
Gaile sordu, Doğuş Derya yanıtladı: 'Sizce Gazze insanlığın geleceği adına yeni bir milat olabilir mi?”
Etik cemaat… Kim olduğumuza değil, nasıl birlikte var olduğumuza yönelen bir alan sunma açısından umut vericidir.
Doğuş Derya
Kapılar Aralık: Etik Cemaat ve Olası Bir Eşik
Gazze’de yaşanan soykırım, farklı ülkelerden binlerce insanın ses vermesine neden oldu evet… Fakat bu tepkileri barışçıl bir geleceğin miladı olarak kabul etmek şimdilik bana fazla iyimserlik gibi geliyor. Yepyeni bir döneme giriyor olduğumuz bir gerçek; lakin son yıllarda yaşanan gelişmeler bu yeni dönemin daha demokratik bir geleceğe değil, daha totaliter bir sürece gebe olduğunu düşündürüyor. Hatırlayacaksınız, 2020 yılında Covid-19 pandemisi patlak verdiği zaman tüm dünya sürecin nereye evrileceği ile ilgili ciddi bir şaşkınlık içine düşmüştü. Bu dönemde bir yanda Giorgio Agamben, öte yanda Slavoj Zizek, pandeminin insanlığın geleceği açısından nasıl sonuçlar üreteceğine dair çeşitli önermeler geliştirmişlerdi.
Slavoj Zizek, Covid-19’un insanların birbirine olan karşılıklı bağımlılığını ve küresel dayanışma ihtiyacını görünür kıldığını söylerken, o dönemde sağlık çalışanlarının ortaya koyduğu özveri başta olmak üzere, kolektif sorumluluk alanları, kamu sağlığı ve gelir dağılımı gibi tartışmalardan örneklerle, eşitlik ve adalet taleplerinin yeni yönetimleri şekillendireceğini savunuyordu. Devletin değil, toplumun sırtlayacağı kolektif sorumluluklarla şekillenecek yeni bir komünizm modelinin çıkacağına dair umutlanıyordu.
Giorgio Agamben ise, esasen Carl Schmitt’in kavramı olan ve egemenin hukuk kurallarını tek taraflı askıya alarak olağanüstü hali tanımlaması anlamına gelen “istisna halinin” normalleşerek kalıcılaşacağını söylemişti. O dönemde sağlık gerekçesiyle alınan sokağa çıkma yasağı, dijital takip, özgürlüklerin kısıtlanması gibi olağanüstü önlemlerin zamanla normalleşeceğini ve liberal demokrasilerin giderek otoriterleşeceğini savunmuştu Agamben… Yasakların, baskının, hukukun rafa kaldırılmasının, sansürün, kısacası otoriterleşmenin birçok suretini görüyoruz şimdi. Yani haklı çıkan Zizek değil, Agamben oldu.
Başka ne diyordu Agamben? İstisna halinin kalıcılaştığı durumda, birey, homo sacer yani tüm yurttaşlık haklarından arındırılmış, siyasal özne olma kapasitesi bertaraf edilmiş, çıplak/yalın ve savunmasız bir hayata dönüşür diyordu. Çünkü “İstisna Hali”, hukukun geçici olarak askıya alındığı ama bu askıya alma yetkisinin yine hukuk tarafından tanındığı bir durumdur. Hukuk dışı olan şey, hukukun içinden doğar; yani hukuk varmış gibi görünür ama uygulanmaz. İstisna hali bugün birçok ülkede olduğu gibi yapısal bir yönetim biçimi olduğunda, insanlar bir hukuk düzeninde yaşıyormuş illüzyonu içinde kalarak her türlü hukuksuzluğa maruz kalıyor. Hepimizin hesap sorma enstrümanları ya elimizden alınıyor ya da etkisiz hale getiriliyor. Ne kadar mücadele edersek edelim gücü elinde bulundurulanların bildiğini okuduğu ve bir toplumsal müzakere alanı olarak siyasetin anlamsızlaştırılmak istendiği bir alan yaratılmaya çalışılıyor. Bu durum, bireyi “ne yaparsam yapayım hiçbir şey değişmeyecek” hissine gömen bir öğrenilmiş çaresizlik duygusu ile sınanmaya iterken, örgütlü mücadelelerin ve kolektif arayışların da altını oyuyor. Kısacası, bireyleri atomize eden ve örgütlü direniş mecralarını çözelten bir yerden işliyor.
Tüm bu sosyolojik süreçler şüphesiz ki kapitalizm deri değiştirdiği için oluyor. Yapay zekâ teknolojisi başta olmak üzere, 21.yüzyılın ilk çeyreğinde inanılmaz bir hız kazanan teknolojik yatırımların ihtiyaç duyduğu enerji kaynakları üzerinde kimin hakimiyet kuracağı ile ilgili ciddi bir yarış var. İkinci dünya savaşı sonrasında Breton Woods sistemi etrafında şekillenen kapitalizm ve liberal demokratik düzenler, yerini bambaşka bir küresel ilişkiler ağına bırakıyor. Artık hukuk düzeni iddiası taşıyan ulus-devletlerin değil, borsada para oynatan askeri güvenlik şirketleri ile bu şirketleri finanse eden ve hatta hükümetleri belirleyerek dünya haritasını yırtıp yeniden diken enerji şirketlerinin oluşturduğu bir dünya var. Bu dünya dijitalleşmenin ve dolayısıyla da kontrol ve gözetimin dışında kalma imkânı bırakmayan bir dünya olarak şekillendiriliyor. Nadir bulunan toprak elementlerinin gıda, su, ekolojik denge ve insan hayatından çok daha önemli hale geldiği bir düzene tanıklık ediyoruz. Yapay zekâ teknolojisini üretenlerle bu teknolojinin müşterisi haline getirilenler üzerindeki tahakküm ilişkileri etrafında kurulan yeni bir dünya bu… Bu dünyayı tanımlama çabaları devam ediyor. Mesela Yanis Varoufakis Tekno Feodalizm evresine geçiş yaptığımızı söylüyor.
Tanımlama çabası içinde boğulmadan kısaca söylemek isterim ki, artık dünyayı yöneten otokratları siyaset bilimi üzerinden değil işletme disiplini üzerinden anlayabiliyoruz. Çünkü şu an dünyanın en güçlü devletlerini tüccarların, şirket ceo’larının, finansçıların ve emlakçıların zihniyeti yönetiyor. İşte Gazze’de 70 bin insanın öldürülmesine, milyonlarca insanın yerinden edilmesine neden olan küstah şiddetin ve pervasız vahşetin temelinde de bu zihniyet var. Bu zihniyet faşist Netenyahu ve ona destek çıkan züppe Trump’ın yaptıklarından ibaret değil. Bu zihniyet bir bütün olarak başka ülkelerde de iktidarda…
İşte tam da bu noktada, başladığım yere geri dönerek, yine Agamben’e yaslanarak, onun “etik cemaat” kavramına referansla bitirmek istiyorum.
“Etik Cemaat” inşa edilmiş kimliklere, aidiyetlere ya da önceden kurulmuş egemenlik ilişki ağlarına dayanan klasik siyasal topluluk kavramının ötesine geçen, ortak kırılganlığa ve çıplak yaşama dayalı bir cemaati ifade eder. Söylemsel alanların kurduğu ve “kim olduğumuzu” tanımlayan bir yer olmaktan ziyade, “nasıl yaşadığımızı” mesele eden, konumlara değil süreçlere odaklanan bir alandır. Milli, etnik veya dini kimlikler gibi sabit kimlikler veya özdeşlikler etrafında değil, daha önce Auschwitz’te şimdi de Gazze’de yaşanan soykırıma tanıklık eden, karşı duran, söze dökülemeyeni bedene taşıyan bir topluluk halidir. Ulusal, dini ya da ideolojik kimliklerin ötesinde yaşamın kendisine sahip çıkmaya çalışan bir alandır. Gazze’ye dair uluslararası tepkiler aslında böylesi sınırlar ötesi bir etik cemaati anıştırıyor. Hukuksal bir yaptırım doğurabilme kapasitesinin ötesinde daha ontolojik bir dönüşüme davet ediyor. Kim olduğumuza değil, nasıl birlikte var olduğumuza yönelen bir alan sunma açısından umut vericidir. Otokratların yaşattığı insani krizlere karşı uluslararası bir etik cemaatin oluşumu, bence potansiyel olarak dönüşümün öznesi olabilir. Bu özne olma hali, ancak sadece kurumların değil ilişkilerin dönüşümünü hedeflediği ve bunu radikal bir şekilde yapmayı becerdiği anda ortaya çıkabilir. Son bir cümleyle ifade etmeye çalışırsam, “etik cemaat” kapının üzerimize kapanmasını engelleyebildiğimiz, kapıyı aralık tutabildiğimiz yerdir. Bir gün kapıyı tamamen açabileceğimizi düşündüren bir eşiktelik halidir.
















