1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Editörün Notu
Editörün Notu

Editörün Notu

Her ne kadar coğrafya kaderdir dense de, bizim coğrafyamızda depremin yıkıcı etkilerinin sadece kaderle açıklanamayacağı da ortada.

A+A-

Şubat ayının editörü olarak Maraş depreminden önceki gün şöyle başlamıştım yazıma. “Kötü günlere kısa bir mola verildi sanki. Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimine kadar ertelenen sahte bir rahatlama dönemi yaşıyoruz, oysa daha önce eşi benzeri görülmemiş bir enflasyonist ortamdayız. Buna ek olarak çok geç gelen kış ve yağmur, dünyanın ekolojik ve toplumsal dengelerinin belki de birbirlerine ne kadar paralel olduğunu hissettiriyor bize”

Kötü günlere verilen molanın ne kadar kısa olduğunu da böylece anlamış olduk. Artık bu kadarı da olmaz bari 2023 güzel geçsin, nedir bu son dört yılda çektiklerimiz derken bu yıl yaşanan felaketin bir nükleer savaş kadar büyük olduğunu anladık. Uzmanlar depremle yaklaşık 500 atom bombası atılmışa eş değer bir enerjinin açığa çıktığını söylüyorlar.

Ancak her ne kadar coğrafya kaderdir dense de, bizim coğrafyamızda depremin yıkıcı etkilerinin sadece kaderle açıklanamayacağı da ortada. Depremin hakkında konuşurken bir arkadaşımın anlattığı bir olay da işte bu gerçeğin sarsıcı bir özeti oldu. Bu arkadaşım Japonya’da uzun yıllar yaşamış ve Fukuşima depreminden sonraki artçı depremlerden birine tanık olmuş. Bu artçı sarsıntı sırasında bir binanın on beşinci katındaki bir restoranda Japon arkadaşlarıyla çay içiyormuş. Depremin şiddetiyle bina beşik gibi sallanmaya başlamış. Ancak kimse telaşlı görünmüyormuş ve masasındaki Japonlardan biri çayına dikkat etmesini işaret etmiş arkadaşıma, çay sıcak dökülebilir gibisinden. Bizde binaları yerle bir eden depremler Japonların ancak çayını dökebiliyor. Başka ne söylenebilir?

Depremden önce kalem almış olduğum yazımın devamı ise şöyleydi:

“İlk defa bu kadar korkunç bir kabus yaşıyoruz. Eğer demokrasi seçimi kazanamazsa bu seçimin son gerçek seçim olma ihtimali öyle büyük ki. Bize çocukken saltanatın nasıl yıkıldığı ve halk iradesine nasıl geçildiği anlatılırdı tarih derslerinde. Hiç aklımıza gelir miydi bir gün saltanata geri döneceğimiz? Yüzyılın kazanımlarının bir anda çöpe gideceğini öngörebilir miydik? Şu anda bu tehlike bir hayal olmaktan çıktı ve çok olası bir hale geldi. Demokrasinin karşısında basın dahil bütün kurumları ele geçirmiş bir diktatörlük var. Sahnede göstermelik, samimiyetsiz bir demokrasi oyunu oynanıyor. Demokrasinin muhalefetteki aktörleri adil bir seçim imkanını kaybetmişler, karşılarında devletin bütün imkanlarını; yargısını, polisini, askerini ve ekonomik gücünü sonuna kadar kullanmaktan çekinmeyen iktidar partisi var. Sandıkların güvenliği, yani halk iradesinin ortaya çıkacağı en kutsal alan dahi güven altında değil. Kuzey Kıbrıs’ta yapılan son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bunun bir provası yapıldı. Ve halk olarak irademizin hiçe sayılıp demokrasinin satıldığına tanık olduk. Belki de demokrasinin de hiçbir zaman ulaşılamayacak olan gökkuşağı misali bir ütopya olduğuna inanabiliriz. Belki de faydalı bir yalan, kendimizi iyi hissetmemiz için kurgulanmış bir oyundur.

Tarih ilerde adil bir şekilde yazılabilecek mi bilmiyoruz. Ama eğer yazılabilirse Türkiye demokrasisinin verdiği sınavlar ders olarak okutulacak niteliktedir. Ancak Türk halkını bu duruma düşüren dinamikler aslında muhalefet iktidara gelse dahi kolay kolay bozulacak gibi değildir. Her şeyin temelinde korku ve açlıkla terbiye edilen bir halkı görebiliriz. Çoğunluğunun kendisi için neyin gerçek anlamda iyi olduğunu göremeyen bir halk doğru seçimleri yapabilir mi? Peki Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan bizler için durum çok farklı mı? Kendimizi Türkiye’de ve dünyada olup bitenlerden ne kadar ayırabiliriz?

Aydınlanma kavramının ortaya çıktığı Avrupa’da bile durum daha farklı değil. Irkçı ve aşırı sağcı partilerin yükselişte olduğu, popülist liderlerin prim yaptığı Avrupa halklarının ne kadar aydınlanmış oldukları da tartışılır. Genel olarak dünyanın sosyo-politik ortamında bir yozlaşma ve gerileme hakim.”

Bu satırları tekrar dönüp baktığımda depremin bütün algımı nasıl değiştirmiş olduğunu görüyorum. Evet demokrasi sorunumuz aynen duruyor. Ancak deprem her şeyi yerle bir ettiği gibi siyasal düzeni de kökünden sarsacak görünüyor Türkiye’de. Bu konuları Depremin Kaybettirdikleri adlı yazımda tartışmaya çalıştım.

Bu tür konuların derinlemesine tartışılması ve aydınlanmanın her daim gündemde olması lazım. Bu anlamda 499. Sayısına ulaşan Gaile’nin yüklendiği misyon tartışılmaz önemdedir. Keşke basılı olarak elimize alıp okuyabilseydik, ancak bu haliyle bile birçok yerde kolayca bulamayacağınız çeşitlilikte yazılarıyla, siyaset, edebiyat, felsefe ve sosyoloji gibi alanlarda Kıbrıs insanına düşünsel bir besin sağlayabilmektedir.

Bu sayıda gene çeşitli konularda yazılarla Gaile okurlarıyla buluşuyor.  Hakkı Yücel, “Gündüz güneşinin gözlerimizi kör ederek göremediğimiz -bu yüzden çoğu kez yanıltıcı- birçok şeyi (fiziksel yoksunluk) görebilmemizi, hissedemediklerimizi (duygusal yoksunluk) hissedebilmemizi sağlayan yaratıcı bir kudret yok mu orada?” derken belki de kişin yaratıcı karanlığına açılan bir metafor ve deneyim alanı olarak Gece üzerine yazıyor.

Nugen Derman Duru, eğitim sistemimizin büyük bir yarasına parmak basmış yazısında; ‘Geleneksel eğitimin kıskacından çıkamayan eğitim sistemi içinde bu ders dışı etkinlikler, başta öğrenciler olmak üzere öğretmenler için de taze bir nefes alanı oluşturmaktadır. Bu alan, güncel olanı ve çağı yakalama konusunda daha özgürlükçü yaratımlara zemin hazırlamada oldukça cömerttir.’

Hakan Karahasan, merak uyandıran yazısında, kültürel çalışmalar alanının önde gelen isimlerinden birisi olan Stuart Hall’ı tanıtıyor bize. Yaptığı ilgi çekici girişle Stuart Hallı’ı okuma arzusu uyanıyor içimde.

Kölelik ticareti üzerinden gerçek esareti tartışan Gökçebağ güzel yazısında,’İnsan yalnız olmadığı halde yalnızlık hissettiği gibi, bedenen esir tutulmadığı halde aklen esarete maruz kalabilir, zindan gibi daracık bir bakış açısına sıkışıp kalabilir. Irk, millet, sosyoekonomik farklılıklar gibi yüzeysel sebeplerden üstünlük hissi barındırmak da bu zindana mahkum olmanın alametlerindendir.’ Diyor.

Ve genç yazarımız Vedia Bakıroğlu İyiliğin gerçek anlamını içten bir üslüpla tartışıyor. ‘Yani “görecelilik” kavramının hayatımızda daha anlamlı bir yeri olsa belki de birbirimizi düzeltmek ve değiştirmek amacı gütmek yerine çevremizi anlamayı odak noktamız haline getirebiliriz.

Ve Faize Erdoğan, ‘Erişimi, ulaşımı olmayan bir ülkede bizim de insanca ve özgürce yaşamamız mümkün olabilir mi? Peki yetkililerimiz bizleri neden görmüyor’ diyerek Engellilerin isyankar sesi oluyor.

Herkese iyi okumalar

Sevgiler

Yılmaz Akgünlü


Yayın Kurulu:

Ahmet Güneyli

Emel Kaya

Hakan Karahasan

Hakkı Yücel

Niyazi Kızılyürek

Pervin Yiğit

Seda A. Refik

Serkan Tansel

Yılmaz Akgünlü

Ağ editörü: Hüseyin Özbarışcı

Kapak tasarımı: Cenk Mutluyakalı

Yayıncı: yeniduzen.com

Bu haber toplam 1979 defa okunmuştur
Gaile 499. Sayısı

Gaile 499. Sayısı