
Gaile sordu, İlksoy Aslım yanıtladı: 'Sizce Gazze insanlığın geleceği adına yeni bir milat olabilir mi?”
İsrail, ABD’nin Soğuk Savaş’ın ilk aşamasında “Massive Retaliation” (Topyekün Misilleme) doktrinini örnek alan bir saldırıyı başlatmıştı. Buna göre, düşman öylesine büyük bir yıkım yaşamalıydı ki bir kez daha aynı şekilde davranmaya cesaret edemesindi.
İlksoy Aslım
[email protected]
Sıradan kötülüğe karşı küresel itiraz (mı?)
Küresel düzeyde İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırıma karşı giderek artan uluslararası bir tepki var. Dünyanın her tarafında binlerce kişi sokaklara dökülüp eylem yapmakta ve paralel bir eylemlilik uluslararası bir “dayanışma ruhu” sergilemekte. Bu yazıda Gazze soykırımının insanlığın geleceği açısından yeni bir milad olup olamayacağı tartışılacaktır.
Giriş
Geçtiğimiz günlerde Bahçeşehir Kıbrıs Üniversitesinde Filistin sorununun geçmişi ve bugününü anlatmış ve geleceğe yönelik bir projeksiyon sunmuştum. Sunuş için hazırladığım görsellerin bir kısmı fotoğraf ve haritalardı. İnternette karşılaştığım yüzlerce vahşet içeren fotoğraf arasında bir genç bir de yaşlı kadının umutsuzluklarını yansıtan iki kareyi görseller arasına almış ve sunuşta why? (niçin) diye sormuştum. İsrailli bilim insanı Ilan Pappe, Filistin’de yaşananların Avrupalıların kendi sorunlarını bölgelerinde çözmek yerine Yahudileri Orta Doğu’ya gitmeye teşvik etmeleri nedeniyle yaşandığını anlatmıştı. Gerçekte de Filistin sorununun başlangıcı bölgeye yabancı bir unsur olan Yahudilere Filistin’de bir "yaşam alanı” öneren Büyük Britanya’dan kaynaklanmıştı.
Sonuçlarını tartışacağımız 7 Ekim 2023 Saldırıları ve Gazze Savaşı, Filistin ile İsrail arasında yaşanan 2008-2009, 2012, 2014 ve 2021 çatışmalarının devamında gerçekleşmiştir. 7 Ekim’de Hamas ve diğer Filistinli grupların İsrail'e yönelik kabulü mümkün olmayan saldırılarına karşı İsrail’in ölümcül misillemesi Gazze'de 67,000'den fazla Filistinlinin öldürülüp 170.000'den fazla kişinin yaralanmasına neden olmuştur. İsrail’in saldırılarını soykırımdan farklı bir şekilde değerlendirmek mümkün değildir. İsrail, ABD’nin Soğuk Savaş’ın ilk aşamasında “Massive Retaliation” (Topyekün Misilleme) doktrinini örnek alan bir saldırıyı başlatmıştı. Buna göre, düşman öylesine büyük bir yıkım yaşamalıydı ki bir kez daha aynı şekilde davranmaya cesaret edemesindi. İsrail bu doktrin çerçevesinde hareket etmiş ve Gazze’yi büyük ölçüde ortadan kaldırmıştı.
İsrail saldırılarının sonuçları
İsrail’in soykırımı dramatik sonuçlar üretti. Gazze savaşı, öncelikle insani bir kriz yaratmıştı. Bunun nedeni İsrail'in Gazze'ye yönelik uyguladığı ablukaydı. İsrail abluka altındaki Gazze’ye hiçbir şekilde temel ihtiyaçların girmesine izin vermemişti. Bu politika ölümcül bir açlık krizi yaratmıştı. İsrail sadece yaşam alanlarını değil hastaneleri, dini mekânları, okulları, tarım arazilerini ve mezarlıkları da yok etmişti. Öldürülenler arasında sağlık çalışanları, gazeteciler, yardım çalışanları da bulunuyordu. Bu kesimler uluslararası hukuka göre savaş sırasında korunması gerekenlerdi. İsrail saldırılarının belki de en dramatik sonuçlarından biri Gazze’deki 2.3 milyonluk Filistin nüfusunun neredeyse tamamının yerlerinden edilmesiydi.
İsrail saldırıları en başından itibaren Küresel Güney tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Bu tepkiler ilerleyen dönemde Küresel Kuzey’e de sıçramış ve Batı dünyasının her köşesinde binlerce insanın katıldığı gösteriler düzenlenmişti. Uluslararası kuruluşlar da bu süreçte İsrail’e karşı tavır almaya başlamıştı. Örneğin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi İsrail’in saldırılarını kınayan bir karar geçirmeye çalışmış ama on dört evet oyu ABD vetosuyla sonuçsuz kalmıştı. Uluslararası hukuk kuruluşları da İsrail’e yönelik hareket içindeydiler. Uluslararası Adalet Divanı İsrail'i soykırım yapmakla suçlarken Uluslararası Ceza Mahkemesi de Başbakan Benyamin Netanyahu ile zamanın savunma bakanı Yoav Gallant için tutuklama emri çıkarmıştı.
Son sıradan kötülük sonrası dünya
Gazze’de yaşanan soykırım elbette sıradan bir olay değildi. Hannah Arendt bize Kötülüğün Sıradanlığı kitabında “sıradan” insanların da dehşet verici katliamları yapabileceğini anlatırken bir şeyin altını çiziyordu. Örneğin Nazi komutanları evlerinde “normal” bir yaşam sürdürüyorlardı ve kocaman devlet aygıtı içinde küçük birer dişliydiler, verilen emirleri uyguluyorlardı. Benzer şekilde Zygmunt Bauman da Modernite ve Holocaust kitabında bizim gibi sıradan insanların da “uygun koşullar altında başka zaman ve coğrafyalarda” vahşetin yaratıcısı olabileceğimizi hatırlatıyordu. İktidar, Siyaset ve Kültür kitabında yaptığı söyleşilerde Edward Sait’e kulak verirsek “kurbanların kurbanları” olmamızın sırrını da anlayabiliriz. Nazilerin kurbanlarının kurbanları olmanın acı sonuçlarını yaşamak zorunda kalarak.
ABD Başkanı Ronald Reagan’ın 1 Eylül 1982’de yaptığı konuşmayı hatırlayarak yazının sonucuna ulaşmaya çalışmak yararlı olabilir. Reagan ABD’nin İsrail’e verdiği desteği şu şekide açıklıyordu: “1967 öncesi sınırlarda İsrail, en geniş noktası en fazla 10 mil genişliğindeydi. İsrail nüfusunun büyük kısmı, [kendilerine] düşmanca davranan Arap ordularının top menzili içindeydi. İsrail'in yeniden bu koşullarda yaşamasını istemeyeceğim [...] Bu nedenle, Amerika Birleşik Devletleri Batı Şeria ve Gazze’de bağımsız bir Filistin devleti kurulmasını desteklemeyecek ve İsrail'in ilhakını veya kalıcı kontrolünü desteklemeyecek.” Bu konuşmanın günümüze yansıması tarihsel Filistin topraklarında ABD’nin iki devletli çözüme destek vermeyeceğidir. Bugün bölgede ABD ve İsrail’in üzerinde hemfikir oldukları yeni bir düzenin yaratılmasının koşulları hazırlanmaktadır. Evren Balta’nın ifadesiyle “Uluslararası Toplum Doktrini”nin yaratıcısı Tony Blair’in sorumlu olacağı bir uluslararası koalisyon planlanmaktadır. Bu plana göre, insan haklarını koruma sorumluluğunu savunan Blair, ABD’nin kuracağı düzenin başkanı olacaktır. 1990’ların sonu, liberalizmin küresel boyutta zirvede olduğu, insan hakları ve azınlık haklarının Batı tarafından “koşulsuz” olarak savunulduğu bir dönemdi. 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında ise bu politika değişecek ve “ahlaki sorumluluk” güç politikalarına dönüşecekti. Blair bu süreçte yaşanan 2003 Irak savaşıyla Başkan Bush’un (ABD’nin) “uysal ortağı” haline gelecekti. Anılan döneme kadar Batı dünyasının “ahlaki üstünlük” iddiası vardı, bugün ise artık yoktur.
Batı günümüzde giderek yalnızlaşan, barışı önceleyen geleneksel savlarını kaybetmiş ve savaşa hazırlanmaya öncelik veren bir durumdadır. Doğu ve Güney ülkelerinin de demokrasiyi önceleyen politikalar sürdürdüğü söyleyemeyiz. Çizilen bu kara tabloya rağmen gelecek gerçekten karanlık mı? Değil, çünkü “insanlık” hâlâ yaşıyor ve direniyor. Küçücük Kuzey Kıbrıs bile “yeter artık” diye haykırabiliyor. Tüm baskılara, dış müdahalelere rağmen insanda var olan savunma güdüsüyle halk Kuzey Kıbrıs’ta örgütleniyor, ben de buradayım ben de özne olmak istiyorum diyebiliyor. Dünyaya baktığımız zaman devlet yöneticilerinin bütün baskıcı ve gerici uygulamalarına karşı halklar dik durmaya çalışıyorlar. İspanya ülke çapında dünyanın bu kötü gidişine “hayır” diyor. İtalya ve Yunanistan’da liman işçileri İsrail’e gidecek malları gemilere yüklemeyi reddediyorlar. Kısacası bütün baskılara rağmen dünya halkları direnmeye ve örgütlenmeye devam ediyor. Filistinliler, dünya halklarının desteğiyle, Başkan Reagan'ın karşı olmasına rağmen kendi devletlerini bir gün kurmayı başaracaklardır. Kısa sürede değil ama ilerleyen günlerde ululararası hukuk da halkların mücadelesi doğrultusunda değişecektir. BM’nin sürdürülemez yapısı talepler doğrultusunda yeniden düzenlenecektir. Halkların tek tek ülkeler içindeki örgütlenmeleri devletlerin yapısını da değiştirecektir. Bugün değil ama yarın bu değişim hem İsrail’de hem de uluslararası düzeyde gerçekleşecektir. Ve İsrail’i eleştiren dünya nüfusunun çoğunluğu, uluslararası hukuk ve ahlâki gerekçelerle Filistinlileri desteklemeye devam ederken onlar da birleşmeyi öğrenecek ve devlet olma haklarını kazanarak zafere ulaşacaklardır. Bir gün mutlaka çünkü umut insanda.
















