1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Şirin Tekeli ile Söyleşi: Karı Kuvvetlerinden Feminist Harekete
Şirin Tekeli ile Söyleşi: Karı Kuvvetlerinden Feminist Harekete

Şirin Tekeli ile Söyleşi: Karı Kuvvetlerinden Feminist Harekete

Feminist aktivist, çevirmen, akademisyen, yazar Şirin Tekeli’nin hayatını kaybetmesinin anısına, 30 Haziran 2016 tarihinde 5Harfliler internet sitesinde yayınlanan “Karı Kuvvetlerinden Feminist Harekete” başlıklı söyleyişisinden bir kesit yayınlıyoruz.

A+A-

Feminist Atölye (FEMA)
(feministatolye2016@gmail.com)

Şirin Tekeli, 1980 sonrası Türkiye Feminist Hareketi’nin öncü kadınlarından biri. Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, Kadın Eserleri Kütüphanesi, Kadın Adayları Destekleme Derneği’nin (KADER) ve son olarak Kadın Hukukçuları Destekleme Vakfı’nın (KAHUDEV) kurucularından. 72 yıllık ömründe sayısız kadına dokundu, birçok kadının kişisel tarihinde “Şirin olmasaydı feminist olmazdım” cümlesiyle yer alması da bundan.

Feminist hareketin yaşayan tarihi Şirin Tekeli’yle çocukluğunu, gençlik yıllarını, nasıl yapacağız biz bu işi kaygısıyla yola çıkan küçük bir çeviri grubundan feminist harekete el yordamıyla giden süreci ve bugünkü feminist hareketi konuştuk.

Kitaplar çevirip yayınlıyorsunuz, okuma gruplarınız var vs. Buradan bir harekete nasıl dönüştünüz?

Bunun ilk adımı bence Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin (Committee on the Elimination of Discrimination Against Women – CEDAW) uygulanması için başlattığımız imza kampanyası oldu. Bu kampanya ile hem feminizm daha fazla kadına ulaştı hem de bence meşruluk kazandı.

Kampanyayı nasıl örgütlediniz?

Küçük grup olarak pek çok kadınla temasımız vardı, genelde ilk önce orada tartışıyorduk. CEDAW 1985’te yürürlüğe girmişti ve Türkiye de 1985 yılında imzalamıştı. Dolayısıyla, biz bu sözleşmenin uygulanması ve boş bir kağıt parçasına dönüşmemesi için, müthiş bir öfke, infialle ne yapabiliriz diye konuşmaya başladık. Ben hep yasalcı bir insan oldum, çok az yasa dışı eyleme katılmışımdır. O sırada Aydınlar Dilekçesi davası sürmekteydi. Bu Kampanya da böyle bir risk taşıyabilirdi, bu nedenle tamamen yasal bir çerçevede kalmalıyız diye düşünüyordum. Peki ne yapacağız? Madem bunu Türkiye Büyük Millet Meclisi kabul etmiştir o zaman Meclis’e gideceğiz. Nasıl gideceğiz Meclis’e? Dilekçe Kampanyası yapıp, dilekçeleri Meclis’e vereceğiz. Dolayısıyla benim önerimle CEDAW’ın uygulanması için bir imza kampanyası başlatmaya karar verdik. Ama, biz adı sanı bilinmeyen insanlar olduğumuz için, toplumda adı bilinen gazeteci kadınları da harekete geçirmemiz gerek dedik. Ayla Gürsoy’un evinde yaptığımız toplantıya, aralarında Meral Tamer, Zeynep Oral’ın da olduğunu hatırladığım, bir çok gazeteci kadını çağırdık, kampanya için onların da onayını ve desteğini aldık. Bu arada Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği kurulmuştu, onlar da kampanyanın örgütlenmesine dahil oldular.

Hemen bir metin kaleme alındı. Dilekçe, eş dost aracılığıyla elden ele dolaştı. Dilekçeyi 4 bin kadın imzaladı. Bu hiç beklemediğimiz bir ilgiydi, çok şaşırdık. Dilekçeleri 8 Mart 1987’da Meclis’e sunduk. Bu kampanyadan sonra, sandığımız kadar yalnız olmadığımızı gördük. Bundan sonra da, hep çoğalarak yola devam ettik. Birbirinden çok farklı düşüncelere sahip kadınlar birlikte bir çok eylem örgütleyebildik. Kampanyadan sonra örgütlediğimiz ilk eylemimiz ise, 1987’de başlattığımız Dayağa Karşı Kampanya kapsamındaki Dayağa Karşı Yürüyüş oldu. Yürüyüşe binlerce kadın katıldı. Bu yürüyüş, ilk kitlesel sokak eylemimiz oldu. Artık bir harekete dönüşmeye başlamıştık.

 

Dayağa Karşı Yürüyüşü 1987


Dayağa Karşı Kampanya fikri nasıl ortaya çıktı?

1987’de Çankırı’da, üç çocuk annesi, dördüncü çocuğuna hamile bir kadın kocasından sürekli dayak yediği için boşanma davası açıyor. Davanın Mustafa Durmuş adındaki hakimi ise, yörenin örf ve adetlerini ileri sürerek “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” gerekçesiyle kadının boşanma isteğini reddediyor. Filiz’in (Kerestecioğlu), Yargıtay Dergisi’nde bu mahkeme kararını okumasıyla, biz de karardan haberdar olduk ve buna karşı bir şeyler yapmaya karar verdik. Yürüyüşü düzenleme fikri ise K.Ç’nin radikal kanadından geldi. 12 Eylül ortamının sürmesi nedeniyle, yürüyüşe itiraz edenlerimiz oldu ama neticede izin alınması şartıyla yürüyüş yapılmasında hepimiz ortaklaştık. İzin aldık ve Yoğurtçu Parkı’nda 12 Eylül sonrasının izinli ilk yürüyüşünü gerçekleştirdik. Yasal olmasına rağmen yine de yürüyüşe çok katılım olmasını beklemiyorduk fakat tam tersi oldu, binlerce ve her kesimden kadın katıldı.

Aslında, kampanyadan önce, KÇ gruplarından birinde dayak konusu açılmıştı ve Nurser -kendisi mimar, kocası doktor- ‘Ben kocamdan dayak yedim’ demişti. Hepimizin ağzı açık kalmıştı. Çünkü, şiddet alt tabaka, işçi sınıfı, okuma yazması olmayan karı kocalar arasında var, bizde yok diye öğrenmişiz. Nasıl yok? Nurser, ben kocamdan şiddet gördüm, o yüzden boşandım dedi. Dolayısıyla bizde feminist hareket şiddet gündemiyle ortaya çıktı. Türkiye’deki feminist hareketin saygı duyulacak bir şeyi vardır: tanık olmadan yola çıkılmaz. Mesela hala ensest konusunda tanık yok dolayısıyla ensest konusunun üzerine gidilmiyor, oysa ensest de çok yaygın, aile yapısı buna çok müsait. Ama şiddet gündemi de bir yargıcın kararı üzerine ortaya çıktı ve Dayağa Karşı Yürüyüş yapıldı. Dolayısıyla, somut olaylardan yola çıkmak önemli; ancak böyle olursa bir hareket olur.

80’li yıllar boyunca feminist hareketin eylemleri devam etti. Bunlardan, Dayağa Karşı Yürüyüş’ten sonra, en çok etkilendiğim eylemler Kariye Şenliği, Geçici Kadın Müzesi, Mor İğne Kampanyasıydı.

Bugünkü feminist hareketi nasıl görüyorsunuz?

Gerektiği gibi izleyemiyorum, gerçekten çok yorgunum, vücudum iflas etti artık, kaburgalar dayanmıyor. On iki senedir Bodrum’da yaşıyorum, dünya ile tek ilişkim internet üzerinden, onu da doğru düzgün kullanmayı beceremiyorum.

Şu ara bence kadın hareketi kötü bir dönemden geçiyor: Bence bu kötü durum kendine has örgütlenme sorunlarından kaynaklanmıyor, Türkiye ve Dünya siyasi konjonktürü o kadar tıkandı ki bunun sonucunda örgütler kendi içinde sorunlar yaşamaya başladı. Bu kötü halin nedeni, dış gerginliklerin harekete yansıması diye düşünüyorum. Bununla, otuz yıllık bir feminist hareket geçmişini kastediyorum. Kurumlar çok çeşitlendi, irili ufaklı binlerce örgüt kuruldu, üniversitelerdeki birimler, barolardaki birimler vs. Geçenlerde eczaneye gitmiştim, Eczacılar Odası bir broşür basmış: Kadına yönelik şiddet suçtur. Nereden nereye, eskiden eczacılar böyle işler mi yaparlardı? Ama bir bakıma da çok anlamlı çünkü eczacılık çoğunlukla kadınların icra ettiği bir meslektir, dolayısıyla Oda’da kadınlar çoğunluktadır muhtemelen. Demek istediğim, feminizm coğrafi ve kurumsal olarak çok büyük bir yayılma yaşadı. Sendikalizm ölmüş bitmiş, siyasi partiler HDP dışında içler acısı durumda. Üstelik bunlar Türkiye’ye özgü değil. 2008 iktisadi krizi, küreselleşme, Ortadoğu savaşı, Suriye göçmenlerinin Avrupa kapısına dayanması, Avrupalıların buna karşın havlu atması, bütün ülkelerde uç sağ siyasi partilerin güçlenmesi… Böyle bir Dünya ve Türkiye konjonktüründen geçiyoruz. Bunların kadın hareketine yansımaması, kadın hareketi üzerinde olumsuz etkisi olmaması düşünülemez. Kadın hareketi toplumsal bir hareket ve toplumda ne oluyorsa ondan bir şekilde etkileniyor. Dolayısıyla feminist hareketin içinde de acayip bir şekilde kadınlar arası rekabet yükseldi.

Feminist hareket döngüsel bir harekettir. Büyükanneler çok yaşlandı, anneler yoruldu, top gençlerde. Dünyanın ahvali çok iyi gözükmüyor. Hillary Clinton kadınların oyuyla seçilecek mi belli değil. Buna karşılık Fransa’da gelecek seneki seçimlerde faşist Marine Le Pen’in ikinci tura kalması söz konusu, Avusturya’daki son Cumhurbaşkanlığı seçiminde faşistler köşeden döndüler. Bu konjonktürde kadın hareketi iyice savunmaya çekiliyor, Hindistan hariç. Hindistan’da tecavüz olaylarının çok şiddetlendiği bir dönemden geçiliyor ve Hintli kadınlar bunun üzerine gidiyorlar. Amerika’da artık böyle bir hareket yok, yani Hillary’inin kuşağı artık yaşlandı. Ama şu oluyor: bu döngüsel hareket içinde siniliyor, pısılıyor, birileri sessiz kalıyor ama ondan sonra Zümrüdü Anka Kuşu’nun yeniden dirilişi gibi yeniden ortaya çıkıyor mecburen. Çünkü yeni feminist hareket otuz yıllık bir hareket ve hiç bir sorun çözülemedi hala. Partiarka olduğu gibi karşımızda duruyor. Tek tük bazı mevzilerde kazanımlar var, mesela iş hayatında tek tük kadınlar yükselir gibi oldular. Gelecek yıl bir kadının BM’nin genel sekreteri olması gibi çabalar var ama bunlar sembolik kazanımlar. Temel sorunlar olduğu gibi her yerde duruyor. Hatta bizim daha önce keşfettiklerimizi bazıları yeni keşfediyor. Örneğin, kadına yönelik şiddeti Fransa Kadın Hareketi yeni keşfediyor çünkü onlar kürtaj hakkıyla başladılar ve şiddeti es geçtiler, bizim toplumumuzda böyle şeyler olmaz diye ört bas ettiler. Ama şimdi, yüzlerine vurdu. Fransa, iki günde bir kadının öldürüldüğü bir ülke. Dolayısıyla feminist hareket, belki bir dönem geri çekilecek, köşesinde kabuğunda kalacak ama ondan sonra yeniden dirilecek.

Bu dönem, feminist hareketin geri çekildiği bir dönem mi diyorsunuz?

Sanki öyle. Şu anda faşizmin yükselişi çok kötü bir deneyim. Donald Trump’ın Obama’nın yerine ABD başkanı olduğunu düşünebiliyor musunuz? Böyle bir konjonktür. Öbür tarafta Putin, diğer tarafta Çin yeniden komünist kökenlerini keşfetmiş durumda. Avrupa demokrasiye “bye bye” diyor: Danimarka gibi demokratik bir ülkede faşist parti dışarıdan hükümeti destekliyor, olacak şey mi? Dolayısıyla çok kötü bir konjonktür. Anneanneler, anneler, torunlar dönemselleştirmemi Avrupa konjonktürüne koyduğun zaman, iki dünya savaşı arası dönemde olduğu gibi, faşizm yükseldiğinde kadın hareketi çöküşe geçer, çünkü haklar geri alınır. Bu öyle bir dönem; İspanya’da, Almanya’da, İtalya’da, Fransa’da bu böyle oldu. Ancak 68 sonrası özgürleşme hareketiyle feminizm yeniden atılıma geçti. Şimdi de sağ ideolojinin yükselişte olduğu kötü bir dönemdeyiz. Dolayısıyla ilerisi için iyimserim ama kısa vadede değilim. Bu yüzden zor bir dönemden geçiyoruz ama dayanmalıyız diyorum.

Son olarak, sizin tanımlamanızla, torunlar kuşağındaki feministlere ne söylemek istersiniz?

Her kuşak feminist, içinde yaşadığı konjonktüre, öne çıkan sorunlara göre kendini yeniden tanımlar. Son zamanlarda LGBT hareketleri her yerde yükselişte. Ama, LGBT hareketiyle feminist hareketi birbirlerine karıştırmamak gerek. Birbirlerine destek verebilirler ama, temel sorunları ayrıdır. Feminizm için hala ve uzun süre, patriyarkayla mücadele birinci planda olacaktır. “Özel olan siyasidir” kavramı geçerliliğini bugün de otuz yıl önceki gibi korumaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de aile içi şiddet kadar, son on yılın gündeme getirdiği, kadın cinayetleri türü şiddet biçimlerine karşı mücadele sürecektir. Kadınların siyasi karar odaklarına daha fazla girmesi, dünya genelinde feminist hareketin öncelikli bir sorunu olmaya devam ediyor. Daha yapacak çok şey var. Yılmak yok. Top artık, beşinci ve altıncı kuşak feministlerde…

Söyleşinin tamamı ve Kaynak: http://www.5harfliler.com/sirin-tekeli-ile-soylesi-kari-kuvvetlerinden-feminist-harekete/

 

Bu haber toplam 1991 defa okunmuştur
Gaile 423. Sayısı

Gaile 423. Sayısı