkçe yayın yapan televizyonlardan öğrenmiştik. Özgecan’ın maruz kaldığı şiddet ile ilgili görsel ve yazılı basında çıkan ayrıntılar o kadar teferruatlıydı ki, okudukça hepimizin kanı donuyor, soluğu kesiliyordu. Bu dehşetin detaylarının, aşina olduğumuz bir ülkeden ve bildiğimiz bir lisandan yayınlanıyor olmasından olsa gerek, kartopu gibi büyüdü toplumun öfkesi. Bazen görülmediği için, bazense duyulmadığı için kayıtsız kalınan ama dünyada her dört saniyede bir kadının cinsel şiddete maruz kaldığı için attığı çığlığın adı bu defa Özgecan olup kulaklarımızda patlayıveriyordu. Büyüğünden küçüğüne, kadınından erkeğine, gencinden yaşlısına feveran ediyordu herkes… İnfial yaratan her olayda olduğu gibi, bu olay karşısında da birçok insan klavyelerin başına geçiyor, sosyal medya üzerinden tepki beyan ediyor, kınama-utanç-yeis alaşımı cümlelerle ifade etmeye çalışıyordu kendini.

Bu ifadeleri okudukça bir yandan “toplum vicdanı” dediğimiz o bir görünüp bir kaybolan meçhul mevhumun içinde oluşan “samimi” yaraları anlamaya çalışıyor, öte yandansa her tecavüz olayında otomatik olarak söylenen, son kullanma tarihi yokmuş gibi buzdolabından çıkarılıp tüketilen o beylik cümlelere takılıp kalırken buluyordum kendimi. İnfialin yarattığı tehevvürle “Sapık adam” deyiveriyordu biri… “Sapık” diyenden devşirdiği galeyanla hiddetlenip “Manyak herif” deyiveriyordu beriki. Özgecan’ın maruz kaldığı şiddet yine münferit bir kişinin ruhsal arızaları/manyaklığı/sapıklığı içinden tanımlanıyor, tartışmalar tecavüz suçunun en yüksek oranlarda seyrettiği ülkelerin idam cezasının halen yürürlükte olduğu ülkeler olduğu gerçeğini yok sayarak, idam cezasının geri getirilmesini talep etmeye kadar sündürülebiliyordu. Okulundan evine gitmeye çalışan genç bir kadına tecavüze yeltenen ve direnişle karşılaştığı için onu hunharca öldürmekte beis görmeyen bir adamın “sapık”, “hastalıklı” veya “manyak” olduğundan herkes o kadar emindi ki, bu yorumdan bakınca dünya nüfusunun epey bir bölümünün “sapık” veya “manyak” olduğuna kanaat getirmek işten bile değildi. Şöyle ki, dünyada kadınlara yönelik cinsel şiddet (tecavüz, tecavüze yeltenme, cinsel saldırı ve cinsel taciz) vakalarının görülme sıklığı 4 saniyede 1 olduğuna göre, 1 dakikada 15 kadın cinsel şiddete maruz kalıyordu. Bu 1 saatte 900 kadın cinsel şiddete maruz kalıyor demekti. Yani 1 günde 21.600 kadın veya yıl hesabı yaparsak, 1 yılda ortalama 7.884.000 kadın cinsel şiddete maruz kalıyordu. Bu rakamın içine savaş veya sıcak militarist çatışmaların olduğu ülkelerdeki toplu cinsel şiddet vakaları da dâhil değildi üstelik. Yani bu yaklaşımdan bakınca dünyadaki yetişkin erkek nüfusunun hiç de azımsanmayacak bir bölümünü “sapık” ya da “manyak” olarak nitelendirip işin içinden kolayca çıkılabilirdi. Fakat durum hiç de sanıldığı gibi değildi.

Hem uluslararası hem de ülkesel düzeyde yapılan araştırmalar gösteriyor ki, tecavüz suçunu işleyen faillerin % 80’ine yakın bir oranı iş sahibi, belirli bir geliri olan, okuma-yazma bilen, düzenli bir aile yaşamı ve çocukları olan, kısacası toplum içinde “sapık” olarak tanımlanan kişiler değildir. Üstelik bu kişilerin sanıldığının aksine tecavüz ve benzeri cinsel şiddet suçlarını öyle bir anlık delirme veya kendini kaybetme sonucunda değil, oldukça planlı ve hesaplı bir şekilde işlemektedir. Ve yine zannedildiğinin aksine tecavüze maruz kalan kadınlar bu şiddeti uzaktaki bir yabancıdan değil, en çok da diplerinde yaşayan, evlerini paylaştıkları aile bireylerinden, akrabalarından ve yakınlarından görmektedir. Bir başka deyişle, ne dünyada, ne Türkiye’de ne de Kıbrıs’ta vuku bulan cinsel şiddet vakaları hiç de münferit kişilerin ruhsal bozukluklarına indirgenebilecek kadar basit bir konu değil. O yüzden, biz feministlerin on yıllardır tekrarlamaktan yorulduğu bir gerçeği yılgınlığa düşmeden yinelemek gerekiyor.

Tecavüz başta olmak üzere cinsel şiddet fiilleri, psikopatalojik kişisel fiiller olmaktan öte, bir toplum içerisinde cinsiyet ve cinsellik üzerinden kurulan iktidar ilişkilerinin tezahürüdür. Eril düzen içerisinde kendisini güçlü ve muktedir olarak görmeye koşullandırılmış erkek, (fetheden) bedenini ve toplumsal cinsiyet ilişkileri içerisinde kendisine sağlanan egemenliği, güçsüz, itaat etmesi gereken ve tabi (fethedilmesi gereken)  olarak görmeye koşullandığı kadın üzerinde denetim ve tahakküm kurma aracı olarak kullanmayı “doğal” bir hak olarak görerek büyür. Eril düzen içerisinde kendi bedeni üzerinde tasarruf hakkı olan yegâne özne “erkek” olarak inşa edildiğinden, “kadın” bu yegâne öznenin potansiyel haz nesnesi olarak konumlandırılır ve kadınların özne(l)liği yadsınırken, ortaya koydukları fiiller de inşa edilmiş “erkekliğin” tahrif edici bakışı içinde filtrelenir. Eril düzen içerisinde “güçlü, sert, taarruz eden, arzulayan, nüfuz eden, etken” vb. olarak inşa edilen “erkeklik” konumuna mukabil, “zayıf, yumuşak, taarruz edilen, arzulanan, nüfuz edilen, edilgen vb.” olarak kurulan “kadınlık” konumu toplumdaki genel kanının aksine doğal/insanların doğuşundan getirdiği/biyolojik konumlar değildir. Bu “kadınlık” ve “erkeklik” konumları sosyal süreçler içerisinde, toplumsal olarak ve çoklu bir iktidar ağı boyunca inşa edilen konumlardır. Tam da bu yüzden bu konumların inşa edilmesini sağlayan politik, ekonomik, kültürel, tarihsel ve sosyal koşullar ile doğrudan bağlantılıdır ve bu koşulları sorgulamadan cinsel şiddet vakalarını anlamak mümkün değildir. 

Yani bir ülkede yaşayan insanların hayatlarını çerçevelendiren, onların hak ve özgürlüklerinin sınırlarını belirleyen politikaları yürürlüğe koyan kurumsal ve ideolojik yapılardan bağımsız bir “kadınlık” ve “erkeklik” yoktur. Mesela bugün Türkiye’de günde üç kadının öldürülüyor olması,  son 10 yılda 5,813 kadının öldürülmesi veya sadece 2014 yılının son 10 ayında 255 kadının öldürülmesi bu ülkeyi yönetenlerin ideolojik yaklaşımlarından ve yürürlüğe koydukları politikalardan bağımsız değildir. Son 10 yılda Türkiye’de kadın cinayetlerinde % 1400 oranında bir artış olmuşsa, bu kadınları eşit bireyler olarak görmeyi reddeden ve sistematik bir biçimde kadınları ikincil ve eşitsiz varlıklar olarak gösteren iktidar yapısı ile doğrudan bağlantılıdır. Bu iktidar yapısı kadınların kaç çocuk yapacağına karışıyor! Kürtaj olan kadınları fişliyor! Kadına yönelik şiddet vakalarını kurumsal düzenleme ve hukuk yolu ile değil de “mahalle çözer” diyerek linç kültürünü teşvik eden bir yapı kuruyor! Kadın emeğini ucuz ve esnek kılarak güvencesiz bir yaşamı dayatıyor! Kadınların ne giydiğinden veya saat kaçta sokakta olduğundan hareketle tecavüzcüleri serbest bırakıyor! Kadın-erkek eşitliği “fıtrata ters” diyerek kadınları eve kapatmaya kalkıyor! Kısacası kadınları eşit bireyler veya insanlar olarak değil de “erkeğe tabi, erkeğin kontrol ve tahakkümüne itaat etmesi gereken varlıklar” olarak ele alıyor; yani dolaylı olarak erkeklere “sana itaat etmezse vur, tecavüz et, öldür” diyor. İşte bu yüzdendir ki, dünyada her 4 saniyede 1 bir kadının attığı o çığlık, en son adı Özgecan olup kulaklarımızda patlayan o çığlık, duyup da üzerine karalar bağlayacağımız bir çığlık değildir. Adı Özgecan olup gelen o çığlık, sadece siyahlar giyip yas tutacağımız, sembolik cenaze törenleri ve mevlitler ile anıp vicdanımızı rahatlatacağımız bir çığlık değil, morlar giyip isyan edeceğimiz, belki çığlığın kendisi olup bu düzene itirazımızı dile getireceğimiz yerdir.

Bu haber toplam 1582 defa okunmuştur
Gaile 306. Sayısı

Gaile 306. Sayısı