1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. İNSANLAR VE İNTİBALAR
İNSANLAR VE İNTİBALAR

İNSANLAR VE İNTİBALAR

Her sabah gazetemizi açtığımızda galiba “gerçek” diye nitelediğimizi okumak isteriz. En azından, bizi gazeteyi açmaya iten dürtü budur. Oysa gazetenin böyle bir derdi var mı diye sormamız gerekir belki de...

A+A-

Her sabah gazetemizi açtığımızda galiba “gerçek” diye nitelediğimizi okumak isteriz. En azından, bizi gazeteyi açmaya iten dürtü budur. Oysa gazetenin böyle bir derdi var mı diye sormamız gerekir belki de...

İnsanlığın ilk keşiflerinden kağıt, medeniyet tarihimizde önemli bir yer tutuyor tabii tutmasına ama emin olunuz, hiçbir ademoğlu ya da havvakızı o materyali birileri ünlü İtalyan yönetmen Federico Fellini’nin resminin altına “Emekli Asım Bey baldızını kaçırdı” yazsın diye keşfetmedi.

İş sadece orada kalsa, gülüp geçeceğiz… Gazeteler herkesin kolayca tüketebildiği bir mecra olduklarından dolayı herkesin rahatlıkla fikir üretebileceğini düşündüğü bir alan. Buraya kocaman bir “ne yazık ki” gelmelidir. Son derece sağlıksız ve savruk olan bu “tartışma”, meslek ilkeleri namına arta kalan ne varsa aldı götürdü. Eh, geriye kalanlarla da nitelikli bir meslek örgüsü yakalanamaz.

Lafı fazla uzatmayalım, ne de olsa sohbetimiz olduğu kadar konuğumuz da keyifli bir adamdır, hem keyifli sohbetlerin erbabı hem de nitelikli bir gazeteci/yazar… Şu sıralar aktif olarak T24’te yazıyor Eray Özer. Kendisine bu vesile ile bir kez daha teşekkür ederim, hem nezaketi hem de bu mesleğe ucundan kıyısından sıvanan herkese örnek gösterilmesi gereken meslek tutkusu ve bilgisi nedeniyle…

***

“Bu bir pazar, daha doğrusu ekonomi meselesi”

Burak Karataş: Öncelikle merhabalar. Bize bu söyleşide eşlik ettiğiniz için size çok teşekkür ederiz. Tabii bu söyleşi esnasında bilhassa “medya halleri”ni konuşacağız ama evvela sizi daha iyi tanımak adına özgeçmişinizi sizden dinlemek isteriz.

 

Eray Özer: Merhabalar. Tabii, şöyle diyeyim: Ben üniversitede psikoloji okudum, sosyoloji bölümünde de yan dal yaptım. Yüksek lisansımı İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde “kültürel incelemeler”de yaptım. Bunları niye söylüyorum? Şu nedenle ki üniversitede son sınıf civarındayken aslında bir video film projesi nedeniyle spor sosyolojisi alanına kaydım. O zaman, Gençlerbirliği ile alakalı 18 dakikalık amatör, öğrenci işi diyebileceğimiz bir belgesel yapmıştık. İsmi “Yağdı Yağmur Çaktı Şimşek”ti. Buradan yola çıkarak tribün ve onun sosyolojisi üzerinden spor sosyolojisi ile ilgilenmeye başladım, Bilgi’ye de o nedenle gelmiştim. Dolayısıyla hayatımda gazeteci olmaya “karar” verdim, öyle bir “karar alma” olayı var...

-O kararı üniversitedeyken mi aldınız?

Eray Özer: Üniversitede... Psikoloji ile ilgilenmeyi çok istemedim, doğru mu yaptım bilmiyorum. Şu anlamda: Psikolojiye “içeriden” muhaliftim. “Böyle değil de şöyle olsa...” diye düşünüyordum. Dolayısıyla üniversite yıllarımda gazeteci olmaya karar verdim ama kolay olmadı. Çeşitli yerlere başvurdum, ilk başta EuroSport’ta çalıştım. 2002’nin sonunda. Sonra Radikal’in spor servisinde başladım. Spordan devam ettim yani... Daha sonra spordan yazı işlerine geçiş oldu... Televizyonda da çok kısa çalıştım. Esasen baktığınızda Radikal’den başlayacak olursak 23 sene olmuş diyebiliriz. Bunun 5 buçuk senesi de Doğuş’un dergi grubunda çalıştım. Onun dışında dışarıdan yazdığım ya da ara verdiğim zamanlar oldu. Bir üç sene kadar mekan işletmeciliği yaptım, basının dışında... O zaman (2015 civarı) Cumhuriyet’in “sokak” ekibini yapan ekipteydim. Hem dışarıda hem içerideydim... İlgi alanları meselesine gelince spordan birazcık uzaklaştığımı söylemem lazım. Türkiye’nin spor iklimi (bugün de dahil) beni çok bunaltıyor.

-Çok dar bir ortam var.

Eray Özer: Hem öyle hem de kısır bir ortam var... Sürekli aynı şeyler oluyor. İnsan tipleri, sadece medya için söylemiyorum, spor paydaşlarının ve yorumcularının özellikle iletişim anlamında insanı zorlayan bir yanı oluyor. Dolayısıyla ilgi alanlarım değişti. Bugün T24’te yazıyorum. “Yeni Haller” diye bir podcast serimiz var, önce Özgür Mumcu’yla 3 buçuk sene devam ettik... Şu anda ben tek başıma “Yeni Haller”i devam ettiriyorum. Onun dışında T24’ün YouTube kanalına bilimle ilgili bir program yapıyorum. İpucu burada aslında: Bilimle ilgili bir program yapmamın sebebi, ilgi alanlarımın “dünyada ne oluyor, bilim dünyasında neler oluyor” noktasına kaymasıdır. Çevre, ekoloji meseleleri, yapay zeka, uluslararası ilişkiler ve mesela Amerika ile Çin arasındaki ilişkiler gibi konularla ilgileniyorum.

-Ticaret savaşları...

Eray Özer: Ticaret savaşları ama acaba sadece orada mı kalacak? Yoksa başka bir şeyin hazırlığı mı yapılıyor? Daha büyük bir şeye mi hazırlanıyor yani dünya? (Öyle gözüküyor çünkü.) Bütün bunlar gibi meseleler... Açık söylemek gerekirse -tıpkı spor gibi- Türkiye’nin iç siyaseti de insanı çokça yoruyor ve yıpratıyor. Sürekli tekrarlanan tartışmalar var ve asla bitmiyorlar, asla kurtulamıyoruz bunlardan... Hep “sen o mahalleden misin, bu mahalleden mi?”, “sen oncu musun, buncu mu?” gibi tartışmaların içindeyiz. Elbette ki mesela bugün yaşananlara baktığımızda bu tartışmaların dışında kalmak mümkün değil ama bir yandan da bu tartışmaların dışında bir şeylerin olduğunu ve onların anlaşılmadan tartışmaların da anlaşılamayacağını bilmek gerekir. Ben bu öteki tarafa bakmayı önemsiyorum ve olaylardan çok olguları, kuralları belli bir ‘patern’i ya da izleği anlamayı daha çok seviyorum diyebilirim.

 

Burak Karataş: Türkiye’de medyanın gelişiminin ülkenin gelişimi ile doğru orantıda ilerlediğini görüyoruz. Mesela eski deyimle Babıali ya da basın (matbuat) veya medya dediğimiz bu oluşumla ilgili daha çok anı kitaplarına rastlıyoruz. Objektif akademik çalışmalar bu alanda pek fazla ön plana çıkmıyorlar. Okuduğumuz kaynaklarda da medyanın oldukça dar bir zümre için dar bir ekiple beraber hazırlanan birtakım havadislerin abartı ile anlatılmasından ibaret olduğunu söylesek abartı olur ama yanlış olmaz ilk etap için... 1960’larda işin ciddileşmesi hatta yer yer ideolojik zemin kazanması (Malik Yolaç’ın Akşam’ı gibi), 80 sonrası dönemde ortaya çıkan İkitelli vakası, özel televizyon ve radyolar... 2000’li yıllar sonrası ise bambaşka değerlendirilebilir ama bunun bir ilerleme mi yoksa gerileme mi olup olmadığını size sormak isterim. Bugün nasıl bir durumda medya? Siz tüm bu süreci nasıl okuyorsunuz?

 

Eray Özer: Bence hem tüm bu yorumları yapabiliriz hem de hiçbirini yapamayız. Ortada birtakım somut gerçekler var. Bugün yazdığı dili yüz yıldır yazmayı bilen bir insan topluluğundan bahsediyoruz. Bu insanlar bu dili okumayı ve yazmayı bu harflerle öğreneli çok olmadı. Şunu da sürekli karıştırılır: Cumhuriyet öncesinde biz Arapça konuşuyor ve yazıyorduk zannedenler vardır ama hakikat öyle değil. Arap harfleriyle Türkçe yazıyorduk ki bunun adı “eski Türkçe”dir. Dolayısıyla bugün “a” diye algıladığımız “a” harfi yüz yıldır bizim hayatımızda bildiğimiz şekliyle var. Tabii ki eskiden de bugün olduğu gibi yabancı tabelalar gibi Arap alfabesiyle yazılmayan yazıları görüp anlıyorlardı ama yüz yıldan bahsediyoruz. Esas değinmek istediğim mesele şu: Bu bir pazar meselesi. Daha doğrusu bir ekonomi meselesi... Beğensek de beğenmesek de böyle. İnsanlar biraz farklı görüyorlar. Evet, doğru; gazetecilik dördüncü kuvvettir ve iyi kullanıldığında çok da etkilidir. Ancak şunu anlamak gerekir ki medya organlarının kendi kendilerini maddi olarak idame ettirecekleri bir yapıda olması icap eder. En ideali budur. Yani ben gazeteci isem gazete satacağım, insanlar satın alacaklar ve çark böyle dönecek. Belli ki, senin özetlediğin bu izleğe bakınca da bunu görüyoruz, bu pek olamamış. Gazete satınca gazetenin masraflarını karşılayamamışsın yani... Dolayısıyla ne olmuş? Gazete başka yerlerden ‘fonlanmak’ zorunda kalmış. Bu bazen siyasi erkler, bazen de sermaye grupları olmuş... İki durumda da amaç, gazeteciliğin özüyle çatışabilecek biçimde gazeteciliğin yapısına bir nevi müdahale sonucunu doğurmuş. Böyle olunca kendi kendine yetebilen oluşumlar da çok görülmüyor. Mesela biz T24’te bunun için çabalıyoruz ama kolay değil tabii ki. Bağımsızlık iddiası insanı zorlayan bir şeydir. Bağımsız olup kendi kendinizi sürdürmeye çalıştığınızda “keşke bazı başka imkanlara daha sahip olsaydık” diyebiliyorsunuz ve bazı zorluklar yaşıyorsunuz. Meseleye dönelim: Dışarıdan birisi gelip müdahale ettiğinde o bağımsızlık nosyonunu kaybediyorsun ve okurla güven ilişkisi zedeleniyor... Sonrasının nereye kadar gittiği malum. Yeri geldi mi sansüre ve hatta otosansüre dönüşebiliyor, vesaire. Burada temel mesele medyanın kendi harflerini yüz yıldır tanıyan bir milletin tüketim alışkanlıklarıyla örtüştüremediğimiz, dolayısıyla kendi ekonomisini yaratamamış bir halde olmasıdır. Bizim medyamızda hep isimler ön plana çıkar, bunlar aslında çok sağlıklı şeyler değildirler. Medya “süper kahraman”larla ilerlemesi gereken bir yer değildir. Bizde yazar transferi olur ama editör transferi pek olmaz. Bir ara oluyordu az da olsa ama o da artık yok... Genel olarak bu yapı bambaşka bir sisteme geçtiğimiz, teknolojinin bizi getirdiği şu gün itibarıyla bambaşka bir sistemle karşı karşıya.

Bir yandan da şunu söylemek gerekir: Bu bir ihtiyaçtır. Öğrenme, bilme ihtiyacıdır. Bu bitmez... Enteresandır, insanı “millet”, “mahalle”, “şehirlilik” ya da “etnik köken” üzerinden bile tanımlansa, “biz” olarak tanımlayan şey aslında birbirimizden haberdar olmakla ilişkilidir. Harari’nin “Sapiens”te anlattığı hikaye de odur: Sapiens olduktan sonra insan, 500 kişilik, 1000 kişilik gruplar haline geliyor. Halbuki 150 sonrasını tanımak imkansız bir haldedir. Tanımadığın zaman da düşman diye öldürebilirsin o tanımadığını... İlk insanlarda bu böyledir. Harari bunu biraz abartarak 500 kişiyi bir arada tutanın “dedikodu” olduğunu söyler. Bu haberdir aslında. Bizi haber bir arada tutar. Benedict Anderson, “Hayali Cemaatler” kitabında bir haritayı ve onunla birlikte matbaa ile gazeteyi anlatır. Gazetenin nasıl o millet duygusunu tarif ettiğini anlatır. Ezcümle bu bir ihtiyaçtır, bitmez ama bugün çok parlak günler geçirdiğinden söz edemeyiz.

 

“Gazetecilik, en objektif olmaya çalıştığı haliyle bile subjektif bir iştir”

Burak Karataş: Medyanın halkın tüketim alışkanlıklarıyla ilişkisinden bahsettiğinizde aklıma 90’lı yıllardan bir anekdot geldi. Malum, bazı medya kuruluşları ve bilhassa gazeteler, tencere tava gibi ev eşyaları satıyorlardı. İşin boyutu git gide büyüdü, bir ara araç satanları da gördük. Ansiklopedi satanlar da oldu... Promosyon meselesi dediğimiz olay... Medyanın halkın tüketim alışkanlıklarına hitap edebilmesi için bu tarz bir araçsallaştırmaya mı gitmesi gerekir? Bu, amiyane tabirle “işi ayağa düşürmek” anlamına gelmez mi?

 

Eray Özer: Tabii bu olmaz... Ayağa düşürmek denebilir mi? Bilemiyorum. Ticareten bir karşılığı vardır muhakkak, onu bu işi yapanlar daha iyi bilirler. Benim söylemek istediğim şey şu... Bakın, size bu mesele ile alakalı acıklı bir örnek vereyim, daha anlaşılır olur: Geçenlerde biz taşınıyorduk, evde gazete yoktu. Eşyaları saracağız yani... Madem gazete alıyoruz, bari farklı farklı olsun diye düşündük ve altı yedi tane farklı gazete ısmarladık eve getiren servislere. Bir geldi ki aynı gazeteden var altı yedi tane! Getiren çocuğa farklı gazetelerden sipariş verdiğimizi söyledim, bana “abi belli ki eşya meşya saracaksın, bulabildiğim ne varsa aldım getirdim” dedi. Okuma ihtimalimi hesaplamamış. “Niye yedi farklı gazete söylesin ki bu adam?” diye düşünmüş olmalı. Dolayısıyla promosyon olarak bir şeyler verdiğinizde gazeteyi alan “ben yarın bir gün bunu bir şeyi sarmam falan gerekirse kullanırım” diye alıyorsa o zaman yine amacınıza ulaşamamış oluyorsunuz.

-O alanlar, ansiklopedileri televizyonun üzerine koyuyorlardı, “bir ara çocuğa derslerinde yardımcı olur” diyerekten...

Eray Özer: Hepimiz aldık o zamanlar...

-Peki gerçekten yardımcı oluyor muydu? (Gülüşmeler)

Eray Özer: Ben ansiklopedi okurdum ama bu tarz parasız verilenleri değil de, Gelişim Yayınları’ndan çıkan biraz daha renkli ansiklopediler vardı, onları okurdum. Daha heyecanlı gelirdi bana, yaşım daha küçüktü. Bir tane vardı mesela, deneylerle alakalı... “Bilim Ansiklopedisi” tarzında bir şeydi, onu neredeyse ezbere bilirdim. İşin ansiklopedi okuma kısmına meraklıydım.

 

Burak Karataş: Öğrenme ihtiyacı meselesi de önemli bir yerde duruyor bence. Artık bir yere kar yağması gibi çok basit ve somut verilerle ölçülebilecek haberlerin bile farklı mecralarda farklı verildiğine şahit oluyoruz. Detaylar atlanıyor, gözden kaçırılıyor ve haberi haber yapan temel nitelikler (5N1K muhabbeti) pekala umursanmayabiliyor. Bilgi almak için aldığımız gazetenin başından hiçbir şey öğrenemeden yahut çok çarpıtılmış bilgileri hakikat kabul ederek kalkabiliyoruz. Bunu nasıl teyit edecek okuyucu?

 

Eray Özer: Bu o kadar felsefi tarafı ve ağırlığı olan bir mesele ki... Geçenlerde yazdığım bir makale ile de ilişkili. Bu “gerçek ne” sorusuna giden bir süreç. Dolayısıyla gazeteciliğin özüne dair şunu anlamak gerekiyor: Gazetecilik, en objektif olmaya çalıştığı haliyle bile subjektif bir iştir. O yüzden kuralları vardır. Bir iş objektif olsa kendisine 5N1K diye kural koymaz zaten... O kuralların maksadı, mümkün olduğunca objektif olma çabasıdır. Yani okuduğumuz şeyin birisinin süzgecinden geçmiş olması gerçeği hiç değişmez. O birisinin ya da gazetecinin... Veya anlatıcının... İlla haber olması gerekmiyor konuştuğumuz şeyin, o nedenle anlatıcı da diyebiliriz. Kürtlerde ‘dengbejler’ vardır mesela, gezerler, anlatırlar, vesaire... O anlatıcının anlattığına kendi hayal dünyasından kattıkları olabilir. Gazetecilik, aslında bundan uzakta durmaya çalışma çabasıdır bir şeyler anlatırken. “Aslında bu doğru mu?” diye sorarken “kime göre” diye de sormalıyız. Örnek verelim: Çin’le ilgili bir sürü şey okuyoruz ve bunların ekseriyeti olumsuz. “Olumsuz” derken şunu diyorum: Bir ülke düşünüyoruz ki düşünce özgürlüğü şöyle kısıtlanmış, insanlar şöyle baskı altındalar... Bu doğru olabilir ama buna dair bilgiyi biz netice itibarıyla Batı kaynaklarından okuyoruz. Ya da tam tersi şekilde, muhtemelen Çin’de yaşıyor olsaydık bir Batı anlatısı kafamızda olacaktı ama o da gerçek Batı’yı tanımlamıyor olacaktı. Gerçek denilen şeyin o gerçekliğin oluşturulduğu yerden başka bir yere aktarıldığı sırada çarpıtıldığını anlamak gerekiyor. O nedenle, iletişim bilimci Marshall McLuhan’ın dediği “the medium is the massage” çok önemli. Nasıl ilettiğiniz, mesajın bir kısmını anlatır diyor burada... Biz McLuhan’ın bu sözü ile neyi kabul etmiş oluyoruz? Bu “message” oluştuğu yerde, daha doğrusu oluşan olayı “message” olarak bir bilgiye çevirdiğimiz halde, bunu yaptığım an itibarıyla zaten “message”ı birazcık da olsa bozmaya başlıyorum. Gazetecilik ise bunu en az bozulmuş halde öteki tarafa taşımaya çalışır... Ezcümle, zaten hiçbir zaman için gerçeği okumazsın ya da izlemezsin. O birilerinin süzgecinden geçmiş bir “gerçek”tir. Bence bugün içinde bulunduğumuz siyasal iklim ve diğer meselelerle alakalı en önemli handikap, herkesin birinin gerçeğine inanıp diğeri ile hiç iletişim kurmamayı tercih etmesidir. Bana doğrusu tam tersi gelir: Ben mesela, bir haberi muhaliflerin nasıl okuduğunu kestirebilirim, o nedenle “diğer tarafı” daha çok merak ediyorum... Diyeceğim o ki bu iş, her zaman buna mahkum ama giderek bozulması da ayrı bir vaka... Eskiden, yani meslek standartlarının daha bir oturduğu zamanlarda en azından “medium” ile alakalı bir sorun yoktu, bugün o da var. Bilgi her yerden yayılabilir hale geldiğinden dolayı bunu kontrol etmek de güç. Eskiden beş gazete ve bir tane kanal var. Bunun mesleki standardizasyonunu kontrol edebilmek çok kolay... Şimdi adam ya da kadın sosyal medyasından kolaylıkla bir yayın açıp istediğini söyleyebildiği için artık bu standardı oturtmak eskisi kadar kolay değildir.

Burak Karataş: Sosyal medyayı konuşalım. Andy Warhol’un “bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak” diye bir sözünü hatırlıyorum, galiba o süre 15 saniyeye indi artık. Bunun kanalize edildiği ortamın yani sosyal medyanın medyaya yararları ve zararları var. Bilhassa şunu merak ediyorum: Demin bir patronaj meselesinden bahsettik ama sosyal medya bunu bir nebze olsun ortadan kaldırıyor diyebiliriz. Son tahlilde tweet atmak bedava... Bu iş nerelere kadar gidebilir, böyle bir gazetecilik türünden bahsedebilir miyiz? Bu gelişiyor mu?

whatsapp-image-2025-05-17-at-14-26-47.jpeg

Eray Özer: Evet ama şöyle ifade edeyim: Burada haber denilen şeyin eskisi kadar anlamlı olmadığını görüyoruz. Çünkü her yere yayılıyor. Vatandaş gazeteciliği dediğimiz şey, bir telefon kamerası ile haberin yaratılabildiği bir şey... Ya da kişinin kendinden bahsetmesi sosyal medyada... “Bana dün böyle bir şey yaptılar”, “bu oldu”... Bu, haberdir. İnsanların merak ettiği şeyler bunlar. “3. Sayfa” haberleri de böyledir. Mesela dün vardı, biri otoparkta park yeri vermemiş, herkes paylaşıyor, “ne kadar terbiyesizce” diyerek... Sonra o insan bulunuyor, devlet de buna ayak uyduruyor, önlem alıyor ve o terbiyesizliği yapana ceza kesiliyor... Yani böyle bir mekanizma var. Böyle olduğu için de birilerinin yorum yapmasına ihtiyaç duyuluyor. Çünkü şöyle deniliyor: Ortada bir haber (ya da bilgi) var, bu yarı-çarpık bir şey, “post-truth” çağının kurallarına uygun bir biçimde... Orasından çekilmiş, burasından büzülmüş bir bilgi de olsa bu (mesleki standartları sağlayamıyor çünkü çok dağınık), birisi bana bunu toparlasın ve bir yorumla/çıkarsama ile aktarsın. Vatandaşın, tüketicinin ya da okurun istediği budur. Dolayısıyla ortada teknolojinin sağladığı olanaklarla yeni bir gazetecilik türü var. Tek kişilik medya organları oluşmuş durumda. Bu hep böyle mi devem edecek, bu dağınık daha doğrusu merkeziyetsiz yapı sürecek mi, bilmiyoruz. Bu sistem kendi kendini “cancel”layacak mı? Yani iptal mi edecek? Yoksa Internet egemenliği gibi bir modelleme ile uluslar ve hatta coğrafyalar kendi Internetlerini mi yaratır hale gelecekler? Çünkü o yorumu yapanın da bir beğenilme kaygısı oluyor ve bu dikkat çekmekle ilgilidir. Dikkati olumlayarak değil, olumsuzlayarak çekebilirsin. İnsanın dikkati her zaman –evrimsel olarak- tehlikenin olduğu yere, kötülüğün olduğu yere gider yani olumsuz olana. Öyle olduğu için de ne oluyor? Sosyal medyanın yarattığı yıldız sistemi, “influencer haberciliği” sürekli olarak birtakım şeyleri alarma geçirecek. Daha kötücül, daha sert bir yerden ifade ederek yapacak bunu çünkü daha fazla izlenmeye ihtiyacı var. Komplo teorileri de bu kapsama girer, Amerika’da falan bu tarz işler yapan bir sürü deli var. Başıbozuk tiplerin sarf ettiği ve “Biden aslında robottu” lafına kadar ne ararsan bulabileceğin bir ortam... Ama insanlar da böyle bir şey arıyorlar. Basit bir şey... “Adam yaşlı deyip geçemeyiz, olur mu öyle şey, kesin robottur!” diyor.  İlgiyi burada toparlayabiliyorlar. Algoritmanın ve dolayısıyla sistemin de kötüyü yayana doğru bir ilgisi var diyebiliriz bu noktada. Bu tabii ki tehlikeli. Ne olacağını bilemiyoruz. Ben “şöyle olacağını düşünüyorum” tarzı tahminlerin de anlamsız olduğunu düşünüyorum, hiç ama hiç bilmiyoruz olacakları. Evet, bunun kendi içinde bir devinimi olacaktır. Belki böyle gidecektir, belki artık başka bir anlam ifade edecektir, belki de bu karakterler/figürler zamanla başka türlü bir yaptırıma maruz kalacaklardır... Burada devlet gibi bir otoriteden bahsetmiyorum. İzleyicilerin kafası atacaktır belki, “biz yıllardır safsata mı izliyorduk” diyerekten... Ama bir biçimde bu su akacak ve yolunu bulacak. Bugün tam bir kaosun orta yerinde duruyoruz çünkü “medium” yani araçlar yeni keşfedildi. Henüz deneme aşamasındayız, doğruyu ve yanlışı tespit etme şansımız yeni yeni gelişiyor.

 

Burak Karataş: Bu bahsettiğimiz olgunun devletlerin otoriterleşmesini destekleyen bir şey olduğunu düşünüyorum, hiç yoktan bunun için bir bahane daha sağlıyorlar. Çünkü devletin “çıkar” olarak gördüğü ile içerik üreticisinin yolu çatıştığında devletler önlem almak istencinde oluyorlar, burada da İletişim Başkanlığı misali kurumların ihdas edildiğini görebiliyoruz. Oysa eskiden, söz gelimi bir Basın İlan Kurumu’nun reklamı kesmesi ya da devletten gelen kağıtların kesilmesi, üstü kapalı bir sansür istenci anlamına geliyordu... Şimdi doğrudan müdahaleciliğin meşru olduğu bir zamandayız. O açıdan Türk medyasının durumu da pek parlak değil zannediyorum...

 

Eray Özer: Bu bütün dünya için böyledir bu arada. Dünya da öyle diyebiliriz.

 

“Podcaste olan ilgi bizim arzu ettiğimiz düzeyde olmadı”

Burak Karataş: Podcast seriniz “Yeni Haller”i konuşalım istiyorum: Nasıl başladı? Şimdi hayatınızda nasıl bir yer tutuyor? Bu zor mesai ile nasıl bir ilişkiniz var? Alışılageldik bir içerik değil çünkü bu...

Eray Özer: Biz Özgür’le (Mumcu) bir şeyler yapmak istiyorduk ve doğrusu, yapabileceğimiz en kolay şey de buydu... Video o zamanlar daha zordu... Aradan 5 sene geçmiş, az buz bir zaman değil bu. Teknoloji o kadar hızlı gelişiyor ki bugün video formatı daha kolay diyebilirim ama o zamanlar podcast de yeni yeni büyüyordu. İnsanlar, bizim pandemi ile birlikte başladığımızı sandılar. Biz aslında pandemiden çok çok az evvel başlamıştık. Üç hafta önce başladık sanıyorum. Tabii denk geldi, pandemi ile üst üste geldi. İnsanlar evde olunca bu tür içerikleri tüketme alışkanlıkları gelişti, bunun sıklığı arttı ve “Yeni Haller”, dönem dönem değişse de 2020’nin sonuna (hatta 2021’in ortası) değin çok dinlenen, “hit” bir işe dönüştü. Bizim podcastimiz zahmetli bir işti, halen öyle. Neticede fikirleri alelade sarf edilmesi üzerinden değil de, araştırmalar ve somut veriler üzerinden konuşmayı seviyoruz ikimiz de. Sonrasında şöyle oldu, 2023’ün ortalarına doğru: Özgür akademideydi, onun mesaisi ve benim işlerimin yoğunluğu bizi düşündürdü. Özgür çok memnun değildi bu formattan, karşılığını tam olarak alamadığımızı düşünüyordu. İnsanlar “Yeni Haller”in bir mecra, bir “marka”, bir araç ama aslında bir medya ve onun parçası olduğunu ve bunun bir ekonomisinin olmak zorunda olduğunu anlamalılar. Bizim bilabedel, gönüllü bir biçimde sürdürebileceğimiz bir şey değil bu... Gönül ister ki öyle olsun. Podcastlerde de hep söylediğim için şimdi de söyleyebilirim, ayrıca da anlatacağım: Dinleyenlerle gerçekten aramızda başka bir ilişki var. Çok yakınız. Öyle hissediyorum diyebilirim, hiç tanışmadığım binlerce insanla çok yakınım. Ben sürekli “arabam olsun, yatım katım olsun” diyen insanlardan değilim, bu zamana kadar olmadım, herhalde bundan sonra da olmam. Bu çok anlamsız gelir bana oldum olası. Dolayısıyla hayatımın sonuna kadar yetecek astronomik değil elbette ama sürünmeyeceğimiz, yiyeceğimizi içeceğimizi tedarik edebileceğimiz ya da haftada bir kere olsun yemeğe gidebileceğimiz (bunlar lüks şu anda Türkiye’de) bir gelirim olsun herhangi bir yerden ve ben ömür boyu “Yeni Haller”le uğraşayım...Daha sonra, Özgür devam etmeyeceğini söyledi. Fakat ben etmek istedim. Bunun nedeni şudur (ben bunu hayatta çok az şey için söylerim): “Hayatımın işi” gibi bir işti bu benim için. Halen öyle... “Yeni Haller” hiç para kazanmıyor değil elbette ama söylediğim standartlarda kazanmıyor. Yani ben sadece “Yeni Haller” ile hayatımı idame ettirebilecek bir durumda değilim. O zaman da değildik. Ezcümle, bu iş benim çok sevdiğim bir iş. Dinleyicilerle aramızda mesafesiz bir ilişki var. Bazen mesajlaşıyoruz ama bu hiç olmasa bile, onların benimle kurduğu ilişkinin “evdeki bizim oğlan” tadında olması çok hoşuma gidiyor. Bu şaşırtıcı derecede böyle. Bazen ofansif boyutlara da ulaşabiliyor, bir anda “bu kim ya?” diyorsun... (Gülüşmeler) Şaka bir yana, toplam 10 bin kişi civarı kemik bir dinleyicisi var, her daim dinleyenler... Bu iş insana iyi gelen bir iş. Elimde olsa sırf bu işi yaparak ölene kadar yaşarım herhalde.

 

Burak Karataş: Türkiye’de sadece dinleyici olarak değil, içerik üreticisi olarak podcast yayımcılığına sıvanan pek çok insan var. Bu sayı git gide artıyor. Nasıl bir kitleden bahsediyoruz sizin analizlerinize göre?

 

Eray Özer: Bir kere şunu açık açık söyleyeyim: Podcaste olan ilgi bizim arzu ettiğimiz düzeyde olmadı. Dünyanın geri kalanındakine benzer şekilde gelişmedi bu mesele bizde. Bunun birkaç nedeni olduğunu düşünüyorum. Twitter ve YouTube’un bizde dünyaya oranla daha fazla büyümesi meselesinde olduğu gibi, bu durumların kendine has birtakım nedenleri var. Anladığım kadarıyla podcast insanlara biraz daha “edilgen” geliyor. Bire bir dinlerken kendini sohbetin içinde hissediyor dinleyen ama fikren baktığında dinlemeyen ya YouTube’daki gibi görmek ve alta bir yorum (“comment”) bırakmak ya da Twitter’daki gibi direkt o kişiye kafa göz dalmak istiyor. Podcast o noktada biraz mesafeli kalıyor. Aslına bakarsan öyle değil, demin anlattım ama şöyle: Mesela yorum yazacak yer bulamıyor dinleyen, bunun gibi şeyler belli bir mesafe yaratıyor. Ben bundan kaynaklandığını düşünüyorum genel olarak, benimkisi bir tahmindir. Sonuç olarak istenen büyümeyi gerçekleştiremedi diyebiliriz. “Yeni Haller”in insanın gurur duyacağı bir dinleyicisi var. Öyle insanlardan mesajlar alıyorduk ki “estağfurullah, biz hata ettiysek siz kusura bakmayın” diyebiliyorduk... Mesela Harvard’da doktorasını bitirmiş bir hoca mail atıyor, “orada hormon dediniz ama o nörotransmitter olacaktı” diyor. Ben de “hakikaten öyle” diye düşünüyorum. Bu kitleye bir şey anlatıyor olmak hem ürkütücü (en ufak falsoda adamı çizerler!) hem de aynı zamanda karşılıklı saygı ilişkisine dayalı aile gibi hissettiren bir durum var.

Burak Karataş: Türkiye’deki streaming platformlarından bahis açacak olursak ne dersiniz? Devlet bile TRT Tabii adı altında bu tarz bir platform kurdu, izleyici sayıları da artıyor. Hatta TRT Tabii’de yayımlanan “Cihangir Cumhuriyeti” dizisi üzerine sizin bir yazınız da yayımlandı. (Cihangir Cumhuriyeti: Lümpenliğin lümpen eleştirisi, Eray Özer, 18 Şubat 2025, t24.com.tr) Buradan yola çıkarak hem konvansiyonel medya ile dijital medya arasındaki farklara hem de toplumdaki sosyolojik bölünmüşlük haline değinecek olursak ne dersiniz?

 

Eray Özer: Bu bölünmüşlük sadece streaming platformları ile alakalı bir şey değil. Genel olarak hayatta da öyle değil midir zaten? Hayatın her yerinde olan bir şeyden bahsediyorum...

-Sizin eleştiriniz neydi özetle, bir ‘karikatürize etme’ mi gördünüz?

Eray Özer (devamla): Şöyle anlatayım, işi oraya indirgemeden ve daha önemli gördüğüm bir şeyden yola çıkarak... Zamanında mağdur olduğunu iddia eden insanın günün birinde hala “mağdurum” derken bile aslında içten içe mağdur olmadığını biliyor olması ve kendini hiç mağdurla özdeşleştirmiyor olması meselesi... Genel tespitim budur. Sen burada oturduğunu iddia ediyordun ve bir derdin vardı. Şimdi aradan yıllar geçti, sen orada oturuyorsun ve sorduğumuzda yine burada oturduğunu iddia ediyorsun. Biz aksini söylediğimizde de biraz olsun bunu kabullenmek zorunda kalıyorsun ama halen daha benim burada oturduğumda neler yaşayabileceğime dair hassasiyetin yok. Bu herhalde insanın fıtratında, doğasında olan bir şey. İlk tepki olarak açığa çıkıyor. Dolayısıyla biz, yaşadığımız pek çok mesele ile ilgili benzer bir problem yaşıyoruz. Sen de gadre uğradığını hissettin ya bir zamanlar, işte o ‘gadrin’ ne olduğunu bir hayal et. Ben de sana ‘ben de şimdi gadre uğruyorum’ dediğimde bana “siz zaten bu toplumun yiyicilerisiniz” falan deme. Çünkü değiliz. Seninle aynı şeyleri düşünmüyoruz, aynı şeylere inanmıyoruz ve bu başka bir şey ama şunu anlamalısın: Biz senin anladığın gibi keyif çatan bir durumda değiliz. Öyle yaşamıyoruz. Hayatımızı ne yazık ki öyle tüketmiyoruz. Sen mağdur olmaktan çıktığında öyle mi yapıyorsun, bilmiyorum... Bir de şunu unutmamalıyız ki bence Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri de budur: Dünyanın çok fazla meselesi var ama biz ülke içerisinde tartıştıklarımızın dünyadaki en önemli meseleler olduğunu zannediyoruz. Birbirimizi kırıyoruz. Burada “kırmak” filli ile kastım, “birbirimizi kırmayalım” naifliğine işaret etmek değil. Bir arada yaşadığımızı unutacak derecede birbirimizi kırıyoruz. Günün sonunda burada yaşıyoruz. Kavga ediyorsak bile ikimiz de birbirimizi kovamayız. Ben gidersem de benim yerime bir başkası gelecek, yan yana duruyoruz yani. Bu kavgayı eden iki insanın asgari düzeyde iletişim kuramaması, ancak ve ancak başka birilerinin işine geldiği için yaşanıyordur diye düşünüyorum. Benim aklımı başka türlüsü almıyor. Bu ülkenin içerisinde benim gibi düşünmeyen bir sürü kişi var. “Öteki şeriat istiyormuş”, “diğeri din tamamen yok olsun istiyormuş”... Olabilir, isteyebilir. Herkesin istediği olmuyor ki! Tartışacağız, ara bir noktada buluşup beraber yaşayacağız.

Hukuk mesela... Biz bunu bir otoriteden, bir figürden ibaret zannederiz. İşte devlet, yargıçlar, mahkemeler falan... O oyunlaştırılmış halidir hukukun. Normalde ‘hukuk’, senin mahallende birinin camını kırdığında o kişinin seni annene veya babana şikayet etmesi ile alakalı bir durumdur. O iş orada çözülür. Cam taktırılır vesaire. Bir çözüm bulunur... Ancak bu, iletişimle, bir arada durarak ve tartışmaya tahammülle olabilecek bir şeydir. Eğer iki insanı toplum kabak gibi ortadan yarıp hiçbir şekilde konuşamaz hale getirdiyse bugün... İki tane normal, sıradan vatandaş... Bunlar birbirlerini gırtlaklar hale geldiler ise şunu düşünmeleri gerekir – bunun için çok zeki olmalarına gerek yok: “Birileri herhalde bizim yan yana yaşamamızı istemiyor.” Kızdığım mesele de eskinin mağdurunun kendine mağdur demesi ama hakikaten mağdur olanı dinlememesi meselesidir. Biri “mağdurum” diyorsa bir zahmet durup iki dakika dinleyin ne diyor diye... Hemen yaftalayıcı bir tavır takınmamak lazım, bu iki taraf için de geçerli. Bu tartışmadan nereye varmayı düşünüyorsunuz? Hiçbir şey çıkmıyor bundan, yüz yıldır dön dolaş aynı konuları konuşuyoruz.

-Çok güzel bir ‘antrparantez’ oldu, streaming platformlarına döndüğümüzde değerlendirmeniz nedir?

Eray Özer: Siyasetten bağımsız, teknolojik açıdan baktığımızda şuna dikkat etmek lazım diye düşünüyorum: Yerliler çıktılar çıktılar, şimdi satılıyorlar, düşüyorlar... Neden? Birinci sorunun yanıtına geliyoruz: Pazar, böyle bir arz-talep dengesini kaldırmıyor. Bizim tüketim alışkanlıklarımız bu tür şeyleri kaldırmıyor. Toplumun belli bir kesimi para verip tüketiyor bunları. Dünyada da birtakım markalar, bazı streaming platformları kalıyor, bazıları da düşüyor. Bununla alakalı yakın zamanda bir şey okudum: Bu iş “bundle” sistemine gidecek diyorlar. Yani, gruplamaya... Artık şöyle: X platformundan 5 dizi, Y platformundan 2 film ve 1 dizi, Z platformundan da o kadar... Seçebileceğiz. O bize tek bir fiyat verecek, onlar da bizim izlediklerimiz oranında bunu kendi aralarında paylaşacaklar gibi bir sisteme gidecek bu iş gibi gözüküyor mecburen.

-İçeriklerin kalitesi ile alakalı da tenkitler var. Platformlar ilk çıktıklarında kalite daha yüksekti, şimdi o kadar nitelikli değil deniyor. Katılıyor musunuz buna?

Eray Özer: Doğru ama şöyle bir mesele var. Ben uluslararası bir hesap üzerinden takip ediyorum içerikleri. İş ve içerikler biraz pazara göre şekilleniyor bence. Platformların hedef kitleleri var ve orada çok basit matematikle çalışan bir sistemleri var. Sanatın geneline dair iyi işler halen oluyor. Zaten genelde biz anlamamakta ısrar ederiz ama hep şöyle olur: Anaakım sinemanın var olması aslında bağımsızları büyüten bir damardır çünkü anaakım sinema sektörü yaratır, sektördeki kar payı arttıkça da bağımsızlar fonlar bularak yollarına devam edebilirler. Netflix mesela, çok özel, ‘niche’ bir şeyden bahsetmiyorsak herhangi bir içerikten bahsederken, neredeyse sıfıra yakın izlemem var orada. Ya da çok sıkıldığımda aksiyon filmlerini izliyorum... (Benim öyle kötü film seyretme gibi de bir huyum vardır.) Demek istediğim, hiç dizi izlemiyorum gibi bir şey Netflix’te. Çok istisnai şeyler hariç. Neredeyse hiç denk gelmiyorum, bu da demek ki onların bakış açısı ile benim tüketim alışkanlıklarım örtüşmüyor. Mesela Hulu’dan, HBO’dan, Paramount’tan diziye denk geliyorum, beni yakalayan işler var yani ama diğerinde olmuyor bu. Tabii orada da bir matematik çalışıyor. Yani o prodüksiyonlar sen veya ben izleyelim diye değil de, ana seyirci izlesin ve o da yorulmadan izlesin diye yapılıyor...

-Zaten izleyici profillerine göre şekilleniyor bu platformlar. Mesela MUBİ diye de bir platform var...

Eray Özer: Tabii, ben de öyle olmasını bekliyorum. MUBİ çok eski bir platform bu arada... O hakikaten başka bir yerde duruyor, seviyoruz doğrusu. Uluslararası bir marka ama Türk bir girişimcinin fikri, bu da güzel bir başka nokta. Bu açıdan gelecek planlarını bilmiyorum ama diyeceğim o ki bu iş zevklere göre şekilleniyor. Çözümü de ‘bundle’ denilen sistem. Bu Amerika’da başlamış. Genel bir sistem yok ama “cross” dedikleri bir şey var. İşbirliği yapıyorlar bazı işler için, iki şirket ortak bir paket yapıyorlar mesela ve bu satın alınabiliyor.

Bir de şu var tabii: “Start-up”larda “exit” dedikleri bir şey var ya... Adam ticari olarak “ben bunu şöyle bir noktada satar çıkarım” diye planladıysa bu kişiler için içeriğin Türkiye’de tutup tutmaması mühim olmuyor. Türkiye’nin tüketim potansiyeli bir streaming platformunu tamamıyla yerli işlerle doldurabilecek bir prodüksiyon maliyetini karşılayabilecek ölçüde değil.

 

“Ses ve görüntü (görüntüde de ses olmasına rağmen) o kadar birbirinden farklı iki ‘medium’ ki biri diğerini tam olarak yok edemiyor.”

Burak Karataş: Türkiye’de radyo nasıl tüketiliyor? Sanki radyo dinleyiciliği de git gide azaldı ve arabadan arabaya dinlenen bir aygıta dönüştü radyo... Oysa 90’larda çok meşhurdu mesela, bilhassa özel radyoların çıkmasıyla beraber iyice yaygınlaşmıştı. Bu işin sizce bir geleceği var mı yoksa podcast gibi bir ara forma mı dönüşüyor radyo?

 

Eray Özer: Podcast zaten daha dijital bir radyo gibidir, radyonun klonlanmış kardeşi gibi bir şey... Çok yakın akrabadır bu iki tür.

-Türkiye’de radyo, podcast kadar gündemde değil sanki. En son Açık Radyo’nun kapatılması hadisesi olmasa kimsenin böyle bir şey konuştuğu yoktu.

Eray Özer: Açık Radyo çok niş bir platform... Bunlar Türkiye’de gündem olmasa bile bizlerin hayatında yer tutan, sevdiğimiz, temasta olduğumuz, zamanında programlarına katıldığımız markalar. Apaçık Radyo da öyle ama şunu anlamak gerekiyor: Ekstrem örnekler bunlar. Toplumun niş bir kitlesinin sahiplendiği örnekler... Yeter ki o kitle sahiplenmeyi bırakmasın. Siz zaten Açık Radyo’yu yaparken anaakım bir şey yapmayı planlamıyorsunuz. Planlarsanız da biraz fazla hayal kuruyorsunuz demektir, bu ben de yapsam böyledir. Önemli olan o niş kitlede kendine bir yer bulabiliyor mu yaptığınız iş ve bundan bir karşılığı oluyor mu? Esas o kitle bırakmasın Açık Radyo’nun peşini... Kendi kitlesi yıllardan beri olduğu gibi sadakatle devam etse takip etmeye sorun yok demektir. Biraz büyür, biraz küçülür... Öyledir zaten. Çevre meselesi gündemimize ilk geldiğinde güçlü bir biçimde hem Açık Radyo’nun ne kadar anlamlı olduğu ortaya çıktı hem de insanlar Açık Radyo’yu daha rahat keşfetmeye başladılar mesela. Genel olarak radyolarla ilgili şunu söyleyebiliriz: Benim de gözlemim o noktadadır ki radyo bugün arabayla mukim bir şey. Onunla özdeşleştiriyoruz ama değişebilir mi? Sesin bir mecra olarak hayatımızda kalacağını düşünüyorum. Görüntü hep öyle... Televizyon çıktığında radyo ölecek dediler ama ölmedi. Basit bir örnek. Ses ve görüntü (görüntüde de ses olmasına rağmen) o kadar birbirinden farklı iki “medium” ki biri diğerini tam olarak yok edemiyor.

-Peki “yazı” öyle bir şey midir?

Eray Özer (devamla): Gazete de radyoya yenilmedi mesela. Dediğim gibi, kendini yeniden planlıyor bu mecralar. Dönüşüyorlar. Mesela radyo çıkınca gazete “ben artık bu kadar değil, şu kadar büyük olayım” diyor. Sonra radyo, televizyon çıkınca “ben şöyle bir alana gideyim” diyor... Su akacak yerini buluyor, asla öldürmüyor ama şunu biliyoruz: Radyo ilk çıktığında gazeteler, radyoların programlarını bile vermekten imtina ediyorlar ki bunun sebebi gazetelerin radyolar yüzünden batabileceklerini düşünmeleri... Böyle bir korku var. Genelde bu tür yenilikler böyle korkutur zaten ama dediğim gibi, bir şekilde de devam etmeyi başarır her mecra.

 

Burak Karataş: Türkiye’de halen bazı konvansiyonel alışkanlıklar sürüyor ama hem radyo hem de gazeteler için. Yeni çıkan gazeteler var, Nefes gibi...

Eray Özer: Çıkar tabii ki ama bence bunun uzun soluklu olup olmadığına bakmak gerekir, önemli olan odur. Yoksa bir finans kaynağı ile bunu denemeye çalışabilirsin... Her zaman şöyle bir durum vardır: Nefes gibi oluşumlar, hatta onun “düşman ikizi” Sözcü gibi gazeteler, niş bir damarla başlayıp anaakıma gidebildiler ve çok ciddi tirajlara ulaştılar. Üstelik tam da gazetelerin düşüşte olduğu bir dönemdi, Sözcü bir sıçrama yaptı orada... Niye? Çünkü bir damar buldu. Birbirine benzer bir sürü şey ölürken farklı bir şey çıkar ve bu bir dalga yaratır. Dün konuşuyorduk mesela: Japonya’da bizim eski kasetçalarların ve de kasetlerin yeniden popüler olduğu hikayesi... Tamamıyla sonsuza kadar kaybolmaz bunlar... Gelip giderler. Oradan bir damar bulup ilerlemek başka bir şey. Yani hiçkimse yapmazken sen bir kaset yaparsın mesela, bir de diyelim ki bir kasetçalar vardır, bu çok nostaljik bir şeyi geri getirir ve kendi pazarını yaratır. Bu tür teknolojilerden bağımsız olarak habere dönecek olursak önemli olan şudur: Bu mecralar, bir gazete mesela, Türkiye’deki bir siyasi tartışma içinde kendine bir pozisyon elde edip oradan yürüyebilir ama o kutuplaşma ortadan kalksa mesela... Diyelim ki meleklerin eli değdi ve Norveç gibi bir ülkeye döndük... İnsanlar yine de “olsun, ben trafik kazalarını okumak için gazete alacağım” derler mi? İş değişiyor orada.

-Kutuplaşmaya girmeden kendini belli bir okuyucu profili üzerinden var ederek yayım yapanlar da var, Oksijen gibi.

Eray Özer: O da bir pazar... Bence çok iyi bir proje Oksijen. Çünkü bir ihtiyaç var, hafta sonu gazete almak diye... Niye günlük değil de hafta sonları yayımlanıyor şimdi Oksijen? Çünkü haftada bir kez var o lüksün... Oturup cumartesi ya da pazar sabahı okuyacaksın...

-Bu arada bol bol sağlık sayfası...

Eray Özer (devamla): Politik kutuplaşmanın içinde değil bu gazete, ilimden irfandan, sanattan kültürden bahsedecek... Oksijen’e kızıyorlar mesela, “Beyaz Türklerin gazetesi” diyerek... Diyelim ki öyle, ne değişecek? Çok iyi bir proje bu. İşte anlaşılmayan bu: Gazetenin bir siyasi pozisyonu vardır ama gazete ayrıca ticari bir üründür... İyi planlanmış gazeteye sadece saygı duymak gerekir, ben o açıdan Oksijen’in çok iyi planlanmış bir proje olduğunu düşünüyorum.

-Sanki o tepkilerin kaynağı olan refleksler daha evvelki alışkanlıklardan ileri geliyor. Ne de olsa bir dönem gazeteler “karışık kaset” gibiydiler: İçlerinde her görüşten birileri vardı, haber dili son derece resmiydi, bu da tabii belli bir alışkanlık doğurdu...

Eray Özer: Mesela Türkiye’de dergi hiç yok diyelim. Satmıyor. Benim de ilgi alanım motosiklet... Bu alanda bir dergi çıkardın diyelim... Türkiye’de kuryelik yaygınlaştı, insanların bu alana ilgisi arttı... Oldu ya, sponsorlar da buldun, işi ucuza mal ettin... Satabilir bu. Eğer içeriğiyle iyi planlanmış bir şeyse... Hakikaten nitelikli değerlendirmeler olacak, yeni parçalardan, tamirlerden, testlerden bahsedecek... Yeni rotalardan, fikirlerden bahsedecek mesela. Ben her hafta ya da her ay alabilirim. Dolayısıyla ne oldu? Dergi ölüyor ama orada bir niş var ve bir ihtiyaç var, bu kadar kişiye dokunuyor yani, bir ilgi alanından bahsediyoruz. Onu yakaladığınız zaman mesele farklılaşıyor. Bu dergilerin öldüğü gerçeğini değiştirmez ama bu olurken iyi planlanmış bir işin para kazanabileceği, dolayısıyla hayatına devam edebileceği gerçeğini de değiştirmez.

-Dergicilik özeline dijitalden devam etme haline nasıl bakıyorsunuz?

Eray Özer: Ediyor zaten ama onun adı “dergi” değil. Bizim Instagram’ımız falan, bugün bir çeşit “dergicik” işlevi görüyor aslında. Mantıken öyle kurgulanmışlar... Haber dergilerine bakıyorsun, eski dergilere... “Haftanın fotoğrafı”... Altına iki cümle yazmışlar. O Instagram işte! Ediyor ama bir mesele varsa anlatılan, bu farklı mecralardan sürüyor. Giriyorsun YouTube’a, Evrim Ağacı anlatıyor mesela... Bugün sosyal medyanın kendi de bir tür dergi aslında. Karışık bir dergi ve biz buradaki içerikleri seçerek tüketiyoruz. Tüketim mantığı aynıdır. O nedenle dergi almayıp buradan tüketiyoruz.

 

“Gazeteciliğin bir şeyi var ki içinde bulunduğumuz hayat bizi başka türlü bir gazeteciliğe itebiliyor. Demin değindiğimiz algoritma, beğenilme/beğenme meseleleri... Gazetecilik özü itibarıyla bu tartışmaların içinde bir yerinde duran bir meslek değildir.”

Burak Karataş: Amerika’daki medya ile alakalı tartışmaları yakından izlediğinizi düşünüyorum. Bilhassa The Washington Post gazetesinin durumunu... Jeff Bezos satın aldı, son seçimlerde de ilk kez kime destek verildiğinin açıklanmaması tartışıldı... Ne yönde seyrediyor sizce bu durum?

 

Eray Özer: Orada da aynı şey var... Jeff Bezos’un almasından sonra, son tartışmalara gelmeden, The Washington Post’ta çok ciddi bir editoryal kriz yaşandı. Çünkü İngiltere’den, yanlış hatırlamıyorsam, The Sunday Times’dan gelen bir yayın yönetmeni vardı, ayrıca “editoryal board”a yani yazı işlerine müdahale edemeyen bir grup başkanı vardı. O da İngiltere’den geliyordu ve gazete özelinde bir ekol farklılığı tartışması yaşandı. Her ne kadar yönetim kurulu başkanı yazı işlerine müdahale edemese de yayın yönetmenini kendisinin getirmesi ve onun birtakım Amerikan gazetecilik standartlarına uymaması nedeniyle bazı tartışmalar yaşandı diyebiliriz ve sistem (yazı işleri), Türkiye’de hayal edemeyeceğimiz derecede enteresan bir biçimde, yönetim kurulu başkanına karşı bir makale yayımladı. İfşa ettiler yani adamı. Kendi patronlarını... Jeff Bezos’un hemen altındaki adamı...

-Cumhuriyet Gazetesi’ndeki kavgaya benzemiyor mu, Hasan Cemal ile İlhan Selçuk arasında cereyan edene?

Eray Özer (devamla): Yok çünkü bizdeki kavga sermayenin yapısal değişikliği ile alakalı değildi. İçerideki daha birbirine yakın güçlerin birbiri ile kapışması gibi bir şeydi Cumhuriyet’teki. Burada dünya görüşü farklılığı yok, Cumhuriyet’te vardı. Bunlar bir mesleği yaparken hangi ilkeler üzerinde duracakları meselesinde ayrışıyorlar. Yazı işleri, “sınırlarımız şunlar” diyor, adam da İngiliz ekolünden geldiği için “yemişim sınırlarını” diyor özetle! Ancak bu bile şunu izah ediyor bize: Amerika’da bile inanılmaz bir müdahale çabası var, dolayısıyla o kale ne kadar savunulabilir, bilmiyorum ama en önemli avantajları dilleridir. İngilizce evrensel bir dil olduğu için pazarları çok geniş. Bu nedenle, The New York Times gibi bir örnek, patronaj olmadan (ama sadece gazetecilikten kaynaklı bir sahiplik bu, o aile sadece bu işi yapıyor gibi) daha doğrusu, çoklu sermaye yapılarının doğrudan gazeteciliğe müdahale etmedikleri alanlarda devam edebiliyor... Fransa’da Le Canard Enchaine diye bir haftalık dergi vardır mesela. Onun bir sürü dosya ile skandallar patlatarak ilerleyen bir tarihi vardır ve tamamen çalışanların ortak olduğu bir mali yapısı vardır. Böyle örnekleri, dil avantajı ile hatta nüfus düşük olsa bile okuma alışkanlıklarının yüksek olması hasebiyle görebiliyoruz. Umarım Türkiye’de de sosyal medya sonrası yeni gazeteciliğin nasıl şekilleneceğine bağlı olarak bizim T24’te yaptığımız gibi (bu çok iyi bir örnek bence) bağımsız durmayı beceren ve yıllara direnen, tek derdi gazetecilik yapmak olan ve böyle bir dar bakış açısından bakmayan platformlar görürüz ileride.

Son olarak şunu eklemek isterim: Gazeteciliğin bir şeyi var ki içinde bulunduğumuz hayat bizi başka türlü bir gazeteciliğe itebiliyor. Demin değindiğimiz algoritma, beğenilme/beğenme meseleleri... Gazetecilik özü itibarıyla bu tartışmaların içinde bir yerinde duran bir meslek değildir. Şunu demeye çalışıyorum: “Muhalif”, “yandaş”, “candaş”, “kandaş” falan diye gazeteci olmaz. Böyle bir şey yoktur. Bir gazetecilik var ve dördüncü kuvvetten yola çıkarsak bu zaten iktidarları ve dolayısıyla mevcut yapıları denetleme gibi bir misyonu olduğu için pek tabii ki bunun iktidar çıkarlarıyla çatıştığı alanlar olabilir ama o iktidarların da denetime açık olmaları aynı zamanda kendi meşruiyetlerini arttırdığı için (yani iktidarda kalma sürelerinin ve halkın onlara güvenme sürelerinin artması meselesi) ideal bir demokraside gazeteler eleştiri görevlerini yaparlar. Bir yeri laf ola eleştirmek için değil, bir yanlışa dair bir haberi/bilgiyi açığa çıkarmakla alakalı bu görevlerini yapar gazeteler ve iktidarlar bundan hoşlanmaz ama bu ilişki böyle devam eder. Dolayısıyla gazeteci deyince bugün hayatında bir kez yazı işleri görmemiş, bir başlık atmamış, spot yazmamış, fotoğraf çekmemiş, haberle bir ilişki kurmamış, fiziken dahi orada bulunmamış ve sadece köşe yazan insanlara “gazeteci” demeye çok alışkın bizim dilimiz. Ancak şurası net ki bir tane gazeteci vardır ve o da önüne gelen şeyin haber değeri var mı yok mu, belli kriterleri karşılıyor mu, konuyu muhataplarına sordum mu, elimdeki belgeler doğruları yansıtıyor mu... Bunlara bakar, toplar, kanaatiyle beraber yazar. Hata da yapabilir, tekzip edilir, düzeltilir. Bu böyle bir meslektir. Kalkıp da küfretme derecesinde bağırışmalarla ya da birbirini ispiyonlarcasına “onu alın”, “bunu almayın” tarzında devlete ispiyonlamak eyleminin kendisine gazetecilik denemez. Röportajımızı okuyanlar da buna dikkat ederlerse bu sayede eğrisini doğrusunu ayırmış olurlar.

Burak Karataş: Çok güzel oldu, ağzınıza sağlık. Çok teşekkür ederiz.

Bu haber toplam 1117 defa okunmuştur