1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Sade Günce Devam (2)...
Sade Günce Devam (2)...

Sade Günce Devam (2)...

Sade Günce Devam (2)...

A+A-


Münevver Özgür Özersay
munevver.ozgur@gmail.com

Yazıya gönlümden düşen her sözcük ile beraber, görünülmezliğimin azaldığını ve kendimi kapattığım karanlıktan bir duman gibi dışarıya sızdığımı hissediyorum. Umarım bu duman yok edici bir ateşin değil de dönüşüm ateşinin dumanıdır. Umarım her an içimi saran panik duygusuna yenilmem ve sırtımı dönerek yeniden “bir gölge” olarak yaşamanın rahatlığına gömülmem...
Bir bilebilseniz... Gölge gibi yaşamak aslında çok güvenli ve albenili! Size kim olduğumu anlatmakta zorlanabilirim ama gölge gibi olmakla ilgili çok şey söyleyebilirim. Herşeyden önce içgüdülerinizin çok zedelenmiş olması gerek. Buna rağmen, sizi tehdit eden veya size zarar verebilecek olan tehlikeleri hissedebiliyor ve onlardan korkuyor olmalısınız. Çok korkmalısınız. Savaştan, Denktaş’tan, Babanız’dan, aşırı korumacı Ana’lardan... Kendinizden, önsezilerinizden, yeteneklerinizden... Korktukça geri çekilmeye ve küçülmeye başlarsınız. Küçüldükçe hafiflersiniz. Dokunuşlarınız artık bir pamuk kadar yumuşacıktır. Yürüyüşünüz ise hissedilmez bile. O kadar hafif yürürsünüz ki, insanlar sizi görmeden aralarından geçebilir hale gelirsiniz. Onlar sizi görmezler ama siz onları gözlemlersiniz. Onlarla ilgili bilgi edinirsiniz. Topladığınız bilgilere rağmen halen utangaçsınızdır. Bu artık eşiğe yaklaştığınıza işarettir. Artık ne geri dönebilirsiniz, ne de ilerleyebilirsiniz. Beklemeniz gerek! Kim olduğunuzu anlayana kadar, hazır olduğunuzu hissedene kadar beklemeniz gerek!
Bir gölge olarak yaşamaya ilk ne zamanlar özendim hatırlamıyorum ama mütevazı bir tahminim var. Bir masal gibi, hatta utanmasam “Bir varmış, bir yokmuş...” sözcükleriyle başlayarak, bu tahminime neden olan olaylar dizisini sizlerle paylaşmak istiyorum. Olanlar hem bana, hem de hiçbirşeyin göründüğü gibi olmadığı bir zamana ve dünyaya ait... Ve işte belki de bu yüzden onlar daha önce hiçkimseye, kendime bile dillendirmediğim öykü-sel gerçekler...

İlk tohum – Tokat:
Sizi götürmek istediğim yıllar, 1974 savaşından on yıl sonra, bugünden ise otuz yıl önceki yıllar. Yani 1983, 1984 ler. KKTC’nin kuruluş, CTP’nin ise tehditler aldığı zor yıllar. Lise ikiyim. Onaltı onyedi yaşlarındayım. Babam bir gün meclisten geliyor. Gergin. Sünger gibi babamın gerginliğini çekiyorum ve ergenlikten olsa gerek, bence ters olmayan ama babamca onaylanmayan birşey söylüyorum. Babam kızıyor. Kendimi savunmaya kalkıyorum. Daha da kızıyor. Elinin ağırlığı, maden ocağı toprakları gibi çöküyor yanağıma. Sendeliyor, duvara düşüyorum. Ruhum eziliyor. Gitmem gerek. Gidiyorum. Yan bahçedeki büyük teyzemin evine taşınıyorum. Gölge kadın olarak yaşamaya ihtiyacım, çocukluk evimden vazgeçtiğim bu olay ile ilk tohumunu yüreğimin kanamaya başlayan topraklarına ekiyor...

İkinci olay - Üç günlük yas:
Yan bahçede olmak yetmiyor. Babamı kimsenin tanımadığı başka bir yere, daha da uzaklara gitmek istiyorum. Yeryüzüne inen bir şimşek gibi düşüyor içime karar. Annemin tüm sessiz tedirginliklerine rağmen, burs başvurum kabul ediliyor. Adres: Çekoslovakya. Giderken yanımda küçük bir kasetçalar götürmek istiyorum. Babam bir ejderha gibi ağzını açıyor ver ateş püskürtüyor: “İşçi sınıfının sırtından aldığın burs ile okuyacaksın! Orda küçük burjuva gibi davranamazsın!” Ne yapsam kendimi anlatamıyorum. Ne yapsam, babamı anlayamıyorum. Üç gün odamda kapalı kalıyorum. Üç gün ağlıyorum.

Üçüncü olay - Çekoslovakya’da ilk ilk gece:
Kıbrıs’tan gidiş vakti. Uçak kalkıyor. Bavulumda kandırıkçı zafer ürünü kasetçalar ve babamın beni yargılayan öfkeli yüzü. Ben ve bavulum; Çekoslovakya’ya – işçi sınıfının büyük yüreklilikle burslar vererek benim gibileri eğiteceği ülkeye- varıyoruz. Bizi (ben ve bavulumu) Prag’da “transit hotel” dedikleri yarı yurt yarı hotel bir binaya yerleştiriyorlar. Dil okuluna gitmeden önce burada bir gece konaklamam gerek. Yorgunluk ve gece çöküyor iki yatak odalı ama tek banyolu yurt odasına. Bavulumu güç bela yatağın üzerine koyuyorum ve sandalyeye çöküyorum. Öylece oturuyorum. Kapı çalıyor. Çekik gözlü bir dünya vatandaşı beni selamlıyor. İngilizce gibi bir dilden çok el kol hareketleri ile bana yandaki ikiz odada kaldığını söylüyor. Başka birşeyler daha söylüyor. Anlamıyorum. Gidiyor. Az sonra geri geliyor. Elinde plastik bardak. İçinde su ile yapılmış sıcak çikolata. Bardağı elime veriyor. Yine birşeyler söylüyor. Yine anlamıyorum. Yine gidiyor. Getirdiği içeceğin tadı çok kötü. Beter bir hüzün sarıyor tüm bedenimi. İkiz komşum yine geliyor. Bu defa konuşmuyor. Doğrudan üzerime atlıyor ve beni öpmeye çalışıyor! Ödüm kopuyor ama onu ite-kaka dışarıya atmayı başarıyorum. Bavulu açmaktan vaz geçerek üzerine tünüyorum. Dizlerimi karnıma doğru çekerek heykelleşiyor; hareketsizce sabahı bekliyorum.
Erken sabah kendini çok bekletmiyor. Pencereye yaklaşıyorum. Etraf loş. Etraf sis. Aşağılardan, bodrum kat gibi bir yerden, iki belli belirsiz insan vücudu rampadan yukarıya doğru hareket ediyor. Baktıkça daha çok detay görüyorum. İki adam. İşçi tulumu giymiş iki adam. O an, uykusuzluktan mı, yoksa yol sersemliği mi, ya da belki de bir masalda olduğumdan- dehşete kapılıyorum. “Yoksa babam bana bunu mu anlatmaya çalışıyordu? Yoksa bu ülkede yaşayanlar sadece lacivert tulumlu işçiler mi?” Kendi dalgınlığımdan ve sorularımdan afallıyorum.
Güneş iyice yükseliyor. Heryer ışık. Tüm resimler berrak. Şüphe payı sıfır! Derin bir nefes! Oh! Etraftaki insanlar işçi tulumlu değil! Normal insanlar bunlar! Dil okuluna gitmek için üç saatlik bir otobüs yolculuğu var sırada. Herkes yerleşiyor. “Biz” de. Biz ama artık iki gün önceki biz değiliz. Ben artık koltukta oturan gölgeyim... Ve bavulumdakiler de boyumu aşan binbir bilmece...
Kökleri, otuz yıl öncesine dayanan tahminimle ilgili anlatacaklarım bu kadar. Şimdi lütfen yazdıklarımı okuyanlar, okuduklarını unutsunlar. Veya en azından, yarın beni yolda belde biryerlerde görürlerse, okumamış gibi yapsınlar... Ne de olsa, halen bir varım, bir yokum. Halen olgunlaşamamış gizli bir güç gibi nefesim... Halen yavru vatanım...

Bu haber toplam 1643 defa okunmuştur
Gaile 259. Sayısı

Gaile 259. Sayısı