1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Seçimler Işığında Türkiye’de Demokrasi ve Otokrasinin Toplumsal Kökenleri
Seçimler Işığında Türkiye’de Demokrasi ve Otokrasinin Toplumsal Kökenleri

Seçimler Işığında Türkiye’de Demokrasi ve Otokrasinin Toplumsal Kökenleri

AKP kendine bağımlı bir sermaye grubu yarattığı gibi işçi kesimini de bölerek kendine bağımlı bir emekçi kesim yaratmayı başarmıştır. Peki tüm bunlardan çıkarılacak sonuç nedir?

A+A-

Yonca Özdemir
[email protected]

Türkiye seçimleri yaklaşırken herkesin aklındaki soru AKP’nin yirmi bir senelik iktidarının artık sona erip ermeyeceği, bir diğer soru da muhalefet iktidara gelirse neyi değiştirip değiştiremeyeceğidir. Benim bu yazıda anlatmaya çalışacağım olgu, demokrasinin kaderini seçimlerden ziyade o toplumun ekonomik ve sosyal yapısının belirlediğidir. Bu bağlamda seçim sonuçları önemli olsa da demokrasi yanlısı sınıflar güçlenmediği sürece Türkiye’nin demokrasinin hep sorunlu olacağını savunduğumu bu yazının başında söylemek isterim.

 

Demokrasi ve Sınıflar

Demokrasinin niye bazı toplumlarda yeşerip güçlendiği, niye diğerlerinde bir türlü köklenip istikrarlı bir rejim haline gelemediği Siyaset Bilimi alanındaki en klasik tartışma konularından biridir. Bu kapsamda liberal kuramcılara göre burjuva sınıfı demokrasiyi getiren sınıf, daha eleştirel bazı kuramcılara göre ise işçi sınıfı demokrasiyi getiren sınıftır. Sınıf analizi yapmayan kurumsalcı kuramcılara göre ise demokrasi demokratik kurumların varlığına bağlıdır. Oysaki demokratik kurumların kurulup kurulmamasına neden olan faktör yine toplumdaki sınıf dengeleridir. Dolayısıyla sınıf analizi yapmadan bir toplumdaki demokrasi düzeyini anlamak ve anlamlandırmak mümkün değildir.

Beni çok etkileyen Eva Bellin’in demokratikleşme teorisine göre bağımsız ve güçlü olmayan sınıflar demokrasiye destek olmazlar veya olamazlar. Bellin’in iddiasına göre işçi sınıfı genel olarak demokrasi yanlısıyken burjuvazi sınıfı, yani sermayedarlar, “koşullu” demokrattırlar çünkü ancak kendi çıkarları gerektirirse otoriter devlete karşı demokrasiye destek olurlar. Bu da ancak devlete bağımlı değillerse mümkündür. Aksi takdirde gayet otoriter rejimlere de destek olduklarını görebiliriz. (*)

Bundan dolayı bir toplumda demokrasi nasıl ortaya çıkar, nasıl geriler gibi konuları anlamak için o toplumun sınıf yapılarına bakmak gerekir. Bir garantisi olmamakla birlikte, işçi sınıfı genellikle devlet tarafından kayrılan bir grup olmadığından dolayı demokrasiden en çok yararlanan sosyal sınıftır ve dolayısıyla demokratik mücadelenin ön saflarında yer alır. İşçi kesimi bir toplumda örgütlenebildiği kadar, yani bağımsız güçlü sendikaları varsa güçlüdür. Sermayedar sınıf ise demokrasiden yarar sağladığı ölçüde demokrasiye destek verdiği için demokrasi adına daha güvenilmez bir sınıftır. Nitekim gelişmiş demokrasilerin dahi tarihine baktığımızda görürüz ki, aristokrat sınıftan kurtulmak için demokrasiye destek veren burjuvazi sınıfı, konu işçi haklarına geldiğinde hiç de demokrat davranmamıştır. Ancak işçilerin mücadelesi ile gerçek demokrasi kurulabilmiş ve bugün örnek gösterilen demokratik rejimler ortaya çıkmıştır.

Bellin’in demokrasi literatürüne bir diğer katkısı da gelişmekte olan ülkelerde demokratikleşmenin daha sorunlu olduğu yönündeki iddiasıdır. Bellin’e göre gelişmekte olan ülkeler demokrasi yolunda daha fazla engellere maruz kalırlar, çünkü çoğunun uygulamış olduğu “devlet destekli kalkınma modeli” devlete bağımlı bir burjuva sınıfı yaratmıştır. Ayrıca, küreselleşsen dünyada artan ekonomik rekabet ve toplumlarındaki yüksek eşitsizlik ve yoksulluk sebebiyle de güçlü bir işçi sınıfına sahip olma şansları daha düşüktür. (*) Tüm bu sebeplerden dolayı gelişmekte olan ülkelere demokrasi geç gelmiştir, gelince de istikrarlı bir şekilde gelişememiş ve yeterince derinleşememiştir. Hatta tam demokratikleşti derken otokrasiye geri döndüklerini de gözlemleyebiliriz. Tıpkı Türkiye örneğinde olduğu gibi…

***

Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve sınıfsal yapısına bakmadan Türkiye’nin de demokrasisindeki iniş çıkışları anlamak mümkün değildir. Sanayileşmeye zaten geç başlayan Türkiye’de kapitalist sınıfların oluşumu da geç ve eksik olmuştur. Milli bir burjuvazi ancak devlet desteğiyle yaratılmış, işçiler ise yine ancak devletin eliyle (1961 Anayasası sayesinde) haklarına kavuşmuştur. 1971 askeri darbesi ile 1961 Anayasası’ndaki hakların tırpanlanması ve 1980 ile bu hakların adeta yok edilmesine sermaye sınıfının karşı koymaması, hatta desteklemesine de şaşırmamalıyız. Çünkü, devletçe desteklenen burjuvazinin otoriterleşen devlete karşı demokrasiyi savunmak yerine işçi sınıfının haklarını kısıtlayan devlete destek vermesi kendi içinde oldukça tutarlı bir davranıştır. Ancak sermaye sınıfı her zaman demokrasiye karşıdır, ya da işçiler her zaman demokrasiye destek verir gibi bir çıkarım da yapamayız. Sermayedar sınıfın ve işçi sınıfının yekpare gruplar olduğunu da varsaymamalıyız. Bunun en güzel örneği herhâlde Türkiye’nin AKP dönemidir.

 

AKP ve Sermaye Sınıfı

AKP öncesi dönemde devletle özel ve ayrıcalıklı ilişkisi olan sermaye kesimi TÜSİAD ile temsil edilen büyük sanayici sermaye kesimi idi. 1990’larda bu sermaye kesiminin demokratik açılımlara yönelmesi bazılarına inandırıcı gelmemiş olsa da onlar için tutarlı bir tavır idi. Artık büyüyüp olgunlaşmış ve rüştünü ispatlayarak devlete olan bağımlılığından kurtulmaya başlamış olan bu sermayedar grubu için demokrasi ekonomik çıkarları için önemli bir tehdit olmaktan çıkmıştı. Artık yatırımlarını yurt dışına da yapabilen bu kesim için “hukuk devleti” gibi prensipler, özellikle de Avrupa Birliği ile bütünleşmek yoluyla ekonomik istikrarın ve yabancı sermaye akışının sürekliliğinin sağlanması açısından önem kazanmıştı. İlk döneminde (2002-2007) AKP hükümetine destek veren bu sermaye grubunun AKP yönetimi otoriterleştikçe hükümet ile arasının açılmasının da tutarlı bir gelişme olduğunu söyleyebiliriz. Bu sermayedarların demokrat görünümünde olmaları artık devletten görece bağımsız ve dünya çapında rekabet edebilecek düzeyde olmalarından kaynaklanıyor.

Çoğunlukla yeni (1980'den sonra) kurulan, daha küçük ölçekli (KOBİ) şirket sahiplerini temsil eden MÜSİAD için ise durum çok farklı. Çoğunlukla kısa vadeli ve ticari yönelimleri olan, emek yoğun sektörlerde faaliyet gösterdiği için kâr marjı ucuz emeğe dayanan bu sermaye grubu, 1980’lerin neoliberal reformlarından yararlanarak büyümüştür. Muhafazakâr ve dini bakış açısı olan ve genelde taşra kökenli bu sermayedarlar TÜSİAD sermayedarlarının aksine devlet koruması olmadan, fakat ucuzlayan işgücü ve ihracat teşvikleri yardımıyla serpildi. 28 Şubat 1997 post-modern darbesi ile bazı baskılara maruz kalan bu sermaye grubunun da 1990’larda ve 2000’lerin başında daha demokrasi yanlısı bir tavır alması da gayet anlaşılır bir durum. Nitekim ağırlıklı olarak kendi mensuplarının kurduğu AKP iktidar olunca destekledikleri şeyin aslında demokrasi değil, kendi çıkarları olduğunu da anlamak zor değil.

AKP döneminde TÜSİAD zaten artık ihtiyaç duymadığı devlet ayrıcalıklarından mahrum kalmaya başladı ve hükümetle ters düşen bazı TÜSİAD mensupları da çeşitli vergi cezaları yoluyla ve ihalelerden dışlanarak AKP tarafından hizaya getirilmeye çalışıldı. Özellikle de hükümetin takdirine dayalı devlet iltimasları ve haksız rekabetten rahatsız olmaya başlayan TÜSİAD’ın AKP hükümetiyle ilişkilerinin zamanla soğuması da şaşırmamız gereken bir durum. Bunun asla açık bir çatışmaya dönüşmemiş olması da yine sermayenin çıkarları açısından tutarlı.

 Öte yandan, AKP ile sıkı bağlantıları olan MÜSİAD mensupları ise devletin yeni imtiyazlı müşterileri olarak AKP lütuflarıyla hızla büyümeye ve serpilmeye başladı. AKP ile özellikle inşaat sektörü üzerinden “büyüme yanlısı bir ittifak” oluşturan bu kesim, otoriter AKP hükümetinin de ana destekçileri haline geldi. Kısa vadeli ekonomik vizyona ve hızlı kâr amacına yönelik bu sermaye kesimi düşük faiz oranları ve kamu bankaları yoluyla krediye kolay erişim için lobicilik yaparak Erdoğan’ın özellikle son yıllarda izlediği mantık dışı para ve finans politikalarının da baş destekçileri oldular. Bu kesimin çıkarları için yararlı ama ekonomik istikrar için son derece sakıncalı bu politikalar bugünkü yüksek enflasyon ortamını da yaratmış oldu. 2013 yılından bu yana Erdoğan’ın dile getirdiği “kalkınmacı söyleme” rağmen, ekonomi politikaları bir kalkınma stratejisi haline gelmedi veya kalkınmacı bir büyüme için kurumsal bir çerçeve oluşturulmadı. Çünkü, AKP’nin baş dayanağı olan MÜSİAD tipi sermayedarlar kısa vadeli kâr odaklı inşaat sektörü yoluyla büyüyen, sürdürülebilir kalkınma için gerekli olan uzun vadeli endüstriyel, teknolojik altyapıdan yoksun şirketlerin sahipleridir. AKP’nin, iş dünyasındaki MÜSİAD’lı destekçilerini altyapı, konut, sağlık ve enerji alanlarındaki ihalelerle ihya edip kamu-özel sektör ortaklıkları ile onlara kâr garantisi sağladığı ve bu şirketlerin hiç risk almadan yüksek kârlar elde ederek hızla büyüdükleri görülmüştür. Bu AKP modeli “ahbap-çavuş kapitalizmi” içinde demokrasiye pek yer olmadığını söylemeye bile gerek yok. Nitekim AKP hükümetinin sağladığı bu müthiş desteğe karşılık olarak MÜSİAD burjuvazisi de AKP’yi bağışlarıyla besledi ve AKP hükümetinin tüm siyasi projelerini, ucube başkanlık sistemi dahil, sorgulamaksızın destekledi. Zaten çıkarları tam da bunu gerektiriyordu.

Ekonominin bu kadar iflas durumuna gelmesinin sebepleri de bu kirli siyasi-ekonomik ittifakta aranmalıdır. AKP tutarlı bir kalkınma programı uygulayabilecek özerk ve kapasiteli bir devlet yaratmak yerine, seçime odaklı ve destekçilerini ihya etmeye yönelik politikalar izlemeyi seçti. Devletin ekonomiye karşı tutumu tutarsız, pragmatik ve kısa vadeli olduğundan, iş ortamı da istikrarsız ve belirsiz hale geldi. Özetle, Türkiye’de sürdürülebilir ve öngörülebilir bir ekonomik sistemi destekleyecek istikrarlı bir kurumsal yapı eskiden birazcık vardıysa da artık hiç kalmamıştır.

 

AKP ve İşçi Kesimi

İşçi sınıfına gelince durum çok daha açıktır ama burada da yekpare bir sınıftan bahsetmek mümkün değildir. AKP ile ilgili en büyük çelişki sanırım bir yandan hükümetteyken neoliberal politikaları harfi harfine uygulamış, öte yandan oylarını en çok yoksul ve emekçi kesimlerden almış olmasıdır. Bunu da anlamak için Türkiye’deki işçi sınıfının yapısına ve AKP’nin bu sınıfı kendi ittifakına nasıl dahil ettiğine bakmak gerekir.

Genel olarak sendikalar Türkiye'de neredeyse etkisizdir, toplu sözleşme mekanizması çok zayıftır.  Sendika üyeliği oranı çok düşük olduğu gibi, sendikalar ideolojik olarak da bölünmüş durumdadır (TÜRK-İŞ, DİSK ve HAK-İŞ). Sanayi ilişkileri, kolektif temsil aracı olarak değil, ekonomik yönetim için devlet aygıtı olarak tasarlanmıştır. Devlet, yukarıdan aşağıya doğru resmi ve gayri resmi yollardan endüstriyel ilişiklere müdahale etmektedir. Büyük bir kayıt dışı istihdam mevcuttur ve bu da sermayedarlara geniş bir vasıfsız işgücü havuzu sağlayarak işçilerin örgütlenme kapasitesini daha da zayıflatmaktadır.

Neoliberal küreselleşme nedeniyle yapısal olarak daha da zayıflayan emekçi kesimler, AKP döneminde iyice ötekileştirilmiştir. Çünkü, AKP hükümeti çeşitli esnek ve güvencesiz istihdam biçimlerini yasallaştırdı ve bu yeni yasalar toplu pazarlık süreçlerini ve sendikaları zayıflattı. Bu değişimler esas olarak ucuz işgücüne dayanan MÜSİAD/KOBİ sermayedarlarının yararına olan değişikliklerdi. Kayıtlı emek sektörleri, yeni iş yasaları ve özelleştirme gibi politikalarla pek çok mevcut hakkını kaybederek daha da marjinalleştirildi. 1960’lardan beri en düşük sendikalaşma oranları AKP döneminde görüldü (2010'de kadar yalnızca yüzde 5,7). Sonraki yıllarda sendikalaşma oranları artıyor gözükse de HAK-İŞ yoluyla AKP’nin güttüğü bağımlı sendikalaşma, himaye ilişkileri ve zoraki üyelik yöntemleri sayesindedir. İslami söylem de sendikasızlaşmanın ideolojik boyutunu oluşturmaktadır.

Bunun yanı sıra, AKP’nin en büyük destekçilerini örgütsüz emekçi kesimler oluşturmaktadır. Kuşkusuz ki genel olarak neoliberal kapitalizmin mülksüzleştirdiği, konumsuzlaştırdığı ve güvencesizleştirdiği bu kitleler AKP iktidarı için önemli bir kesimdir. Düzenli bir işe ve gelire sahip olmayan ve genelde kayıt dışı çalışan bu kesim de yeni birtakım sosyal politikalar ile AKP ittifakına dahil edildiler. Sosyal güvenlik yasasındaki değişiklikler ve sadaka şeklindeki sosyal yardım programları aracılığıyla devlete, daha doğrusu AKP’ye bağımlı hale getirilen bu kesimler AKP’nin en geniş seçmen tabanını oluşturmaktadır. AKP’ye kayırmacı yardımlar ve patrimonyal bağlar ile bağımlı hale getirilen bu kesimler 2000’lerdeki politikalar sayesinde alım gücünde olumlu bir değişim hissetmişse de ekonomik kriz derinleşip hayat pahalılığı arttıkça daha çok yoksullaşmış durumdadır. Bu seçimlerin sonucunu belirleyecek olan da aslında bu kesimdir. Bu gruptaki insanlar ekonomik sıkıntılarının sorumluğunu AKP’de gördükleri ölçüde bu seçimde AKP’ye destek vermekten vazgeçeceklerdir. Bunu yapmadıkları sürece oy tercihlerinde çok fazla bir değişim göremeyeceğiz.

***

Yani AKP kendine bağımlı bir sermaye grubu yarattığı gibi işçi kesimini de bölerek kendine bağımlı bir emekçi kesim yaratmayı başarmıştır. Peki tüm bunlardan çıkarılacak sonuç nedir? Ne bağımsız ve güçlü burjuva sınıfı, ne de bağımsız ve güçlü işçi sınıfı olmayan Türkiye’nin demokrasi yolunda tökezlemesi kaçınılmazdır.

 

Seçimler ve Türkiye’de demokrasinin geleceği

Gelelim kritik soruya: Seçimler bir şeyleri değiştirebilir mi?

Çok iyimser bir tablo çizmediğimi biliyorum, ama yazdıklarım en azından demokratikleşme için neler yapılması gerektiği konusunda bazı fikirler verebilir.

Öncelikle artık toplumuna değil sadece kendi çıkarına çalışan ve iktidarda kalmak için var gücüyle demokratik kanalları tıkayan bu hükümetin devrilmesi gerekir. Yirmi bir yıldan beri iktidarda olan, demokrasi yanlısı sınıfların gelişmesinin önüne ciddi ketler vuran ve bu politikaları ile Türkiye’yi derin ekonomik ve siyasi çıkmaza sürüklemiş olan AKP hükümetinin kendi isteği ile demokratik reformlar yapmasını beklemek müthiş iyimserlik olurdu ve zaten kimse de bunu beklemiyor. Dolayısıyla eğer bir değişim olacaksa öncelikle bu iktidarın değişmesi gerekiyor ve bu seçim bunu başarabilir. Her ne kadar AKP hükümetinin seçimi kaybedince barışçıl bir iktidar devri yapacağına inanmak zor olsa da şimdilik bunu ümit etmekten başka çaremiz yok.

Ancak seçimlerin sihirli bir değnek gibi bir günde Türkiye’yi demokratik yapmayacağı da aşikâr. Bu konu CHP’nin nasıl bir parti olduğu ile de çok ilgili değil. AKP sonrasında Türkiye’ye nasıl bir iktidar gelirse gelsin, demokrasinin önünü açmak istiyorsa iki alanda önemli değişiklikler yapması lazım. Bunlardan biri sermaye kesimine yönelik, diğeri ise emekçi kesime yönelik. Öncelikle hem sermaye kesiminin devlete olan bağını koparmak hem de yolsuzluklara son vermek üzere acilen ihale yasası değiştirilmeli ve şeffaflaştırılmalı, uzun vadeli bir kalkınma modeli benimsenmeli ve bu kalkınma modeli için liyakate dayanan ve belli bir özerkliği olan bürokratik kadroların yeniden oluşturulması sağlanmalıdır. Emekçi kesim için ise acilen sendikaların ve işçi haklarının güçlendirilmesi gerekmektedir. Ayrıca yoksulluk ve eşitsizlik ile mücadele edecek kapsamlı bir “sosyal politika” oluşturulmalıdır. Ancak bunlar yapılırsa Türkiye’de demokrasi yanlısı kesimler güçlenecek ve demokrasinin sağlam adımlarla ilerlemesi mümkün olabilecektir.

Biliyoruz ki demokratik bir Türkiye, Kıbrıslı Türklerin haklarına da daha saygılı olacaktır. Bu nedenle Kuzey Kıbrıs’ın da heyecanla bu seçimin sonuçlarını beklemesi olağan. Hepimiz için, herkes için daha çok demokrasi dileğiyle…

 

*Eva Bellin (2000). Contingent democrats: Industrialists, labor, and democratization in late-developing countries. World Politics, 52(2), 175-205.

Bu haber toplam 1998 defa okunmuştur
Gaile 501. Sayısı

Gaile 501. Sayısı