1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Gözyaşlarımızın Tadı Aynı
Gözyaşlarımızın Tadı Aynı

Gözyaşlarımızın Tadı Aynı

Gözyaşlarımızın Tadı Aynı

A+A-


Aliye Özsoylu
[email protected]

Gülen insan sayısı ile ağlayan insan sayısı arasındaki matematik; bir ülkenin veya bir toplumun içinde bulunduğu durumu analiz edebilmedeki en önemli unsurdur. Baktığımız zaman; mutlu insan profilini çok fazla görüyorsak o zaman “bilinen” arasındaki bağlantıyı daha kolay kurabiliriz. Çünkü “bilmek” insanı gülümsetmez; “bilmemek” de daha az acı verir. Olan biteni bir çocuk edasıyla seyredebilme lüksüne sahipse insan; hâlâ daha birçok şeyi bilmiyor demektir. Eskiden insanlar daha az sıklıkla ağlarlardı ve daha çok gülerlerdi. Aynı karmaşıklıklar farklı boyutta olsa bile durum böyleydi. Çünkü görselliği aktarabilecek araçlar, hayatın merkezinde değildi. İnsanlar vakitlerinin çoğunu bir makineye bağlı, evde oturarak geçirmiyorlardı, zamanlarını harcamıyorlardı. Bu yüzden hem kendi acılarına hem de başkalarının acılarına tanık olmuyorlardı, daha az haberdardılar olan bitenden. Şimdi öyle değil; şimdi her şeyden ve herkesten en gerçekçi şekliyle haberdar oluyoruz ve aslında bütün zamanlardaki insanlardan çok daha erken büyüyoruz. Bizim bulunduğumuz devirde, “bilinmezlik” diye bir şey yok; “bilmek istememek” var, bu yüzden çok istesek de uzun süre çocuk kalamıyoruz. Hâlâ günümüzde toprağa bağlı toplumlarda çocuklar; “çocukluk” dönemi yaşamıyorlar. Üretime katkıda bulunabilmek için erken yetişkin oluyorlar. Onların düzeninde bu bir ihtiyaç ve bunu gerçekleştiremezlerse istenilen düzeyde bir üretim sağlanamıyor. Amaçları bundan ibaret; buralarda çocuklar, “gönüllü” büyüyorlar. Bizim durumumuz bu kadar masum değil. Biz şımarık çocuklar diyarında kapılar açık oturan insan topluluğuyuz. Oyundan sıkılınca kalkıp haylazlık yapanlarımız da var; ağlayan insanların çokluğuna alışkın olmayan, merak eden ve öğrendiğinde de büyümeyi mecbur bilenler de var. Erken öğrenenlerimiz de var; ısrarla bilmek istemeyenlerimiz de. Ağlayan insanların çokluğunda varlığını sürdüren bir toplumun çocuğu olarak doğdum ben ama erken büyüyenlerdenim, erken öğrenenlerden ve bilmeyi bilmemeye tercih edenlerdenim. Çocukluğumun katili olduğumu da büyüdükçe daha çok anlıyorum.
Her şeyin başı merak mıdır? Bence öyledir. Merak etmek bir tercihtir. Bir şeye merakı olup onu hobi edinmekten bahsetmiyorum. Daha derin bir merak duygusundan bahsediyorum: Ne olup bittiğini “bilmek” istemek, buna hakkı olduğunu düşünmek ve bu doğrultuda hızlıca büyüdüğünü fark etmek. Hepimiz çocukken büyüklerimizden masallar, hikâyeler dinlemek isteriz. Yazının, sözün yerini bilgisayarların aldığı çağda bile bunları dinlemek, hayallerimize anlam vermek isteriz. Bazı toplumlarda kimi çocuklar hali hazırda bulunan masallar dinlerler. “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler”, “Hansel ile Gratel” bunlardan birkaçıdır. Bazı toplumlardaki kimi çocuklar da masallar ve hikâyeler yerine diz dibinde tarih dinlerler. Anlatılabilen kadar ve bilinen kadar… Bilmeyi öğrenmek; işte bu masal merakıyla başlar. Küçükken bildiğiniz masallar, birazcık daha büyüdüğünüzde sizi hayal kırıklığına uğratabilir. Çünkü bilmemiz gereken her şeyi en başta her zaman doğru öğrenmiyoruz. Bazen büyüklerimiz bizi mutluluk duyacağımız masallar anlatır ya da onların mutlu olduklarını düşündükleri şekilde tarihler anlatırlar. Ama sonra öğreniriz ki işin aslı bizim hiç de mutlu olmayacağımız şekildedir. O yüzdendir ki; büyüdükçe çocuk kalmak isteriz, özleriz çünkü büyüdükçe “bilmek” bize acı verir ve “keşke bilmeseydim, öğrenmeseydim, görmeseydim, duymasaydım” deriz.
Bilmek; rahatsız hissetmektir. Bildiğiniz zaman etrafa rahatsızlık vermezsiniz, kendinizi rahatsız hissedersiniz. Hele ki etrafınızdaki insanların çoğu bilmediklerinden ötürü gülüyorsa, siz kendinizi anormalleştirirsiniz. Farkında olduğumuz şeyler ve tanık olmak istemediğimiz şeyler aynıysa bir oyunun içinde olmadığımızı anlarız. “Bilmek”; oyunu sonlandırır ve insan; “bilinmez” olanın kıyısından köşesinden öğrendi mi bir şeyi bir daha oyun oynayamayacağını anlar. Örneğin; seçim dönemindeki toplumun insanlarının birçoğu yeni bir yüzün farklılık yaratacağını düşünür. Sadece düşünür ama bunu bilemez çünkü güven duygusundan yoksundur. Öncekiler de,  gelecek olan sonrakiler de birçok konuda yerinde saydığı için hiçbir değişikliğe gidemez. Buna şahit olan insanlar da bu durumdan bıkmalarına rağmen seçme hakkını yine de saklı tutar. Çözümün hiçbir zaman istenilen düzeyde olamayacağını bildikleri halde değişikliğe gitmekten de korkarlar. Değişemeyeceğini düşünürler. Hâlbuki “bilmek” değiştirebilmeyi gerektirir. Mesela; bir kişinin binlerce insanı sırf kendi mutlu olsun diye öldürdüğünü görürüz. Kendisi kimsenin kafasını kesmez ama bunlar için emirler verir ve yaptırır. Haksız olduğunu da biliriz ve masum insanlar için sadece dua ederiz. Onun kazanacağını da biliriz ama kurtarmak için uğraşmayız. Hâlbuki “bilmek” düzeltebilmeyi gerektirir. Ağlarız, haykırırız, eylem yaparız ama hakkımızın verilmeyeceğini de biliriz. Hâlbuki “bilmek” savunmayı da gerektirir. Kötü olan birine ikinci bir şans veririz. Kötü doğmadığını, sonradan, koşullar sebebiyle kötü olduğunu ve kendince sebepleri olduğunu biliriz. Ama sadece şans vermekle değil daha yaşanılabilir bir hayat sunmakla kötü olamayacağını da biliriz; düzelme ihtimalinin sadece bir şansla çok düşük olduğunu da. Hâlbuki “bilmek” iyileştirebilmeyi gerektirir. Peki ya hiçbir şey “bilmemek” nasıl hissettirir? Daha az suçlu ve daha az sıkıntılı. Bize böyle öğrettiler, öğretmeye de devam ediyorlar. Bir de yetmiyormuş gibi sürekli uyutuyorlar. Oysaki “bilmek” insanı daha insani kılar. Acı çekersin çünkü hem kendin için hem de başkaları için. Muhalefet olursun doğru olmayan şeylere ve bildiğine şükredersin yanlışları. Belki bazen tercih etmek gerekir bilmemeyi bilmeye ama “bilmek” diye bir şey var işte. Yok sayılamaz ve her şeye karşı, herkese karşı ek başına da olsa güçlü hissedersin. Bazı acıları görmek istemezsin, birini kaybetmek istemezsin ama fark etmez ki, her insan bir gün kaybeder zaten ve her kalanın gözyaşının tadı aynı olur.
İnatla “bilmek” isteyenlerden olmalıyım ben ve bildiği halde gülen insanlar olmalı etrafımda. Bilmediği için pişman olanlar ve müdahil olmadığı için üzülenler olmalı. Bir çocuk erken büyümeye zorlandığı için hırçın olmamalı; erkenden “bilmeyi” tercih ettiği için haylaz olmalı. Bu konudaki kavramlar tersine dönmeli bence ve toplumun yüzü bildiği için gülmeli. Etrafımızda olup biteni bilmemiz gerek ve uzaklarda olup biteni de. Hiç kimse bu dünyaya “sıradan” ölmek için gelmez. Ama birçoğu öylesine gider. Bilmek istemediği için, kapılar kilitli olduğu için farkında olmadan veda eder. Bilip değiştirebildiğiniz zaman bir şeyleri “suçlu” olmazsınız ama “sıradan” da ölmezsiniz. O kadar çok yakıştırıyorum ki bu adaya böyle insanları. “Bilenlere” izin vermek lazım çünkü onlar gerekenleri değiştirip, ihtiyaç olanları saygıyla yerinde bırakırlar ve ben de şimdi doğan çocuklara “şanssız” demekten vazgeçerim.

Bu haber toplam 1521 defa okunmuştur
Gaile 210. Sayısı

Gaile 210. Sayısı