
İşinsanları Sendikalara Karşı
Tufan Erhürman: Kamuoyu, sendikaların güçlerinin kırılması, hatta mümkünse bu tip örgütlenmelerin ortadan kaldırılması durumunda, ekonominin iyiye gideceğine ikna edilmeye çalışılıyor
İşinsanları Sendikalara Karşı
Tufan Erhürman
Özelleştirmeyle ilgili girişimlere en sert karşı çıkışın sendikalardan gelmesi kimseyi şaşırtmıyordur herhâlde. Sendikalar, bir yandan en genel anlamıyla kamu yararını, diğer yandan temsil ettikleri hâkim durumda olmayan sınıf ve katmanların haklarını, öte yandan da kendi varlıklarını korumak için karşı çıkıyorlar özelleştirme girişimlerine. Neo-liberal politikaların savunucuları bu üç gerekçeden üçüncüsünü kullanarak bu karşı çıkışın değerini azaltmaya çalışıyorlar durmadan. Bu yalnızca bize özgü bir şey değil. Tüm dünyada özelleştirme savunucularının başlıca hedeflerinden birinin de sendikaları zayıflatmak olduğu biliniyor. Hâl böyle olunca, “sendika ağalığı”, “haksız kazanç”, “kendi çıkarlarını korumak için kurumları batırma” suçlamaları gündemde önemli bir yer işgal ediyor. Kamuoyu, sendikaların güçlerinin kırılması, hatta mümkünse bu tip örgütlenmelerin ortadan kaldırılması durumunda, ekonominin iyiye gideceğine ikna edilmeye çalışılıyor.
Oysa sendikaların, hâkim durumdaki sınıf ve katmanların ekonomik güçlerinden kaynaklanan iktidarlarının karşısında durma olanağına sahip olmayanların, bir araya gelmekten, örgütlenmekten başka çareleri bulunmadığını fark etmelerinden dolayı tarih sahnesine çıktıkları biliniyor. Solda duranlar, bu örgütlerin ortadan kalkması ya da zayıflaması durumunda, hâkim durumda olmayan sınıf ve katmanların güçlü rakiplerinin karşısında aciz duruma düşeceklerinden en ufak bir kuşku duymuyor.
Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’da yaptıkları, “günümüze kadar varolagelen bütün toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir” saptaması, solcular açısından sınıflar ve katmanlar arasında nihai bir uzlaşmanın mümkün olmadığı bilgisinin temelini oluşturuyor. Bu mücadeleyi nihai bir uzlaşmayla ortadan kaldırmak mümkün olmadığına göre, ekonomik gücü dolayısıyla hâkim durumda olan rakibinin karşısında, onu dengeleyecek bir güç oluşturmaya çalışanların, bugün de, dün olduğu gibi, sendikalardan daha iyi bir alternatif bulması söz konusu değil.
Marks ve Engels’in sınıf mücadelesinin devamlılığı tezi, devrim sonrasında sınıfsız bir toplum yaratılacağı öngörüsü noktasındaki ayrışma bir yana bırakılırsa, bugün için, Laclau ve Mouffe gibi “post-Marksistler”ce de savunuluyor. Yani, günümüz toplumlarında sınıf çatışmalarının devamlılığı noktasında klasik Marksistlerle “post-Marksistler” arasında herhangi bir görüş ayrılığı bulunmuyor. “Post marksistler”in sınıflar arasındaki çatışmaların yanına başka bazı çatışmaları da eklemesi, sınıf çatışmasını görmezden geldikleri anlamına gelmiyor.
Bu alanda teorik bir tartışmaya girmek niyetinde olmamakla birlikte, okuyucuların gerekçe ihtiyacını karşılamak için önde gelen “post-Marksistler”den sayılan Laclau ve Mouffe’un “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” isimli kitabın ikinci baskısına yazdıkları önsözden bir alıntı yapmakta yarar var: “Bizim yapıtımızda merkezi rol oynayan antagonizma kavramı, her tür nihai uzlaşmayı, herhangi bir akılcı konsensüsü, bütünüyle kapsayıcı bir ‘biz’i baştan olanaksız kılıyor ... Çatışma ve bölünme, bize göre, ne yok edilmesi arzulanan ama yazık ki edilemeyecek rahatsızlıklardır, ne de -tikelliklerimizi bir yana bırakıp akılcı benliğimizle davranmaktan aciz olduğumuzdan ötürü- asla ulaşamayacağımız, ama ulaşılacak ideal olarak arzuladığımız bir uyumun gerçekleşmesini engelleyen ampirik engellerdir. Biz çatışma ve bölünme olmaksızın demokratik bir siyasetin olanaksız olacağına inanıyoruz. Çatışmaların nihai bir çözümünün er ya da geç mümkün olduğuna inanmak ... demokratik projenin zorunlu ufkunu sağlamak değil, tersine onu tehlikeye atmaktır” (s. 22).
Görüldüğü gibi, bu iki “post-Marksist”, çatışmayı reddetmek bir yana, onun herhangi bir zamanda tamamen ortadan kalkacağını dahi kabul etmemektedirler. Dolayısıyla, sınıfsız toplum ideali çerçevesinde klasik Marksistlerden ayrılmakla birlikte, “post-Marksistler”in de, sınıflı toplumlarda sınıflar ve katmanlar arasında nihai bir uzlaşmayı mümkün ya da istenen bir şey olarak gördüklerini söylemek mümkün değildir.
Bu noktada, solda duranlar tarafından eleştirilmek pahasına, nihai değil ama geçici bir “uzlaşma”yı, yani geçici bir süre için “ellerimizi birlikte ve eşit koşullarda taşın altına koyma”yı savunan birisi olarak, DAİ ve DAK’ın özelleştirilmesi konusunda yaşanan, bence önemli olan ve gözden kaçmaması gereken bir tartışmayı tarihe not düşme ihtiyacı içerisindeyim.
DAİ ve DAK’ın yabancı sermayenin eline geçmemesi amacıyla bir araya gelen Mağusalı işinsanlarının girşimidir sözünü etmek istediğim. Elbette solda duranların, sermayenin yerlisiyle yabancısının bir farkı olmadığı, yabancı sermayeyle hâkim durumda olmayan sınıf ve katmanlar arasındaki çatışmanın yerli sermayeyle aynı kesim arasında da var olduğu konusunda sağcılardan öğrenmesi gereken herhangi bir şey yoktur. Bununla birlikte, KKTC’nin bugün içinde bulunduğu koşullarda, kamu tüzel kişilerinin işletme ve taşınmazlarının yerli değil yabancı sermayenin eline geçmesi durumunda fazladan birtakım sorunlar yaşanacağını görememenin, Marksist analizin önemli unsurlarından biri olan “somut koşulların somut tahlili” ilkesiyle bağdaşmayacağını açıkça vurgulamak gerekir. Tekrara düşmemek adına, bu konudaki görüşlerimi geçen hafta gaile’de yayınlanan yazımda “Bugünkü Koşullarda Özelleştirme Yabancılaştırma Anlamına Gelmektedir” alt başlığında açıklamaya çalıştığımı hatırlatmakla yetinmek istiyorum.
Ama önemine binaen bir kez daha yinelemek isterim ki, yerli hâkim sınıflarla geçici işbirliği konusunda yaptığım çağrının üç önemli unsuru vardır. Bunlardan birincisi, bu işbirliğinin geçiciliği, ikincisi ellerin taşın altına birlikte ve eşit biçimde sokulması, üçüncüsü ise, hâkim sınıf ve katmanların krizi fırsat bilip, bu işbirliğini, ezilenleri daha da ezmenin bir aracına dönüştürmeye kalkmamasıdır.
Oysa, DAİ-DAK özelleştirmelerinde Mağusalı işinsanları arasında yaşanan ve medyaya da yansıyan “ayrışma”, bu yöndeki umutları ciddi biçimde zayıflatacak niteliktedir. İşinsanlarından bir kısmı (diğerlerini tenzih ederim), sendikayla yapılan görüşme sonrasında, bu yolun sendikayla birlikte yürünmesine açıkça ve medya önünde karşı çıkmışlardır. Bu yaklaşım, yerli sermayenin bir kısmının, yaşanan süreci, sendikaları ortadan kaldırmak ve devre dışı bırakmak için bir fırsat olarak algıladığının açık göstergesidir. Bugün özel sektörde sendikalaşmanın hemen hemen hiç olmaması ve bunun işinsanları tarafından engellendiğinin herkesçe bilinmesi karşısında bu konudaki karnesi zaten kırıklarla dolu olan bu kesim, kendisine güven duyulmaması gerektiğini bir kez daha açıkça göstermiştir. Böyle bir yaklaşımın “elleri taşın altına eşit biçimde koymak”la bir ilgisi olmadığını ayrıca vurgulamaya gerek yoktur sanırım!
Bu şartlar altında, farklı olduğunu düşünen işinsanlarına ciddi bir görev düşmektedir. Bu dönem geçici bir uzlaşmayla atlatılamazsa, toplum ve özellikle de medya üzerinde kurulmuş olan hegemonya bugün tersini düşündürse de, yaşanacak olanların sorumlusunun bugünün hâkim sınıfları olduğunu tarihin en kalın harflerle yazacağından hiç kimsenin kuşku duymaması gerekir.