1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Sanata Dair
Sanata Dair

Sanata Dair

Hayatı sarmalamış her şey elbette bir yerinden sanatın içine sızıverecektir. Kimi hayal gücü bunu olduğu gibi yansıtacak, kimi olması gerektiği gibi, kimi de yok edebilmek adına yeniden yaratacak.

A+A-

Nügen Derman Duru
nugenduru@hotmail.com

                                                                                                             

“Sanat, var olanın hakikatinin kendini eserleştirmesidir.”
Heidegger

    Herkesin ruhuna bir şeyler iyi gelir. Hoş olana, güzel olana yönelmek insana verilmiş bir armağan. Bunu keşfetmek, kendimize olan borcumuz. Hayat tecrübelerinize kulak verin, onlar size neyin iyi geldiğini fısıldayacaktır. Algılarınız açık olsun. Çünkü bu iyi oluş halidir, sizi çekip çeviren.

   Alain de Botton ve John Armstrong, “Terapi Olarak Sanat” adlı kitapta sanatın ne işe yaradığından söz ederler. Sanatın işlevlerini; hatırlama, umut, elem, yeniden dengeyi sağlama, kendini anlama, büyüme ve takdir olarak sıralarlar. Sanatın amacını bulmak için, zihnimiz ve duygularımızla ne tür şeyleri yapma ihtiyacı hissedip de yapamadığımızı sormamız gerektiğini vurgularlar.

    Yapmak isteyip de yapamadıklarımız… Botton ve Armstrong’a göre, unutmanın bizde yarattığı endişe sanat yoluyla giderilir. Sevdiklerimizi kaybetmenin izini sanat ürünlerine tutunarak süreriz.  Diğer taraftan, güzele olan eğilimimiz onunla karşılaştığımızda (resimde, heykelde, müzikte, filmde…) umuda dönüşür. Hayatımızın kötü olan yanları, yerini güzel olanlara bırakır. Sonra, bununla da kalmaz, nasıl acı çekeceğimizin yönüne çevirir ibresini. Hayatın, zıtlıkların bir bütünü olduğunu, umudun yanında elemin de bir parçamız olduğunu kavrarız. Bir saatin tik taklarında ilerlerken hayat, bireysel özelliklerimizin yönlendirdiği tercihlerle farklı sanat dallarına yöneliriz. Böylece inişli çıkışlı duygularımız bir dengeye kavuşur. İnsan olmanın tüm farklı duygu hallerini estetik olanla birleştirir hayal gücümüz, üretilende de üretilenin bize ulaşan halinde de…

   Kendimizi tanımada hayatımıza dâhil ettiğimiz her bir sanat ürününün üzerimizdeki etkisi söz konusu elbette… Farklı sanat ürünleri, geçmişimizden gelen pek çok korkularımız ve önyargılarımızla yüzleşmemizde bir köprü olur; bizi olgunlaştırır. Zamanla, sanat alanlarıyla ilişki içine girmeye açık hale geliriz. Aşk acısının yarattığı derinliği bir müziğin tınısında buluruz. Arap Ali’nin (Mağusa Limanı) yürek burkan öyküsü, Kemal Ankaç’ın tablosunda ebedileşen Beşparmak Yangını bir toplumun tüm acılarıdır aslında. Aynı zamanda dünyanın farklılıklarına olan bir açılımdır.  

   An gelir sanat, mekanikleşen hayatımızın içinde özenle yapılana, ayrıntılara dikkat etmemizi sağlar. Böylece bir kadının gülüşündeki incelik Mona Lisa’nın dudağında belirir. Çoğu zaman kafa yormadığımız alışkanlıklarımız, günlük sıradanlıklarımız haline gelen eylemlerimiz üzerine odaklanmaya başlarız.  “Patates Yiyenler” tablosu ile aydınlanır işçilerin elleri ve yiyecekleri… İşte o zaman hayatımızda önemli olanı, değerli olanı keşfetmenin hazzını tadarız.  

   Zihnimizin ve duygularımızın beslenebilmesinin yolu,  sanatla kesişen bir hayatı gerektirir. Hangi sanat dalının ruhunuzu en iyi derecede doyurduğu ise bireysel hayat serüvenimizde keşfedeceğimiz bir durum. Bu nedenledir ki Vera  L. Zolberg sanatı ve sanatçıyı anlamanın yolunun, onu toplumsal ilişkileri içinde düşünüp ilişkilendirmeyi de gerektirdiğini söyler. Zaman zaman şiddet, kötülük, üzüntü, kargaşa ve belirsizliğin yarattığı kaygı durumu ile sığınacak limanlar ararız. Bunlarla baş edebilmenin en önemli araçlarından biridir sanat. Kuralların, baskıların umutsuzlukların kuşattığı bedenlerin ve ruhların özgürleşmesidir belki de. Kimine göre de bir karşı duruştur, başlı başına muhalifliktir.   Alman performans sanatçısı Joseph Beuys ise  “herkes sanatçı, her yapılan sanattır” der. Böylesi bir iddianın üzerine çok sözler söylenebilir kuşkusuz. Ancak deneyimlerimizle biliyoruz ki melodinin nağmelerinde, şiirin dizelerinde, resmin fırça darbelerinde ya da filmin kare ve repliklerinde kendi iç dünyamızın yansımalarını bulmak hiç de zor bir iş değildir.      

  Diğer yandan Ümit İnatçı “Sanat ve Direniş” kitabında, ne kadar anlıyorsak o kadar beğeniyoruz demektedir. O’na göre beğeni başıboş bir sezgi değil, insanın evrenle ilgili entelektüel yetişkinliği ve yargı dayanaklarıdır.

   Lisedeki matematik hocamız sevgili Gülay Keskin, Antik Yunan filozofu Pythagoras misali, rakamların arasına sıkıştırdığı hayat derslerinin birinde bizlere şöyle demişti: “Rüzgâr yüzünüze hep aynı taraftan eserse yüzünüzün o kısmı uyuşur, felç olur.” Gençlik rüzgârlarının başımızda deli deli estiği yıllar, bu sözlerin derin anlamanı keşfetmek için biraz erkendi. Hayat bu sözün anlamını kavratırcasına aktı. Sonra bir baktım, tüm bakış açımı ve eylemlerimi bunun üzerine temellendirmişim. Bu aynı zamanda bir eğitimcinin öğrencisi üzerindeki etkisini de kanıtlayan bir deneyimdi. İnsan zihninin esnekliği, algılamalarında ve hoşgörü kültürünün oluşmasında önemli bir etkendir. Çoğu zaman karşımızdaki en büyük engel kendi bakış açımız ve algılarımızdır. Dünyada olup bitenleri kendi kültürel bakış açımızla değerlendirmekteyiz. Sahip olduğumuz kültürel temeller üzerinden olayları, davranışları, düşünce ve sanat ürünlerini değerlendirerek bunları derecelendiriyoruz.

     Sanat ürünleri, sanatçının ve yaşadığı toplumsal koşulların, yaşayamadıklarının, hayal ettiklerinin öznel gerçekliğidir. Yaşamın bize sundukları karşısında yaptığımız seçimlerin bizde yarattığı etkinin bir dışavurumudur aynı zamanda. O zaman, sanat adına ortaya konan bazı ürünleri, aşağı ya da değersiz diye nitelendirmek ya da alt derecelere oturtmak, onlarla ilgili gerçekliği, yaşanmışlığı ve duyguları inkâr etmek midir?  Sanatı belli ölçüler içine sıkıştırmaya çalışmak, onu icra edene zincir vurmak sayılır mı? İnsanın yaşam alanını daraltmak ve duygularını dizginlemeye kalkışmak mıdır? Bu sorulara yanıtlarımız ne olursa olsun, öncelikle yapılacak olan şey, dünyanın, hatta evrenin çok renkliliğinin sanattaki izdüşümünü bulmasına olanak sağlamak olmalıdır muhtemelen…

    Müzikte, resimde, sinemada ve diğer tüm sanat dallarında toplumsal gerçekliğin tüm boyutlarının etkili olduğu göz ardı edilemez. Sanat ürünlerinin bağrında taşıdığı gerçeklik; geçmiş, şu anımız ve gelecektir. Hayatı sarmalamış her şey elbette bir yerinden sanatın içine sızıverecektir. Kimi hayal gücü bunu olduğu gibi yansıtacak, kimi olması gerektiği gibi, kimi de yok edebilmek adına yeniden yaratacak. Çünkü sanat, insanı ve dünyayı değiştirebilme gücüdür aynı zamanda.

    Şartlandırılmış bir aklın ve yüreğin yeterince özgür olabileceği tartışılır. Hayatın işleyişinde iyinin kötüyle, doğrunun yanlışla, güzelin çirkinle dansı söz konusudur. Kendimizi kasmadan, zamanın akış şekline burun kıvırmadan, sunulan güzelliklerin tadına varmalı. Çünkü iç dünyamızın dinamikleri sanatsal ürünlerle ve eylemlerle harekete geçer. Bu ürünlerin neler olacağına; hangileriyle umuda, coşkuya ya da hayatın diğer yanı olan hüzne yelken açacağımıza biz karar veririz. Er ya da geç aklımız ve yüreğimiz kaliteli bir hayatın ipuçlarını sunacaktır bizlere.

   Görmek, duymak, koklamak, hissetmek, düşünmek ve sevmek! Bütün bunları yapabilmek, dünyanın sınırsız olanaklarını rahatça keşfetmek kendi öznelliğimizle oldukça ilintilidir.

     Kendimizi mutsuz ya da boşlukta hissettiğimiz zamanlar, ruhumuzun daralması, bitmeyen bir iç sıkıntısı ve nedenini kestiremediğimiz bir huzursuzluk! Hepimiz için bu duygular çok tanıdık. Bunlarla baş etmenin yolu hayatımıza sanatı dâhil etmekten geçer.

 

Bu haber toplam 2508 defa okunmuştur
Gaile 460. Sayısı

Gaile 460. Sayısı