1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Uluslararası Bir Denge Unsuru: Çözümsüzlük Statükosu
Uluslararası Bir Denge Unsuru: Çözümsüzlük Statükosu

Uluslararası Bir Denge Unsuru: Çözümsüzlük Statükosu

Şevki Kıralp: Kıbrıs’ta yaşayan iki toplum, İngiliz Sömürge Yönetimi’nin son yıllarında anavatanlarına bağlanmak için toplumsal hareketler başlatmış, anavatanlar ağırlıklarını koyarak İngiltere’yi sıkıştırmış ve yeni kurulan NATO ittifak

A+A-

 

 

Şevki Kıralp

[email protected]

 

Kıbrıs’ta yaşayan iki toplum, İngiliz Sömürge Yönetimi’nin son yıllarında anavatanlarına bağlanmak için toplumsal hareketler başlatmış, anavatanlar ağırlıklarını koyarak İngiltere’yi sıkıştırmış ve yeni kurulan NATO ittifakı içerisinde bir kaynama başlatılmıştı. NATO, hem Kıbrıs’ın iki toplumunun, hem de anavatanlarının aralarındaki çatışmaları dengeye koyacak bir formül geliştirmişti: Bağımsız ve Garantörlü Kıbrıs Cumhuriyeti. Kıbrıs ne Yunanistan’a verilmişti, ne de Türkiye’ye. Adadaki Türk ve Rum toplumları arasında karşılıklı veto haklarına dayalı, güç-paylaşımı temelli bir devlet kurulmuştu. Böylece, NATO taze müttefikleri Türkiye ve Yunanistan’ı gücendirmeyen, aralarındaki savaş tehlikesini dengeleyen ve adadaki Rum ve Türkleri işbirliği temelli bir siyasal kültür oluşturmaya iten siyasetini devreye sokmuş oldu. Fakat bu işbirliği ne yazık ki üç yıl yaşayabildi. Hem adadaki iki toplum, hem de anavatanlar yeniden çatışmanın eşiğine geldi. İşbirliği perspektifi ortadan kalkınca, uluslararası güç dengeleri yine NATO içi bir çatışma aleyhine gelişmeye başladı[i]. Ta ki, 1983 yılında KKTC ilan edilene kadar.

 

1963 yılında, toplumlar Enosis ve Taksim siyasetlerini yeniden devreye soktular. Rum tarafının Kıbrıslı Türklerin veto haklarını sınırlandırma amaçlı bir anayasa taslağı hazırlaması sonrasında, bu sindirmeci siyaset Kıbrıslı Türkleri refleks olarak ayrılıkçı bir hareketlenmeye itti. Kıbrıslı Türkler devleti terk ettiler ve devletin yönetimi Rum siyasetçilere kaldı. İlginçtir ki, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasında, Yunanistan ve Türkiye’nin, Kıbrıs Cumhuriyeti tarafından her koşulda desteklenmesini öngören bir madde vardı. Bu madde, Kıbrıs’ı anavatanları ile dış siyasette ve uluslararası platformlarda işbirliği yapmaya mükellef kılıyordu. Anayasa hazırlanırken (ki bu anayasayı hazırlayan NATO’dan başkası değildi), muhtemelen iki müttefik devlet Yunanistan ve Türkiye arasında milliyetçilik temelli çatışmalar yaşanacağı fazlaca hesaba katılmamıştı. Zaten Makarios ve ekibi, Türkiye ve Yunanistan’ın bütün endişelerine ve NATO’nun tüm tepkisine rağmen, dış siyasette Batı karşıtlığına ve SSCB ve Bağlantısız ülkeler yandaşlığına dayanan bir çizgi izlediler. Bu siyasetin sebebi ise, Rum seçkinlerin NATO tarafından dışlanmasıydı. NATO, Kıbrıs Hükümeti’ne, yani Rum seçkinlere danışmadan, Kıbrıs’ı Türkiye ve Yunanistan arasında bölmeyi amaçlayan formüller geliştirmeye ta 1964 yılından itibaren başlamıştı. NATO’nun tüm tasası, Kıbrıs’ın Doğu Bloğu’nun etkisi altına girmemesi ve Türkiye ve Yunanistan’ı savaşın eşiğine getirmemesiydi. Sovyetler Birliği ise, Kıbrıs yüzünden kaynamalar yaşayan NATO’yu daha da zedeleyebilmek için, bazen Türkiye’yi, bazen Kıbrıslı Rumları destekleyerek çözümsüzlükten prim yapmıştı[ii].

                                    

Yine oldukça ilginçtir ki, 1967’de iktidara gelen Yunan Cuntası, demokratik Yunan hükümetlerinin aksine, NATO ve Türkiye ile ilişkilerini gözeterek adım atmış ve Kıbrıslı Türkler ile anlaşmaya varmaları konusunda Rum siyasetçilerin adeta başının etini yemişti. Özellikle 1973 yılına kadar olan dönemde iktidarda kalan Albay Papadopulos’un, Rum siyasetçilere destek çıkmak yerine çözüme ulaşılması için baskı yaptığı ve Türkiye ile ilişkilerinde oldukça hassas ve dostane bir tavır takındığı oldukça nettir. 1973 yılında iktidara Papadopulos’u devirerek gelen Cunta ekibi ise, Türkiye’nin sesini çıkarmayacağı düşüncesi ile Kıbrıs’ta da yönetime el koymuş, hem Kıbrıs’ın bölünmesine, hem de kendi rejimlerinin çökmesine sebep olmuşlardı. Birleşmiş Milletlerin Kıbrıs için öngördüğü çözüm modeli, iki toplumlu ve iki bölgeli bir federasyondu. Bu nedenle toplumlar coğrafi temelli olarak bölündü. Fakat çözüm arayışlarına iş birliği değil, çatışma egemen oldu[iii].

 

Rumlar adanın çoğunluğunu oluşturmasına rağmen, anavatanları Yunanistan nüfusu ve askeri gücü bakımından cılız bir devlet durumundadır. Adanın azınlığını oluşturan Kıbrıslı Türklerin anavatanı Türkiye ise, nüfusu ve askeri gücü ile ciddi bir bölgesel güç olmaya adaydır. Bu denklemde, adadaki iş birliğinin yolu, Rumların Türkler ile eşit toplum olma statüsünü, bu kez federal sınırlar doğrultusunda kabul etmelerinden ve üç Garantörün garantörlük haklarının sürdürülmesinden geçecekti. Adadaki bütün kargaşa, Rumların bu eşitliğe sıcak bakmamasından çıkmıştı. Üstüne üstlük, Kıbrıs’ı bölenler neticesinde yine garantör güçlerdi. Yunanistan’ın yeniden demokrasiye geçişi ile de, Rumlara baskı yapan değil, arka çıkan bir dış politika anlayışı doğunca, Türkiye ve Yunanistan’ın Kıbrıs nedeniyle arası daha da açılmaya başlamıştı.  Bu çözümsüzlük, KKTC’nin ilanı ile daha da karmaşık bir hal aldı. En ilginci, KKTC’nin ilanıyla doğan statükonun uluslararası siyasetteki rolü hepimizin gözünden kaçmıştı. Kıbrıs Türk Solu bu devleti benimsemekte sorunlar yaşamış ve Rum tarafıyla ciddi fikir ayrılıkları yaşanmasına rağmen federatif çözüm siyasetlerini gündemde tutmuştur. Kıbrıs Türk Sağı ise uluslararası alanda tanınmamasına rağmen KKTC’ye toplumsal egemenliğimizin güvencesi gözüyle bakmıştır. Yani, Kıbrıslı Türkler olarak, oldukça doğal bir biçimde, KKTC’nin Kıbrıslı Türklere ne getirdiğine odaklandık. Fakat, KKTC’nin ilanıyla dengelenen koşullar, uluslararası konjonktür bakımından da oldukça önemlidir.

 

1974 olaylarından önce, Rumlar adanın tamamına egemen olmak istiyordu, Kıbrıslı Türkler ise ayrı bir devlet kurmak. NATO Türkiye ve Yunanistan’ın ittifaka olan bağlılıklarının sarsılmamasını istiyordu, Sovyetler birliği ise NATO’nun Kıbrıs krizinin açacağı bir delikten dolayı su almasını. Türkiye ve Yunanistan’ın derdi ise, Kıbrıs’ı karşı tarafa kaptırmamaktı. KKTC’nin ilanı öyle bir denge unsuru oldu ki, ada üzerinde herkes istediğini biraz aldı, tam olarak alamadı. Rumlar Kıbrıs’ın dış politikasını tamamen kendi tekellerine aldılar ve en azından uluslararası sahnede Kıbrıs’ın tek hâkimi oldular. Kıbrıslı Türkler uluslararası cemiyetten izole edildiler ama Rumların nüfuz edemediği bir coğrafyada kendi egemenliklerini kurdular. Türkiye ve Yunanistan Kıbrıs’ı birbirlerine kaptırmadılar. NATO, Yunanistan’ın kısa süren dargınlığına rağmen bütünlüğünü korudu. Sovyetler Birliği ise, bütün bu olaylara istediği gibi müdahale ederek  NATO’ya kendi içerisinde güç kaybettirdi. Günümüzde, Kıbrıs’ı nasıl yeniden birleştirebileceğimizin ve federatif çözümün önünü nasıl açabileceğimizin senaryolarını kurmaktayız.

 

Adadaki Rumlar ve Türklerin kuracağı olası bir federal ortaklık, iç politikada kurucu devletlere belirli oranda özerklik tanıyacak, ancak dış siyasette mutlak işbirliği koşuluna bağlı olacaktır. Bu işbirliği ise, tam anlamıyla ancak Türkiye ve Yunanistan arasında mutlak bir işbirliği doğarsa mümkün olabilir. Ancak, burada göz önüne almamız gereken bir faktör vardır. İleride yeniden çizilebilecek sınırlar iki toplumu dış siyaset yüzünden çatışmanın eşiğine getirebilir. Örneğin, Orta Doğu’da bir Kürt devleti kurulacak olursa ve Türk-Yunan ilişkilerine gerilim hâkimse, Rumlar ve Yunanistan muhtemelen bu devletin kurulması lehine adım atmak isteyecekler, Türkiye ve Kıbrıslı Türkler ise buna karşı çıkacaklardır. Yakın tarihe bakarsak, Türkiye ve Yunanistan’ın Kosova’nın tanınması yönünde nasıl bir zıtlığa düştükleri[iv], aralarındaki fikir ayrılıklarının göstergesi olarak gözümüze çarpar. Daha da önemlisi, geçtiğimiz günlerde Kıbrıs’ta bir konferans veren Joost Lagendijk’in de ifade ettiği gibi, Türkiye’nin AB üyeliği Kıbrıs Sorunu’nun çözümüne bağlı gibi görünmektedir. Eğer ki Kıbrıs’ta çözüm gerçekleşir ve Türkiye’nin AB üyeliği için Birleşik Kıbrıs’ın oy vermesi istenirse, Rumlar ve Türkler arasında bir görüş ayrılığının gündeme gelmesi bile, adadaki iki toplumun bir huzursuzluğa sürüklenmesine yetecektir. Adadaki iki toplum arasında bir çatışma, sadece iç siyasetten değil, aynı zamanda dış siyasetten dolayı da kaynaklanabilir. Şu an her iki toplum da ekonomik kriz girdabındadır ve Kıbrıs Sorunu ikinci plana itilmektedir. Öte yandan, adada bulunan enerji kaynaklarının büyük devletlerin anavatanlara ve Kıbrıs toplumlarına bir işbirliğini dayatmaları olarak yansıyacağı yönünde de ciddi bir görüş vardır. Bu nedenle, Kıbrıslılar olarak, olası federatif çözümün iç siyaset dinamikleri kadar dış siyaset dinamikleri üzerinde de kafa yormamız gereklidir.

 

Yunanistan ve Türkiye’nin ilişkilerini değerlendireceğimiz zaman, öncelikle ikisinin de NATO üyesi olduğunu ve NATO için nasıl bir rol oynadıklarını dikkate almalıyız. Yunanistan, NATO’nun askeri kanadı açısından cılız bir ülkedir. Kimliği itibariyle Avrupalıdır ve bu bakımdan Ortodoks halklara olan sempatisi haricinde Almanya ve Fransa’dan sadece nüfus ve ekonomik boyut bakımından farklıdır. Yani Yunanistan, NATO’nun batılı kimliği içerisinde Ortodoksluğu ile çok renklilik taşıyan Avrupalı ve Batılı bir devlettir. Türkiye ise, NATO’nun Doğu’ya açılan kapısıdır. Müslüman bir toplumdur, orta doğuludur ve askeri bakımdan oldukça etkili bir güçtür. Belki de bu nedenledir ki, Türkiye’nin “Doğulu” rolünü daha iyi oynayabilmesi için Avrupa Birliği dışarısında kalması yeğlenmektedir. Tamamen Avrupa Pazarı ile AB kurumlarıyla iç içe geçmiş bir Türkiye, Doğu ile işbirliği kapısını hem NATO’ya hem de Avrupa Birliğine kapamış olur. 

 

Netice itibariyle, iki devlet de dünyanın şimdiki başat gücü Amerika’nın müttefikleridir ve Amerika’nın öncülük ettiği Batı ittifakı açısından oldukça farklı roller oynamaktadırlar. Aralarında ise hem tarihi bir dostluk, hem de tarihi bir çatışma vardır. Ortodoks halklar Yunanistan’dan, Türk ve Müslüman halklar ise Türkiye’den hamilik beklemektedir. Dini ve coğrafi kimlikleri doğrultusunda, NATO ittifakı içerisindeki rolleri kadar, kimlikleri tarafından şekillenen dış beklentileri de dikkate almak zorunda olan bu iki devlet, gayet doğaldır ki zaman içerisinde fikir ayrılıkları yaşayacaklardır. Burada, Birleşik Kıbrıs’ın bu ayrılıklarda nasıl bir tutum alacağı ise adadaki iki toplumun barışı için oldukça belirleyici bir faktör olacaktır. Batı ittifakı için, hem Birleşik Kıbrıs’ın, hem de bölünmüş Kıbrıs’ın işlevi aynıdır. Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan’ı birbirine düşürdüğü sürece Batı tarafından bir “baş ağrısı” olarak görülecektir. 1960 yılında ada işbirliği umuduyla bağımsızlığına ulaştırılmış, 1983 sonrasında ortaya çıkan durumda ise yeniden çatışma yaşanır endişesiyle Amerika çözümsüzlüğü ve bölünmüşlüğü faydalı bulmuştur. Bu nedenledir ki, uzun yıllar boyunca ne federatif çözümün gerçekleşmesi konusunda Rumlara ciddi bir baskı olmuştur, ne de Kıbrıs Türk Federe Devleti’ne geri dönülmesi konusunda Türkiye ve Kıbrıslı Türklere. Buradaki diğer bir etken ise, anavatanların Kıbrıs konusunda çatışmaya sürüklendikleri gibi, Kıbrıslıların da anavatanları konusunda çatışmaya sürüklenebilecek olmalarıdır.

 

Birleşik bir Kıbrıs’ın ortaya çıkarabileceği dış siyaset kaynaklı sorunlar elbetteki Türkiye ve Yunanistan ile sınırlı kalmayarak, AB ve ABD ilişkileri noktasında da belirli zorluklardan geçecektir. AB şu anda Fransa ve Almanya’nın güdümündedir. İki devlet, yeterince Avrupalı bulmadıkları, siyasal ve ekonomik bütün yerel dinamikleri “Avrupalılaştırma” gayesindedir ve Batı Avrupalı kimliklerini AB üyesi devletler dahil olmak üzere çoğu topluma “yol gösterici” olarak dikte ettirmekte ve kendilerini “Avrupa değerlerini yüceltme” görevine atamaktadırlar. Her ikisi de, Avrupa Birliği’nin iç kurumsallaşmasının bu çizgi üzerine kemikleşmesinde ciddi roller oynamışlardır. Bu nedenle, Doğulu karakterinden dolayı Türkiye’nin çok kimlikli rolünden faydalanmak ve Türkiye ile işbirliğini genişletmek gibi bir niyete sahip değildirler. Öte yandan ABD, Doğu ile çatışma ve uzlaşı politikasında çok kimlikli Türkiye’nin arabulucu rolünün öneminin farkındadır. Kıbrıs’ın yeniden birleşmesi durumunda, Rum toplumunun Türkiye fobisini aşamaması ve dış siyasette Türkiye ile Kıbrıslı Türklerin işbirliği noktalarını tıkamaya çalışması ise Kıbrıslıları AB (aslında Fransa ve Almanya) ve ABD siyasetleri ile de çatışma noktasına taşıyabilir. Bu da dış siyasetin ne yönde seyredeceği yönündeki bir tartışma ile yine bir iç hesaplaşmaya dönüşebilir.

 

Sonuç olarak, mevcut statükoyu benimsesek de benimsemesek de, şimdiki çözümsüzlük uluslararası pek çok dinamiği dengede tutmaktadır. Daha önce değindiğim üzere, her iki toplumda da uluslararası arenanın Kıbrıs’taki enerji kaynaklarına yönelik bir işbirliği dayatması yapacağı konuşulmaktadır. Bu nedenle, olası bir Birleşik Kıbrıs’ın iç siyaseti kadar dış siyaseti üzerine de fikir paylaşımında bulunmalı ve sadece Rumlar ve Türkler arasında değil, AB, ABD ve Doğu arasındaki işbirliği ve çatışmalarda Kıbrıs’ın nasıl bir rol oynaması gerektiği üzerine de görüşler üretmeliyiz.



[i] Niyazi Kızılyürek. Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti: Doğmamış Bir Devletin Tarihi. İstanbul: İletişim. 2005.

[ii] Mehmet Hasgüler. Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim Politikalarının Sonu. İstanbul: Alfa Yayınları. 2007.

[iii] Niyazi Kızılyürek. A.g.e.

[iv] Bakınız: Baskın Oran (ed.). Türk Dış Politikası Cilt II. İstanbul: İletişim. 2010.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 811 defa okunmuştur