1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. KAYIP GİDENLERDEN…
KAYIP GİDENLERDEN…

KAYIP GİDENLERDEN…

Haydi, hep birlikte yine Lefkoşa sokaklarına gidelim. Girne kapısını geçelim ve bugünkü Halkın Sesi gazetesinin bulunduğu binanın, karşısındaki, o minicik ama tıklım, tıklım dolu lokantada, “Paraşut lokantasında” döner yiyelim.

A+A-

 

 

Filiz Besim

 

"Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü
Nasıl hatırlamasın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak."

 

Cahit Sıtkı Tarancı’nın yukarıdaki dizelerini ilk kez orada, bir okulu kırma kaçamağında, ayaküstü bir döner muhabbetinde okumuştum. Şiirin tadına vardığımız ilk yıllardı ve yaşamaya alıştığımız…

Ve ben bugün sizinle, yine avuçlarımızdan kayıp giden bir başka yaşanmışlığı anmak, paylaşmak istiyorum.

Biraz buruk, biraz hüzünlü…

Hani o yazılmazsa bir kuşak sonra unutulmaya mahkûm, bütün diğer yaşananlar gibi…

 

Haydi, hep birlikte yine Lefkoşa sokaklarına gidelim. Girne kapısını geçelim ve bugünkü Halkın Sesi gazetesinin bulunduğu binanın, karşısındaki, o minicik ama tıklım, tıklım dolu lokantada, “Paraşut lokantasında” döner yiyelim.

 

Kıbrıs Türkü aslında dönerle ilk kez 50’lerin başlarında yine Girne kapısında; Ziraat Bankasının karşısındaki, şimdilerde olmayan, o büyük ağacın altında tanıştı. O dönemlerde Galatasaray’da jübilesini yapan Naci Özkaya getirdi Kıbrıs’a döneri. Bembeyaz masalarda, bembeyaz tabaklarda ve bembeyaz kavuğuyla yapardı Naci Özkaya kömürde pişen yaprak dönerinin servisini…

 

İlk değildi Paraşut döneri Kıbrıs’ta belki ama otuz yıldan fazla bir süre neredeyse dönerin markası olmuştu buralarda…

Hani Klineks’in kâğıt mendil, Belcola’nın cola, Efes’in de bira anlamına geldiği gibi…

Ve aslında yazılmasa, o da unutulmaya mahkûm, bütün diğer yazılmayan yaşanmışlıklar gibi…

 

1950’lerin sonlarında Türkiye’yi ziyaretinde, bir ustadan öğrendi Kadri Efendi döner yapmayı ve kafasına koydu; Kıbrıslılara bu nefis kebabı sunmayı…

Önce tek odalı bir dükkân buldu, Girne kapısının biraz ilerisinde. Karısı şeftali ve şişleri hazırlayacak, kendisi de döneri.

Kısa zamanda yayıldı Paraşut dönerinin ünü ve küçücük dükkân sığmaz oldu ne kendilerini, ne de müşterileri.

Biraz ileriye taşındılar, biraz daha büyükçe bir yere. Çok da uzaklaşamazlardı oralardan. Öyle ya, bir kere müşterilerinin ayağı alışmıştı.

 

Bir benzeri yoktu Kıbrıs’ta Paraşut dönerinin. Kendi eliyle seçerdi Kadri Efendi eti. Tüm sinirlerini bir cerrah ustalığında ve titizliğinde ayırdıktan sonra, kendi özel sosuna yatırırdı eti. Ertesi gün de sosuyla birlikte kıyıp, kendi kurardı dönerini.

Ustalığın ve kendine güvenin verdiği büyük keyifle…

Ve bir başka güzeldi Akile hanımın hazırladığı şeftaliler, köfteler ve şişler.

Artık bir ayrıcalıktı öğlen arasında döner yemek. İşçiler, memurlar ve köyden alışverişe gelen Kıbrıs’ın her yanından insanlar.

Bazen ayaküstü; bazen iki dakika ilişerek masaya, bazen de sardırıp paket yaptırarak.

Paraşut lokantası aslında daha dünyada “fast food” imparatorlukları yokken kendine özgü bir “fast food” merkezi haline gelmişti.

Akile Hanımla Kadri Efendi yıllarca çalıştılar o dükkânda, Kıbrıslının verecenliğinde…

Paralı, parasız oradan geçen herkese sundular kebaplarını… Herkes tatsın istediler o nefis lezzeti… sevgiyle, emekle hazırlanmış özel tatları.

Bazen çocuklarıyla çalıştılar o dükkânda, çoğunlukla da sadece ikisi.

Birlikte çocukları olmadı Kadri efendiyle, Akile hanımın ama Akile hanımın beş çocuğunu kendi çocukları gibi bastı bağrına Kadri Efendi. Sevgi, emek ve şefkatle, tıpkı döneri gibi…

 

Yıllar geçti, 1974’den sonra birçok dönerler, dönerciler geldi memleketimize. Hiçbiri tutmasa da Paraşut dönerinin yerini, artık yaşlanmışlardı. O kadar çoluk çocuktan da, maalesef çıkmadı bu marka kebabı sürdürecek birisi.

Geçenlerde Akile hanımı ziyaret ettim. Doksan kusur yaşında yapayalnız ve hastaydı.

On kusur yıl önce kaybetmişti kocasını…

Sonunu getiremedik be kızım diyordu. Çok çalıştık ama işte…

 

Yoğun bir iş gününde aslında yarım saatliğine uğramıştım, bu yıllara meydan okuyan çalışkan kadına. Beni görür görmez, yemek yiyeceğiz dedi. Biliyordum… itiraz etmek gibi bir lüksüm yoktu.

Hastalığından ve neredeyse bir asırlık ömründen beklenmeyecek bir çeviklikle girdi mutfağa. Yılların alışmışlığıyla muhteşem lezzetli; o bulgur pilavını sürdü önüme, tam yirmi dakikada. Hiç öyle kaç bardak su, kaç bardak bulgur diye düşünmeden karıştırdı her şeyi…

inanılmaz bir el maharetiyle.

Heyecanlı bir film izler gibi izledi… benim pilavı zevkle yememi.

Görevini yapmış insanların huzuru vardı yüzünde, yemeğin bitişinde…

 

"Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok;
yok bizi arayan, soran kimsemiz. Karanlık ki gecemiz,
ha olmuş ha olmamış penceremiz;
akarsuda aksimizden eser yok."
diye biter Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiiri.

 

Bir büyük boşlukta yitirsek de bazı özel yaşanmışlıkları… yine de “…alıştığımız bir şeydi yaşamak…”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1021 defa okunmuştur