1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Philadelphia”dan Lefkoşa’ya
“Philadelphia”dan Lefkoşa’ya

“Philadelphia”dan Lefkoşa’ya

LGBTİ emekçilerin işe alınmasında ayrımcılığa uğraması, işten atılması veya işyerinde tacize maruz kalması gibi durumlarda tek çaremiz emek alanındaki örgütlülüğümüzdür.

A+A-


Nazen Şansal
(Baraka Aktivisti)
nazen_sansal@yahoo.com

 

“Cinsel özgürlük demek, dünya nüfusunun çoğunun cinsel deneyimlerini ve tarihlerini görmezlikten gelerek Küresel Kuzey’in büyük şehirlerindeki hali vakti yerinde beyaz eşcinsel erkeklerin (ve bazı kadınların) yaşam tarzlarına dayalı bir cinsel özgürlük modeli yaratan küresel iktidar yapısına meydan okumak demektir.”

(Alan Sears, Queer Marksizm, KAOS-GL Sayı:150)

90'lı yılların başıydı, henüz 16 yaşındaydım. İlerici, aydın bir çevrede büyüsem de, eşcinsel hareketinden bihaber, LGBTİ'yiise hiç duymamıştım. Muhtemelen o zamanların Türkiyesi'nde toplumsal mücadelenin görünür bir parçası değildi. Sonradan öğrendiğime göre ilk kez 93'te Onur Haftası Türkiye'de "Cinsel Özgürlük Haftası" olarak kutlanmak istenmiş ancak dönemin valiliği izin vermemişti. İşte o yıllarda "Philadelphia" isimli bir film izlemiştim. Çiçeği burnunda bir hukuk öğrencisi olarak, ilk nazarda dikkatime mazhar olan, büyük bir hukuk şirketinde çalışırken işten atılan bir avukatın adalet arayışıydı. Ancak bu, sıradan bir işten çıkarma olayı olmadığı gibi, ölümcül bir hastalığın sınırladığı ömür ile yarışan gerilimli bir mahkeme süreci söz konusuydu. Çünkü işten atılan kişi (TomHanks'in canlandırdığı Andrew Beckett), AIDS hastası bir eşcinseldi. Tabii ki homofobikpatron, gerekçe olarak başka bahaneler uydurmuştu. O zamana kadar, LGBTİ bireylerin uğradığı ayrımcılık üzerine pek de kafa yormamış biri olarak ufuk açıcı bir film olmuştu benim için.

Eşcinsellerin, yaşamımızın büyük bir çoğunluğunu kaplayan iş hayatı dahil toplumsal alanların tümünde var olabilmek için kimliklerini gizlemek zorunda kalmasının insanı hiçleştirici boyutu; heteroseksüel bir bireyin cinselliği değil karakteri veya sosyal özellikleri ön plandaykeneşcinsel bir kişinin öncelikle cinselliğinin konu olmasının nedenleri üzerine düşündürmüştü… Homofobik olduğu için önce davayı almak istemeyen siyah avukat Joe Miller’in (Denzel Washington), film boyunca yaşadığı olumlu değişim süreci, ırksal, cinsel veya sınıfsal bir baskı yaşayan kişilerin LGBTİ haklarını daha kolay içselleştirip savunabileceğini gösteriyordu.Aradan çok uzun yıllar geçmesine rağmen hafızamda kalan sahnelerden biri de, mahkemede tanık kürsüsüne çıkarılan şirket çalışanı siyahi bir kadının, küpeleri fazla etnik bulunarak patronlar tarafından uyarı aldığını söylemesiydi.Homofobinin, ırkçılıkla benzerliğini, ayrımcılıkların birbirini beslediğini ve bunun, kendinden olmayanı yok eden faşizme kadar uzandığını çok yalın bir şekilde ortaya koyuyordu bu kısacık sahne.

“Philadelphia”daki Andrew Beckett, insan haklarına saygılı bir mahkemede, kendisi de siyah olduğundan empati ile müvekkilini savunan iyi bir avukatla,başarılı bir hukuk mücadelesi sürdürecek kadar şanslıydı. Zaten kelime anlamı “kardeşini sevenlerin yurdu” anlamına gelen Philadelphia, siyahların sivil haklarının en erken kazanıldığı, eşcinsellerin diğer birçok şehre göre daha özgür olduğu bir eyalet.

Peki ya yıllar önce değil bugün, okyanus ötesindeki değil Akdeniz’in ortasındaki LGBTİ bireyler… Çalışma yaşamında ne kadar kendileri gibi var olabiliyorlar? Zaten işsizliğin yoğun olduğu, özel sektörde güvencesiz bir şekilde patronun iki dudağının arasında çalışıldığı, devletin alay edercesine belirlediği asgari ücretle, değil sosyal kültürel aktivitelere katılmak, ay sonunun zar zor getirildiği bu ada yarısında da eşcinseller var! Onları ne kadar görüyor, hayatlarını kazanmak için bir işte çalışmak zorunda olduklarını ne kadar düşünüyor, cinselyaşamlarını değil toplumsal ve sınıfsal özelliklerini ne kadar dikkate alıyoruz? Ne iyi ki son yıllarda 1 Mayıs meydanlarında LGBTİ ve kuirhareketinin emek mücadelesiyle kesişimine tanık oluyor, bu cinsiyetçi, homofobik ve emek düşmanı sistemin ortak hasmımız olduğunu haykırıyoruz. Pride (Onur) filmindeki gibi başlangıçta birbirimizi garipseyerek, ardından ise kabullenerek bir yolu birlikte yürüyoruz. Çünkü biliyoruz ki tek amacı karını maksimize etmek olan sistem, üretimin devam etmesi için şart olan, emeğin yeniden üretimi sürecini “kutsal aile” içinde bedavaya getirmek istiyor. Bunun yanında yeni ve ucuz işgücü doğurmak için gerekli olan heteroseksüel ilişkiyi olumluyor. Bu nedenle bir yandan üretim sürecinde emeğimizi sömürürken, diğer yandan cinsel yönelimimizi özgürce yaşamamızı, sadece kalbimizle aşık olmamızı veya kimliğimizi hissettiğimiz şekilde tanımlamamızı baskılıyor. Kendi varlığını ve karlılığını olumsuz etkileme olasılığı olan her şeyi ahlaksız, günah yasak kategorisine sokuyor. Bize de bunu deşifre etmek ve baskılara direnmek düşüyor…

Ancakbu yarım adada verdiğimiz mücadele yeterli mi, etkili mi? Herkes "Philadelphia"daki hak arama imkanlarına sahip olamayacağına göre, LGBTİ emekçilerin işe alınmasında ayrımcılığa uğraması, işten atılması veya işyerinde tacize maruz kalması gibi durumlarda tek çaremiz emek alanındaki örgütlülüğümüzdür. Dolayısıyla özel sektöre sendika talebi, bir başka deyişle 10 kişiden fazla çalışanı olan işyerlerinde sendikasız çalıştırılmanın yasaklanması kampanyası, LGBTİ ve kuirbireylerin de destek olması, sahip çıkması gereken bir taleptir.Oysa hareketin içinde oldukça azınlık bir kısım böyle bir mücadeleye ilgi göstermekte, eşcinseller, toplumsal emekleriye değil bireysel bedenleriyle, sınıfsal konumlanışlarıyla değil cinsel yönelimleriyle anılmaya devam etmektedir.

Mevcut sendikaların da gerek tüzüklerinde gerekse pratiklerinde değişiklik yapması vehomofobik tutumların karşısında durarak LGBTİ bireylere kapılarını açması, yönetimlerinde de yer vererek bu bakışı örgütlerine kazandırmaları gerekiyor. Oysa pek çok sendikamıza baktığımızda yeni alanlara kapı açmak şöyle dursun, emek alanında bile sürekli gerilediklerini, neoliberal saldırılara hızlı ve öfkeli cevaplar vermekte hantal ve yetersiz kaldıklarını,yarattıkları sendikal bürokrasi ile üyelerinden ve halktan giderek uzaklaştıklarını görüyoruz. Toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı sendikaların bazılarında LGBTİ ile ilgili çalışmalar bulunsa da, bu çalışmalar, birleştirici, emek ve sınıf eksenli değil, aksine tam da sistemin istediği gibi atomize edici bir kimlik politikası üzerinden, bireyci, postmodern bir perspektifle yapılmakta ve dar çevrelerde karşılık bulmaktadır.

“Philadelphia” filmindeki siyahi avukat ve etnik küpelerini gururla takan tanığın, ayrımcılığa uğrayan bir gey ile dayanışmasını, benzer baskı biçimlerine maruz kalanların birbirlerinin halinden anlamasını eminim hepimiz memnuniyetle izleriz. Peki beyaz perdede görüneni ülkemize yansıttığımızda; tıpkı LGBTİ kişiler gibi ötekileştirilen, “biz”den olmayan göçmenlerle ne kadar dayanışıyoruz? Eşcinsellerin gettolara kapatılmasına haklı olarak hayır diyoruz da, etnik kökeni, kültürel davranış kalıpları bizden farklı olanı yanı başımızda istiyor muyuz?Tektipleşmeye itiraz edip kendimize özgü yaşam biçimimiz ve giyim tarzımızda (bu alandaki alternatif piyasayı doyurmakta) özgür olmak istiyoruz; peki bu özgürlük anlayışımız “çağdaş” olmayan kıyafetleri giyip, alışkın olmadığımız şekildeyaşayanlar için de geçerli mi? Kadın cinayeti, çocuk istismarı gibi toplumda infial yaratan suçlarda fail “biz”dense yüksek perdeden ses etmeyip, göçmense veryansın mı ediyoruz? Azınlık haklarından dem vurmakta üstümüze yokken, LGBTİ eylemlerini, içimizdeki çoğunluğun eğlence anlayışına göre kutlayıp, farklı kültür ve yaş gruplarını görmezden mi geliyoruz? Okyanus ötesinden bakınca siyahlarla eşcinsellerin dayanışması hoş görünüyor da, merceği yakına çekince lüzumsuz mu görülüyor? Ülkemizin koşullarını, kim olduğumuzu, nereden gelip nereye varmaya çalıştığımızı düşünmeden, ithal mücadele biçimlerinin kiçleşmiş bir taklidiyle mi yetineceğiz? Cevabımız, son zamanlarda sevdiğimiz bir kelime olmalı: Hayır!

Bu aşk adasını, kardeşini sevenlerin yurduna dönüştürmek için, herkese eşitlik ve özgürlük için, çuvaldızı bu homofobik sisteme, iğneyi ise kendimize batırarak daha yapacak çok işimiz var. Cinsiyeti, cinsel yönelimi, cinsiyet kimliği fark etmeksizin hepimizi yemeye çalışan bu gara goncoloz karşısında ancak tüm renklerimizle örgütlü mücadelemizle kendimiz olarak var olabiliriz.

Bu haber toplam 2959 defa okunmuştur
Etiketler :
Gaile 419. Sayısı

Gaile 419. Sayısı