1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Mehmet Yaşın: Kırk Yılın Hikâyesi…
Mehmet Yaşın: Kırk Yılın Hikâyesi…

Mehmet Yaşın: Kırk Yılın Hikâyesi…

Bir Adalı’nın bir Dünyalı’ya dönüşmesinin kırk yıllık serencamı: Yerel, ulusal, uluslararası ortamlarda karşılık bulan, on bir şiir kitabı, dört roman, altı deneme, şiir antolojileri, söyleşiler kitabı…

A+A-

Hakkı Yücel
[email protected]

Yakın tanığı olduğumdan olsa gerek, kırk yıllık bir hikâye –hele üzerine konuşulacak/tartışılacak bir yoğunluğu ve kapsamlı bir muhtevayı içkin ise daha da çok– gündeme gelince, hafızanın karanlık kuyusunu örten sis bulutları kendiliğinden aralanıyor ve orada saklı duran kimi görüntüler, ardı sıra sökün etmeye başlıyor. Başlangıç noktası olarak Türkiye’de 70’li yılların ikinci yarısını işaret eden bu görüntüler arasında neler yok ki! Hepsinin zihinsel ve duygusal karşılıkları olsa da bu görüntülerin, bazıları var ki kendilerini ısrarla hatırlatmak istercesine öne çıkıyor.

İşte “zamanın ruhu”na da denk düşen bir tanesi, o sis bulutunun arasından sıyrılıp boy veriyor. Neyin hazırlığıdır, bir odada masanın etrafında kafa kafaya vermiş –Kıbrıslı üniversite öğrencisi– birkaç genç, hararetli bir tartışmanın tahrikiyle ardı sıra yakılan sigaraların yoğun duman bulutu altında, yüksek perdeden konuşuyorlar, tartışıyorlar. O an yaptıkları konuşmaları/tartışmaları genelde yaptıklarından farklı kılan, –ideolojik ayrışmaların yoğun olduğu, ondan yana saf tutulan ideolojinin kutsiyet kertesinde sahiplenildiği, her şeye oradan bakılıp anlaşıldığı ve anlamlandırıldığı ve de zinhar dışına çıkılmadığı o dönemde konuşmalar/tartışmalar genelde saf tutulan ideolojinin sınırları gözetilerek yapılıyordu– üzerine konuşup tartıştıkları o konunun, potansiyel olarak hâkim ideolojik sınırları, şimdi değilse de daha sonra zorlayacak bir mahiyet arz etmesiydi. Şuydu: Hâlâ bir tereddüdün tedirginliği içinde olsalar ve o gün için bunun adını tam olarak koymakta zorlansalar da o gençler “varoluşsal (ontolojik) sancı” yaşıyorlardı ve bir araya geldikleri, yapabildikleri kadarıyla dilin düğümünü çözüp sözcüklerini özgür kıldıkları bu odada onları ideolojik aidiyetleri dışında ortak kılan ve de peşinden gittikleri şey “şiir”di. Dolu dizgin sürdürdükleri sohbetin/tartışmanın hararetli oluşunun, derman olduğu kadar dert de olan ideolojinin sınırlarının zorlanıyor olması yanında bir başka sebebi de “şiir”den hareketle yapmayı tahayyül ve tasavvur ettikleri şeylerin coşkusuydu.

O görüntünün yeniden hatırlanmasının bir başka sebebi ise şimdilerde bir etkinlikler dizisi halinde gündeme gelen “kırk yıllık hikâye”nin kahramanının bugün bulunduğu yere varacağı yolculuğuna oralarda başlamış olmasıydı. Hepsini ayrı ayrı anlatmaya söz yetmez, özetlemek gerekirse bu ve benzeri görüntülerin sonrasında ve devamında şöyle bir süreç yaşanacaktır: O “varoluşsal sancı” giderek daha talepkâr, çok boyutlu bir arayışı tetikleyecek, ona yanıt vermekte yetersiz kalan ideolojik kuşatmanın sınırları daha da zorlanmaya başlayacak, o sınırları aşmak için daha geniş bir irade kapasitesi ve perspektif zenginliğinin gerekliliği zorunluluk arz edecektir.

Özü itibarıyla bir “arayış-keşif-(var)oluş” yolculuğu olarak tecelli edecek bu serüvende ise en başta “şiir” (sonrasında daha geniş anlamda edebiyat ve de bunlarla örtüşen kuramsal/kavramsal açılımlar) temel tutamak olarak öne çıkacaktır. Ve nihayet bu gerçekliğin kendinde karşılık ve kabul bulduğu Şair de çıkacağı yolculukta, politik (ideolojik) olanın dayattığı “darlık/sıkışıklık”ı poetik (kültürel) olanın “genişlik/esneklik”i ile aşarken, şiirden başlayarak o günden bugüne ardında, farklı alanları kapsayan çoklu yoğun bir külliyat biriktirecek, kırk yıla varan, doğurgan (kendini de doğuran), oldukça gerilimli bir yaratım sürecinin/hikâyesinin esas kahramanı olacaktır.

Adını koyalım artık, bu yaratım sürecinin ve de hikâyenin önce şair sonra çok daha fazlası olan kahramanı, şimdilerde ilk şiir kitabı Sevgilim Ölü Asker’in 40. yıldönümü vesilesiyle kutlama etkinlikleri yapılan Mehmet Yaşın’dır. Yaşın, kırk yıllık hikâyesinin kimi parçalarını düzenlenen sergiyle görsel olarak okurlarıyla/edebiyat severlerle paylaşırken, aynı anda farklı ülkelerde –bu ülkeler o hikâyenin yaşandığı ve yazıldığı ülkelerdir aynı zamanda–, külliyatı üzerine konuşuluyor, tartışılıyor. Aşikâr olan şu: Bileşenlerinin çokluğunun ve muhtevasının yoğunluklu kapsamının –şiir, roman, deneme, akademik yazılar– böylesi bir ilgiyi gerekli kılması bir yana, bu geniş müktesebatın yaratıcısı olarak Mehmet Yaşın da bunu fazlasıyla hak ediyor. Dostu ve okuru olarak başından itibaren tanığı olduğum bu serüveni tek bir cümleyle özetlemem istenirse şunu söyleyebilirim: Yaşın’ın kırk yıllık hikâyesi, bir “Adalı”dan bir “Dünyalı”ya doğru genişleyen doğurgan bir seyir hikâyesidir.

Daha da açmak gerekirse –ki mutlaka gerekir– bu seyir –sadece fiziki mekân anlamında değil zihinsel olarak da– bir duraktan (yerden) ötekine, ama ardında bıraktığını terk eden, tek hat üzerinde giden bir seyir değil, sürekliliği içkin “döngüsel” ve de tekrara düşmeyen, beslenme kaynaklarının çokluğunun zemin teşkil ettiği, genişleyerek seyreden, doğurgan/üretken/dinamik bir sürecin hikâyesidir. Buradan bakınca o hem “biryerli” hem “çokyerli”dir (“çokyerli” olmanın aynı zamanda “hiçbiryerli” olmak olduğu gerçeği de bir kenarda durmalı).

Yaşamın her alanında geçerli olmak üzere “Sınır(içi)-Sınır(dışı)/Sınırsızlık” diyalektiği onun yaratım/düşünce serüveninde belirleyicidir. Hülasa kırk yıl boyunca satır satır kapsamlı bir külliyat oluşturan Yaşın birikimi içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye seyreden çok katmanlı, çok boyutlu, çok ilişkili doğurgan bir yolculuğun bereketidir. O bereketi değerli kılan belki en önemli husus ise bunun yalnız başına bir “şair/edebiyat” insanın değil, aynı anda onunla kol kola girmiş bir “düşünce” insanının birlikte yolculukları olması, bu bağlamda salt estetik/biçimsel değil kuramsal ölçekte de seçenekler/perspektifler üretecek, kimileyin ezberleri bozacak bir mahiyet arz etmesidir.

Bu yazının, “Yaşın külliyatı”nın belirgin/belirleyici karakteristiğini oluşturan ve onu özgün kılan bu özelliğini değerlendirmekte yetersiz kalacağını (böyle bir amacının olmadığını) peşinen belirterek, sadece birkaç örnek üzerinden, o karakteristiğe kısaca işaret etmek istiyorum. 1984 yılında yayımlanan ilk şiir kitabı Sevgilim Ölü Asker ile (kitaplı) yolculuğuna başlayan Kıbrıslı Mehmet Yaşın burada kendini bir “Adalı” şair olarak ortaya koymaktadır, şu farkla ki kimlik olarak bu “Adalı” o güne değin ideolojik/etnik/siyasal sınırları çizilmiş (resmi) ve bu sınırlar içinde, tek bir yönü ve tek bir beslenme kaynağını (Türkiye) işaret eden, vurgusu daha çok “etnik” temelli olan, buradan anlam kazanan “Adalı” değildir. Bu “Adalı”, “etnik” unsurunun varlığının da inkâr edilmediği, ama ona ilavede bulunmak suretiyle daraltılmış, içine sıkıştığı sınırları aşan, adanın tarihsel/kültürel/coğrafik gerçekliğiyle örtüşen, çoklu beslenme kaynaklarını içkin arkaplanın da gözetildiği, haliyle daha geniş ölçekli yeni bir “Adalı” tanımıyla kaimdir.

Şair Mehmet Yaşın bu noktada, adım adım ve bilinçli olarak (kavramsal/kuramsal olarak) önemli kilometre taşlarını döşeyeceği bu kırk yıllık yolculuk serüveninde, o bilincin ilk somut göstergesi olan bu yeni “Adalı” kimliğini “kavramsallaştırır” ve azımsanmayacak ölçüde kabul görerek literatüre girecek, referans olarak kullanılacak (çoğu kez kendine referans yapılmadan kullanılacak) adını koyar: “Kıbrıslıtürk”. Bu kadarla kalmaz, bu kavramın/kavramsallaştırmanın içini, bir fantaziden öte sahici kılacak biçimde de doldurur. Eksik kalmak pahasına özet olarak söylemek gerekirse, geleneksel (resmi) anlayışın karşı çıktığı, kimilerince aşırı zorlama olarak kabul edilse de bu yeni tanımlamada/kavramsallaştırmada tarihsel olarak “çoklu” kültürel arkaplana sahip coğrafya (Kıbrıs) ile tekil olanı ifade eden etnik unsur (Türk) ilişkisi, birinin diğerine baskın çıkması biçiminde değil, (resmi ideolojide “etnik” unsur birincil/başat kabul edilir) birbiri içinde mezcedilerek ve aşılarak “varoluşsal” karşılığı olan yeni bir anlam kazanır.

Mehmet Yaşın, doğurgan/üretken bilinçli yolculuğuna bundan sonra da devam eder, buradan hareketle yine varoluşsal anlamda etkin bir bileşen olan “dil”i, bir başka problematik olarak irdeler ve kuramsal çerçevesini oluşturur. Adada biri hâkim majör dil (anadil) Türkçe, diğeri özellikle gündelik iletişim dilinde, genelde majör dilin deformasyonu olarak kabul edilse de bundan öte adanın çeşitlilik içeren tarihsel-kültürel geçmişiyle doğrudan ilişkili, bunun yansımalarını taşıyan Kıbrıs-lı Türkçesinin (Kıbrıs lehçesinin) varlığı söz konusudur. Bu ikili dil halinin tartışma konusu olan bir aradalığına ve ilişkilerinin mahiyetinin “ne”liğine ve “nasıl olduğu”na dair verilen yanıtların genelde politik/ideolojik determinasyonlarla sınırlı ve bu yüzden bir dayatmayı ve kurgusallığı içkin, teleolojik bir mahiyet arz etmeleri, “olan”dan çok “olması gereken”i işaret etmekte, bu da “sahicilik” anlamında sıkıntı yaratmaktadır.

Mehmet Yaşın’ın devreye girdiği yer de işte burasıdır ve dil kapsamında, yine ilgili literatürde karşılık bulup yer edinecek, referans edilerek tartışma konusu haline gelecek yeni bir kavram önerecektir: “Üveyanadil”. Bu önermede Yaşın “anadil”in (majör dil) politik ölçekli amacına uygun etnik temelli sınırlayıcı/ayıklayıcı/bütünleyici (homojenleştirci), haliyle büyük oranda kurgusal olan kapsamının; tarihsel seyir ve kültürel çeşitliliğin/çokluğun zemin teşkil ettiği coğrafyaların/toplulukların/hatta ulusların diline bir biçimde yansıyacağını, kendi ifadesiyle ona “üveylik” kazandıracağını işaret etmekte, anadil kapsamında bunun göz önüne alınmasının ve cari tanımlamaların yeniden gözden geçirilmesinin gerekliliğine vurgu yapmakta, içerde ve dışarda yeni bir tartışma başlatmaktadır.

Yine “Dil-Coğrafya” ve beraberinde “Merkez-Çevre” ilişkisi eksenli bir başka kavramsallaştırma ise “Türk Edebiyatı – Türkçe Edebiyat” ikileminde ortaya çıkacaktır. Burada Yaşın, etnik aidiyete vurgu yapan misak-ı milli sınırlarına (ulus-devlet) dâhil “Türk Edebiyatı” tanımlamasının, bu sınırlar dışında kalan ama Türkçe yazan kesimi kapsamadığından –ya da özgünlüğünü göz ardı edip kendine tabi kılmaya zorladığından– hareketle kavramın “Türkçe Edebiyat” olması gerektiği önermesinde bulunur. “Türk Edebiyatı mı Türkçe Edebiyat mı” tartışmasını başlatan bu önermenin bugün fasılalarla hâlâ devam ediyor olması, kim ne derse desin, karşılık bulduğunun ifadesidir. (Yıllar önce eleştirmen Memet Fuat, Yaşın’ın bu ezber bozan çıkışı için “Yaşın [Türk Edebiyatı’nın] bugüne kadar sorun etmediği konularda bizi düşünmeye zorluyor” cümlesini kuracaktır.)

Retrospektif olarak “dil” konusu gündeme geldiğinden midir, tam burada sis bulutları arasından bir başka görüntü açığa çıkıyor. ’80’li yılların ilk yarısıdır ve 12 Eylül karabasanı hâlâ hüküm sürmektedir. Görüntüde, bir araba –ayrıntı vermek gerekirse rengi gümüş mavisi, yabancıya ait olduğunu gösteren mavi plakalı bir Volkswagen–, içinde kader birliği etmiş Kıbrıslı iki genç insan, İstanbul’dan Ankara’ya doğru yolculuk halindeler. Yol boyu kâh sohbet, kâh tartışma kıvamında konuşuyorlar. Konu yine şiir. Yolculardan biri, henüz ilk şiir kitabını yayımlamamış olan Mehmet Yaşın, sonradan o kitapta yer alacak şiirlerini direksiyondaki dostuna –bu satırların yazarına– teatral bir tavır ve kendine has tonlamalarıyla ardı sıra okuyor.

Sonra başka bir şey yapıyor, majör dilde (Anadil) yazdığı ve okuduğu şiirlerini bu kez Kıbrıs-lı Türkçesiyle okuyor. Ardından yeni bir tartışma başlıyor. Dert edindikleri mesele şu: Birincisi, bu dilin (Kıbrıs-lı Türkçesinin) tek başına bütünüyle şiirin/edebiyatın dili olup olamayacağı ya da ne oranda olabileceği; ikincisi, şu anda okunan şiirlerde ne oranda karşılık bulup bulmadığı ve nihayet üçüncüsü, anadil Türkçe ile Kıbrıs-lı Türkçesinin ilişkisinin ne/nasıl olduğu ve olması gerektiği. Bugünden geriye baktığımda, sonradan kuramsal olarak çerçevesi çizilecek kimi kavramsallaştırmaların o yolculukta filizlenmeye başladığını düşünmeden edemiyorum.

Söz uzar ama hikâyenin tümünü anlatmaya yetmez. O zaman son sözler şunlar olsun: Bir Adalı’nın bir Dünyalı’ya dönüşmesinin kırk yıllık serencamı: Yerel, ulusal, uluslararası ortamlarda karşılık bulan, on bir şiir kitabı, dört roman, altı deneme, şiir antolojileri, söyleşiler kitabı… Yoğun, doğurgan, ezber bozan, yeni önermelerde bulunan, bunun geriliminin, zihinsel-duygusal depremlerinin yaşandığı varoluşsal bir serüven.

Bugüne kadar yaptıkların için teşekkürler Mehmet Yaşın…

Bundan sonra yapacakların için kolaylıklar, yolculuğunun bereketi daha da artsın…

Bu haber toplam 668 defa okunmuştur
Gaile 514. Sayısı

Gaile 514. Sayısı