1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Sade Günce – Ekim 2025
Sade Günce – Ekim 2025

Sade Günce – Ekim 2025

Tüm kimliklerimden soyunduğum, kendimi sıfır noktasına indirgediğim anlarda hem acıyı hem merhameti hem suskunluğu hem dayanıklılığı taşıyabildiğim zamanları biliyorum.

A+A-

Münevver Özgür Özersay
[email protected]

Sevgili Güncem,
Bu ay sana gelmek benim için zor oldu. Kalemi elime almak için kendimi ikna etmek de.
Çimenler bugün ıslak. Çimenler sessiz. Deniz de öyle. Sessiz ve derin. Niye böyle bilmiyorum. Belki de ekranlar çok fazla kötü haber bağırdığı, belki de dünya çok fazla ağladığı için...

Bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum.

Son günlerde içimde her şeyin sesi birbirine karışıyor.
Ekranlardaki enkaza dönmüş şehirlerin görüntüleriyle çocuk ve kadın cinayetlerinin öyküleri… hepsi birbirine karışıyor. Başım dönüyor, kayboluyorum gibi geliyor bana.

Nerede? Nasıl? Niye? Bilmiyorum.

An geliyor, gözlerimi kapamak, kulaklarımı tıkamak, gördüklerimi ve duyduklarımı unutmak istiyorum. Ama ne yazar; bunu yapabilsem bile ne fark eder?

Bir de sanki susmakla bağırmak arasındaki farkı yitirdim.
Bazen ne kadar suskun olursam olayım, göğsümü yırtabilecek kadar hırçın çığlıklar yığılıyor yüreğime. Sonra garip bir içgüdüyle sakinleşiyor, yeniden sessizliğe sığınıyorum. Ancak bu sessizliği dinleyerek kendimi yeniden iyi hissedebiliyorum. İyi mi? ‘İyi’ doğru sözcük değil galiba. Huzurlu? Evet, bu daha iyi.

Bir dalganın çekilirken bıraktığı sessizlik kadar doluyum. Denizi dinliyorum. Dalgalar sessiz. Dalgalar çekingen. Geri çekilmiş gibiler. Biraz İskele’den, biraz da Gazze’den.

Deniz ve dalgalar, bir süreliğine yalnızca nefes almak ve beklemek ister gibiler. Tıpkı kalbim gibi. İnadı tuttu yine: Ne bir liman ne de bir deniz feneri olmak istiyor; sadece kendini ayın çekim gücüne bırakıp alabildiğince geri çekilmek istiyor. Sessiz, yapayalnız ve yorgun. Yorgun denizin dili olmak zor. Yorgun bir kalbi sade, geniş ve yumuşak tutmak zor.

Bazen az bile fazla gelir.
Gücümden değil, yorgunluklarımdan yazarım bugün.
Kazançlarımdan değil, kayıplarımdan yazarım bugün.

Kayıplarım ki… ne kayıplar.
İçim o kadar karışık ki, bir dışa açılacak olsam ne Kudüs’teki Ağlama Duvarı ne de Aşık Veysel’in ağzından yakılan ağıtlar paklar beni.

İşte bir Ah Ağacı dikiyorum buraya.
Ahım tutsun, tüm çocukları aç bırakanları ve öldürenleri; insanlığa ah ettirenleri.

Biliyorum, bir Ah Ağacı dikmek de riskli. Belki de hiç doğru değil. Ama ağzımdan dökülüverdi işte. Dilerim ki Ah Ağacımda çığlık atan umutlar yeşermese de dinleyen, anlayan umutlar büyüsün. Sabır ağacı olsun — ‘ileriyi görebilme’ olarak sabır ağacı. Katlanmanın değil, dayanmanın değil, inanmanın ağacı olsun. Karanlıktan ışığa mutlaka giden bir yol olduğunu bilen bir çekirdekten büyüsün; bundan asla şüphe etmeyen bir yaşam suyu olsun.

Bak, bir dalga yine sessizce sahile vurdu. Masmavi sular beyaz köpüklere teslim oldu.
Suyun sesi çarptı, çarptı, çarptı… kayalara, çakıl taşlarına, kumlara.
Denizin kokusu keskin, tuzlu, bugün ağır — paslı demir gibi.

Yoksa kan kokusu mu geliyor burnuma?

Yüzümü hoşnutsuzlukla kırıştırıyorum. Burnuma çarpan rüzgâra dönüyorum.
Yalvaran sanki sessizliğim değil de kirpiklerim.
Her dalga kıyıya vurdukça içimde susan bir kelime daha kırılıyor.
 

Eğilip deniz köpüklerinden bir demet alıyorum avuçlarıma; bembeyaz yasemin çiçekleri gibi dokunuyorlar birbirlerine — hafif, kırılgan. Kabarcıklar pıt pıt patlıyor, havaya karışıyor bazıları; bazıları inceliyor, süzülüp parmaklarımın arasından akıp gidiyor. Ayaklarım çıplak, ıslak.
Gözlerim iki mavinin birleştiği ufuk çizgisine tünüyor — ve bakmaya korkuyor.

Arkama baksam: çarpık kentleşme — İskele.

Az sağımda Kapalı Maraş — hayalet kent.
Biraz ötede Gazze Şeridi — kentkırım.
Ah gözlerim, ah kalbim… ne olur soyun tüm bu çirkinliklerden.
 

Sadeleş. Sadeleş. Sadeleş.

Sadeleşmek vazgeçmek değildir ama, değil mi? Peki ya nedir? Bilmiyorum. Fazla gösterişi, fazla kimliği, fazla sözü geride bırakmak mıdır? Azalmak mıdır?

Belki de.
Tüm kimliklerimden soyunduğum, kendimi sıfır noktasına indirgediğim anlarda hem acıyı hem merhameti hem suskunluğu hem dayanıklılığı taşıyabildiğim zamanları biliyorum.
Kalbimde başka acılara yer kalmamışken sadeleşerek genişleyebildiğini biliyorum.

Bundan da bazen korkuyorum — kalbimin sadeleşmesiyle taşlaşması arasındaki o ince çizgiyi kaybetmekten. Kalbim taşlaşırsa doğaya, insana, acıya karşı duyularımı yitirmekten... Oluyor bu. Olabiliyor. Daha önce böyle bir hissizleşme yaşamadım değil. Yaşadım. Antroposen de tam burada başlamıyor mu zaten — kalplerimizin taş kesildiği, acının bize fazla geldiği yerde?

Oysa burada, acıda kalabilmeliyiz.

Kalabilmeliyim.
Bunu yalnızca şiirle, şiir okuyarak başarabiliyorum.

Bak, bu şiiri pandemide keşfetmiş ve sevmiştim. Nasıl da güzel yazmış şair...
Sana buraya bazı şeyler koyuyorum. Yol boyunca aklında olsun.
Lazım olursa açar okursun. Olmazsa da olsun, bir zararı yok; burada dursun.
Şuraya bir cümle koydum: Bırak, acımızı birileri duysun.
Hem zaten şiir niye var? Dünyanın acısını başkaları da duysun!
Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın. Ortada dursun.
Olur ya biri eline alır okşar, biri alnından öper. Az unutursun.
Buraya tabiatı koydum: ağaçları, suyu, ovayı, dağı.
Onlar bizim kardeşimiz. Çok canın sıkılırsa arada onlarla konuşursun…
*

Bu şiiri her okuyuşumda büyülenmiş gibi oluyorum
ve kalbimin taşlaşmadığı hissederek şükrediyorum.

Sevgili Güncem,
ben bugün okuyucularımıza liman olamadım,
ama sen bana oldun. Teşekkür ederim.

Kim bilir, yarın belki yine denize gelirim;
belki çılgın bir dalga gelir
ve umulmadık, ışıklı bir cevap getirir.

Sevgiyle kal, sadeliklerle kal.

m
moon / moon-ever

*2016, Birhan Keskin’in “Kargo” isimli şiirinden alıntı.
Yazıya eşlik eden görsel, Mayıs 2025’te Oliver Jeffers’in kendi sosyal medyasında “Filistin özgür ve bağımsız bir geleceği hak ediyor” notuyla paylaşmış olduğu çalışmasıdır.
Facebook’tan alınmıştır: https://www.facebook.com/oliverjeffersart

Not: Elde yazılıp sonrasında dijitalleştirilmiştir.

Bu haber toplam 2218 defa okunmuştur
Gaile 522. Sayısı

Gaile 522. Sayısı