1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. ‘’Doğrudan ve Yanlıştan Öte Bir Yer’’
‘’Doğrudan ve Yanlıştan Öte Bir Yer’’

‘’Doğrudan ve Yanlıştan Öte Bir Yer’’

Rahmetli babamla yaptığımız, şimdilerde çok daha büyük bir özlemle andığım sohbetler ikimiz açısından da büyük bir keyifti.

A+A-

HakkıYücel.  
hkyucel52@gmail.com                                                                 

 

‘’Hatıralar da dal istiyor
kuşlar gibi konacak.’’

Oktay Rifat.

Rahmetli babamla yaptığımız, şimdilerde çok daha büyük bir özlemle andığım sohbetler ikimiz açısından da büyük bir keyifti. O, bir zamanlar kucağına aldığı oğlunun büyüyüp de sohbet ortağı olmasından; ben, bir babadan aynı zamanda sırdaş mertebesinde bir dost edinmekten ve de sohbetinin muhatabı olmaktan mutluyduk. Onu dinlerken, özellikle eskilerde kalmış ve şimdilerde çoğu unutulmuş kimi değerleri içkin dönemlerin yaşayan tanığı olarak anlattıkları bende her seferinde geniş kapsamlı bir ‘sözlü tarih’ çalışmasından gizemli satırlar okuyormuşum hissi uyandırıyordu. Büyük bir heyecanla ifa ettiği kamusal yönü güçlü öğretmenlik mesleği boyunca biriktirdiği deneyimlerden ve yaptığı gözlemlerden aktardıklarıyla, kolektif hafızaya/kimliğe ait çarpıcı örnekler içeren geçmiş (tarih) odaklı bu sohbetlerin benim açımdan, duygusal ve düşünsel olmak üzere iki boyutu vardı.

Duygusal boyut, üzerine konuşulan geçmişin yaşanmış ve bitmiş olmasından ve de bir daha yaşanmasının imkânsızlığından kaynaklanıyordu. Hayali olarak çizilmiş bir çizginin gerisinde kalan ve bir o kadar hayali cennet olarak anımsanın bir dünyanın (öyle ya o cennet ya geçmiştedir ya da gelecekte) ebediyen yitirilmesi olarak da açıklanabilecek bu durumun, bir duygulanım hali (hatta abartılı bir duygulanım hali) yaratması çok doğaldı.

Düşünsel boyut ise daha spesifik olarak aynı geçmişte, adanın iki ana toplumu Kıbrıslı Türklerle Rumlar arasında giderek kanlı çatışmalara yol açacak ve müzmin bir hal alacak olan ‘Kıbrıs Sorunu’ ile ilgiliydi. Bu bağlamda üzerine düşünmeyi tahrik eden, her iki toplumla ilgili olmak üzere daha çok yukarda pişirilip kotarılan siyasi düşmanlıklarla (politik), her şeye rağmen altta mevcut sosyal dostlukların (poetik/kültürel) paradoksal biraradalıklarıydı. Aynı anda düşman/dost halini(n) yaşama/yaşanma paradoksuydu bu ve beraberinde, belki biraz da benim tahrikimle, zihni zorlayan doğurgan soruları gündeme getiriyor ve de sohbetimize duygusal olmaktan öte düşünsel yanı öne çıkan bir tartışma havası katıyordu. Enine boyuna konuşuyorduk.-

O sohbetlerin mahiyetine ait genel bir tablo çizecek olursam babam, ‘’bir şeyi doğrudan yaşamakla onu sadece kitabi olarak (tahayyül ederek) yaşamak arasındaki fark, o şeyi doğrudan yaşamanın verdiği tecrübedir’’ diyerek (bu sözlerde genç ve heyecanlı oğluna ayrıca kinayeli bir hatırlatma, uyarı olduğunu ben biliyordum) temkinli bir duruş sergilerdi. Söylediği -tam olarak böyle ifade etmese de biraz da laf dokundurmak amacıyla ‘’söylediklerimi artık kitabına sen uyduracaksın, bunları okuyan sensin’’ diyerek bana yol verirdi- bu paradoksal biraradalıkta son kertede belirleyici olanın, her iki toplumda da, ne yazık ki ‘siyasi tarih’ anlayışı ve onun ürettiği ayrıştırıcı/çatışma eğilimli politikaların olduğu ve asıl vahimi bunun toplumların geniş kesimleri tarafından açık ya da gizli kabul gördüğüydü. Maalesef böyle olduğu için de (bu yazıklanma vurgusunu yapmaktan da kaçınmazdı) ‘düşmanlık-dostluk’ birlikteliğinde son kertede düşmanlık (istendiği anda) harekete geçtiğinden (‘’sen istersen geçirildiğinden diyebilirsin’’) sorunun aşılmak bir yana kalıcılaşma tehlikesi vardı. Nitekim öyle de olmuştu. Gönül başka türlü olmasını arzu etse de unutulmaması gereken mevcut olanın hakikatinin olması istenenin hayalinden ne yazık ki daha gerçek olduğuydu

Onun söylediklerine karşılık bense, önce bir düzeltme amacıyla ‘’doğrudan yaşamak tamam da, yaşananlara anlam vermek, görünenin arkasındaki görünmeyenleri de aramak da gerekmez mi; böyle olunca da kitabın bilgisine ihtiyaç duyulmaz mı?’’ diye sorar ve devamında da yukarıda kurgulanan hikâye (tarih) ve dayatılan uygulama (politika) karşısında, her şeye rağmen altta (toplumsal zeminde), doğal yaşamın hakikati olarak, ‘sosyal-kültürel’ ilişkilerin olduğunu, bunun birleştirici/uzlaştırıcı etki gücünün farklı bir anlayışla (sosyal-kültürel tarih anlayışıyla) farklı bir hikâyeye dönüştürülebileceğini (‘düşmanlık-dostluk’ birlikteliğinden dostluğun baskın çıkabileceğini) ve buradan hareketle buna denk düşen farklı uygulamalarla (bu zeminde geliştirilen yeni politikalarla) sorunların aşılabilmesinin mümkün olabileceğinden dem vuruyor, mevcut olanla yetinmenin ise zamanı sabitlemek demek olacağını, oysa esas olanın hayatın dinamik akışkanlığı ve buradan doğacak imkânları değerlendirerek ‘mevcut olan’ın sorunlarını aşmak olduğunu söylerdim. Kesin olan şuydu ki bu minval üzere dallanıp budaklanarak devam eden sohbetimiz kimin haklı kimin haksız ya da doğru/yanlış olduğu ısrarını taşımaktan uzaktı.

Yirminci birinci yüzyılın ilk çeyreğini tamamlamakta olduğumuz ve hâlâ aşamadığımız ‘Kıbrıs Sorunu’nu bütün sıkıntılarıyla yaşamaya devam ettiğimiz bugünlerde, özellikle iki taraf arasında geçişlerin başlamasıyla aynı paradoks (siyasal düşmanlık/sosyal dostluk) yeniden yaşandığından mıdır, artık sonsuz uykusunda olana babamla yıllar önce yaptığımız o geçmiş zaman merkezli sohbetleri yeniden hatırlıyorum.  Düşünüyorum da biraz da bu türden tartışmaları tahrik eden ve de O’nun söylediklerini de kitabına uydurarak ve de şu anda çok kısa, özetleyerek aktardığım bu sohbetlerimizde, kimi zaman sabrını ve bu sorun çerçevesinde temkinli duruşunu da zorlayarak güya önünü açmak adına O’na, siyasal düşmanlıkların ‘siyasi tarih’ anlayışından kaynaklandığını, bu anlayışın ayrıştırıcı ve çatıştırıcı özelliği olduğunu, ‘geçmiş-şimdi ve gelecek’ dâhil hayatımıza yön veren hâkim tarih bilgisinin bu olduğunu (sürekli endoktrinasyon), resmiliğinin  (Resmi Tarih) ve otoriterliğinin buradan kaynaklandığını (siyasal düşmanlık); buna karşılık sosyal-kültürel tarih anlayışının politik olmaktan çok poetik (kültürel) bir mahiyetinin bulunduğunu, haliyle karşılıklı etkileşime açık, ayrıştırıcı değil, diyaloga, bir aradalığa eğilimli olduğunu ve uzlaşmacı bir hüviyet taşıdığını (sosyal dostluk);  tarih yazımında/bilgisinde ‘siyasi tarih’  anlayışının ‘sosyal kültürel tarih’ anlayışıyla yer değiştirmesinin daha huzurlu bir ada ve dünya ve de iyi bir gelecek oluşturmak/oluşturabilmek adına zorunluluk arz ettiğini söylediğimde, ‘’bir şeyi doğrudan yaşamakla onu kitabi (tahayyül ederek) yaşamanın arasındaki fark, o şeyi doğrudan yaşamanın verdiği tecrübedir’’ diyerek beni -takdir ettiğini söylese de- fazla kitabi bulduğunu söyleyen babamı ne kadar ikna edebiliyordum, bilmiyorum. Ama o gün olduğu gibi bugün de şunu bir kez daha rahatlıkla söyleyebiliyorum: O sohbetlerimizde farklı duruşlar ve görüşler sergilesek de karşılıklı konuşabilmenin, tartışabilmenin, eleştiriye açık olmanın zaman içinde daha da gelişen örneğini sergileyebildiğimizden, doğruyu/hakikati tek başımıza sahiplenmek gibi ısrarcı, katı yaklaşımlarda bulunmadık. Dahası duygulardan arınmış tek başına aklın vahşete çok yakın; aklı göz ardı eden duygunun hakikate çok uzak olduğuna, doğruyu (hakikati) tek başına sahiplenme iddiasının ise iyilik değil daha çok kötülük üreteceğine ikimiz de daha çok inandık. O günlerde bunu böyle ifade edemesek de -şimdilerde böyle olması gerektiği çok daha aşikâr- bu türden sohbetlerin sonunda ikimizin varmaya çalıştığımız -aslında varmamız gereken- ama adını koyamadığımız yerin (sadece ikimizin mi, bir çatışmada/sorunda taraf olan bütün kesimlerin ve bu kapsamda serdedilen müktesebatın), Mevlâna’nın işaret ettiği o yer olduğuna daha çok inanıyorum:

‘’Doğrudan ve yanlıştan öte bir yer var. Orada buluşalım’’

Bu haber toplam 2951 defa okunmuştur
Gaile 503. Sayısı

Gaile 503. Sayısı