
Bu SENİ SEVMİYORUM demek DEĞİLDİR…
Gülfidan Erhürman: İki aşık bir bavulun içindeydik/ Hayal otelini terk ederken/ senin kirli çamaşırların vardı içinde tüten/ benimkilerse ömür boyu giyilmediklerinden/ sahte etiketler sallanıyordu üstünden./ Aşk İngilizce konuşuyordu/ duygulara dokunmadan
Gülfidan Erhürman
İki aşık bir bavulun içindeydik/ Hayal otelini terk ederken/ senin kirli çamaşırların vardı içinde tüten/ benimkilerse ömür boyu giyilmediklerinden/ sahte etiketler sallanıyordu üstünden./ Aşk İngilizce konuşuyordu/ duygulara dokunmadan/ Benim içimde bir maraz bir çocuksu heyecan/ Aynı yerde fırfırlı eteğimle dönüp dururken/ aşk eteklerimden savruluyordu/ Ve ben her dilden anlıyordum onu/ yaşamadan…
Akasyalar açıyor zamanı gelince. Altın toplar süslüyor her yerini doğanın ekşiler çiçeklenirken. Portakallar, yusuflar, hatta o yaban turunç bile yarışta onlarla, aşılanmadan… Ebeden ölmez çiçeklerinin kurusunun bile işe yaradığı bu ülkede nasıl kuruyabilir ki insan aşktan sevdadan…
Tanrı akıl dağıtırken… Bu insanlar dağlarda viziniya, mantar, deniz kenarındaki kayalıklardan gabbar, ovalardan da mangallo, gömeç, gavulya toplarmış, dedem öyle der… Ve savaşanlara gülerdi takma dişleriyle içinden küfrederek, neyi paylaşamıyorlar ki diye!
Bana sıra gelmez diyen çocuklar gibi şeniz, yok olacağımız o serüvene sürüklenirken… Nereye gideceğimizi bilmeden, hatta çoğumuz öğrenmek bile istemeden bavullarımız elimizde bilmediğimiz bir geleceğe bindiriliyoruz selametle…
Ve memleket yangın yeri, her taraf yanıyor, mendil satan kız çocukları dolaşıyor sokakta, ben onlardan ağlamayı satın alıyorum defalarca, hâlbuki sendikaya kayıtlı gözyaşlarım grevde… Haklarım budanıyor, filizlenemiyorum… Ve nasıl vazgeçer ki insan kendinden!? Bana aşık mıyım diye sen sorma bari… Açmaktan vazgeçen bir yabani orkide gördün mü mevsimi gelince veya vazgeçebilir mi o açtığı yerden? Mesala bir insan doğduğu yerden vazgeçebilir mi?! Aşk budur işte, doğmaktır bir yere veya birilerine…
Denizden, karadan, güneyden, kuzeyden, her yerinden görebildiğin o gün doğumu aşktır işte… Nereye gideceksen gidersin ama döneceğini bilerek valizine koyduğun ilk şey de odur. Bir de yanına hasreti dürersin güzelce ve her ahta o memleketin kokusu tüter nefesini içine çekerken…
Yazan insan hayatını erteler. Niye mi yazıyorum aşkla uğraşacakken!? Kötü kavgalar kesiyor önümü, pahalılıklar, insan ezmeler… Birini alıyor birini atıyorlar ekmek kavgasında… Kimse e(k)meği öpüp de alnına koymuyor görüyorsun. Tuzlu suya su katacaklarmış! Gözyaşım bile tadıyla tuzuyla akmıyor. Sudan sebeplere çare üretiyorlar ben çaresizken. Gerçekler su dere gözümün önünden akarken, ben, belediyeden muzdarip asfaltta biriken suyum; içimden geçenler benim üstüme sıçratıyorlar çamurlu suyu… Kirleniyorum…
Yarım açıyor gül ağacım. Yarısı hasta dikenlerim içime dönmüş, bana batıyor. Kim nasıl isterse seni seviyorum desin, dünyada açılmayan susamım… Devrilmiş bir çamın gölgesine ağlıyorum, hatıralarım iğne yapraklarıyla batıyor bedenime… Her yanım sızı… Bir de ölüm yalnızlığı…Kötülüklerim yakama ilişmiş katil diye, birileri kazdıkça kemiklerim çıkıyor yerin altından… İnsanlığım her karede yerin dibine batmış… Aşık kemiğimi bulamıyorum… Aşık mıyım? Sorma, bilmiyorum…
Kimseler tutamıyor beni, hiçbir geleneğim bana yar değil… Ben olmaktan kaçıyorum. Aşkından hisarlara da tırmanamıyorum artık, çok naz aşık usandırmıştır, az naz kaale alınmaz, ikisinin ortası aşk olmaz... Muhaliflerle nal topluyoruz, atı alan bizi An/karaya sürüyor…
Bir ressam gibiyim, kör ışıkta sevişmelerim her renge dönüyor… Sevişmediklerim fırça/da kalıyor, gülüşlerim eski fotoğraflarda… Mastürbasyon kesmiyor, ne anlatsam eski hâlimden birilerine, bana bakıp gülüyor… Kör ölmüş de badem gözlü hâldeyim…
Bu, yine de seni sevmiyorum demek değildir…
Her savaş bulutunun altında bir becerikli, bir altı parmak, bir kör kemaneci çalıyor beni. Hep bir çocuk gelin hâlindeymişim, elini, kendini nereye koyacağını bilmeyen… Duvağım mutsuzluğa uzuyor, sürükleniyorum yerlerde, kimse ucundan tutup kaldırmıyor…
Bir zaman Mehmedali çağırmış dağlar, çağırdığı öfkeyle kaldırmışım elimi, elim bir çatal havada demokrasiye… Biri halk diye bağırıyor… Halk diye bana… Bir kulağımdan girip ötekinden çıkıyorum, etrafıma bakıyorum, kimseler yok… Hayatımdaki dalgakıranlar kırıyor hevesimi… Bana aşık mıyım diye sorma yine, bak! Kızıyorum…
Çoronik anlatmış beni zaten kapı kapı gezerek derdime çare olmayan tekerleme tarihle… Hasanbulliler dağdan inmek zorunda kalmış, dağları oymuşlar da yaşayacak yer bırakmamışlar onlara, hayalimde bile… Denizi asmışlar gözümün önünde, çıtım çıkmamış ama denizle övünüyormuşum… Kavazoğlu ve Mişaulis’i vurmuşlar sokağın ortasında, sonra Kutlu Adalı’yı bana rağmen, gerisini bilmiyorum… Niyazi’den dinliyorum iki dilli yılan tarihi. Kimleri öldürmüşler içimden ve kim sağ kalmış ki!? Ne vurdumduymazmışım ama… Bu yine de seni sevmiyorum demek değildir…
Ruhum ruhuna akıyor kimliğim açık pazardayken. Liberal kırbaçlar yiyorum arkama, yüreğim yara bere içinde. Yırtıp pırtıyorlar beni, dağlarda Mecnun gibiyim ve bir de Leyla hâldeyim ki sorma… Parçalara ayrılıyorum kurtlar sofrasında…
Ve haklısın, tuhafım, vazgeçmiyorum aşktan bahsetmekten hâlâ… Hatta bin şiir attım kapına, sen seç istiyorum, adını saklıyorum yazılarıma, var ara da bul… Bul da başın göğe ersin… Acıklı bir şarkıya fon olmaktan vazgeç, dağ başını duman alıyor işte… İlla gözlerin, illa yüreğin kirpiğime tel, telgrafın tellerinden gelen o eski habersin kavgaşer, ıslak bedenimde hala elektriğin var… Ve benim bu ülkede elektriği kaybetme ihtimalim… Düşünebilir misin???
Üç dilimden de düştün, gözümden de ama içimden söküp atamıyorum seni… Acıtan o yanık yaban türküdesin, seni seviyorum çünkü güzelsin… Bir dağın ucunda ansızın yüzüne gülen o yabani orkide benim, kesmeye kıymadığın… Ama birileri hergün kıyıyor bana bilesin… Ve umursuzluğumdan değil ama korkudan… O güzel duyguya salışından beni kendine alıştırdığından ve sıcaklığını duyduğumdan bin mil öteden… Damardan giren acısın her kaybedişte seni İngilizce “shit” diye çıkıyorsun ağzımdan farkına varmadan… Birlikte olunca tutulan dilimsin, kaybettiğim…
E! Bu aşk değil de nedir diye sorma allahını seversen…
Dillirga’sın işte dilliro, kargacısın, içine girilmeyecek Girne, Güzelyurt’sun devşirme, Omorfo’dan güzele… Lefkoşa’sın ne idüğü belirsiz, yarısı başka telden, yarısı hasretten yapılmış bölüşülmeyen… Kesildiği yerden küf tutmuş ekmek gibisin kurumaya yüz tutmuş… Ve kurdun ölmemiş ve öldürmüş…
İnadına derelerin güneye akar ve taşar ve işte bir yar bakar pencerenden ruhu mor… Ormanların yolunmuş, kadın bedenini kesmişler de kanın akmamış hırsından ve acıdan kıvranırken öfkeden gıkın çıkmamış… Tutma beni, eşkıya kesileceğim aşka… Güneş doğarken, her yan kızıla boyanmışken, sosyalist bir yürek saklıyorum zulamda. Birileri milliyetçi kesilip beni vursun isterse… Doğduğum günden başım belada, yasaklanmış dillere türkülere arka çıkıyorum, ben insanım ve tüm halklar kardeşim inadına…
Oh sana… Ohi bana… Devamlı yanlış notaya basıyoruz. “İrini”ye çağıramıyoruz, barış hak getire… Elimizi taşın altına koyamıyoruz, yüreğimizi eziyoruz yerine… Canhıraş bir çığlıktayız sessiz, İngiliz bir aşkla konuşuyoruz duygulardan yoksun, yürek patlatıyoruz… Kimse anlamıyor boşuna…
Yenmekle yenilmenin bedeli o bedeni kaybediyoruz işte… İkimizin de özgürlük için savaştığı, kuyruklu yalan o vatan Akdeniz’de yatan… O alinzavra, o güneş yılanı gölgelerden çıkmayan… Ve biz kazanmayıp kaybettiğimiz her şey için “heşa” çekiyoruz… Neden içimde kaldın öyleyse ve ben senin içinde neden dolanıyorum durmadan, sanki benimmişsin gibi ve hep sanki öyle kalacakmışsın…
İşte! Ayrılık ölümden beter ve bu acı bana yeter… Tangoyuz…
Bir ileri iki geri mehteran ayaklarla. Düğün bayramken yahut da yılbaşı, elimden, dilimden öpmedin, arkamdan vurdun beni. Hediyen tanklar, toplar, tüfekler... Ben küsüyorum… İlla ki öyleyse… Böyle!
Ama yok… Seni sevmiyorum değil… Böyle söylemekten maksadım tam tersi…
Umuyorum… Bir başka yarıda yaşıyorken, başka yarının ışıklarında yanıyor ruhum. Yağan yağmurda, sanki pusta, sarhoşum biri iki gören, ayılamayan bir türlü… Ve işte hep bir düşmanla aşk yaşıyormuşum aynı evde, piç çocuklar doğuruyormuşum… Bağrımda taht kurmasınlar diye onları boğuyormuşum… Ve ayılıp bakıyorum ki o benmişim… Bu seni sevmiyorum demek değildir… İtiraf ediyorum… Mutlu musun?!
Bu ak denizin karasında en derine dalıp sensizlikte vurgun yiyorum işte… Stockholm denen bilmediğim sendromda bana eziyet edeni haklı görüyormuşum ve bir de aşıkmışım ki ona sorma; anamı inkâr ediyormuşum… Şike yaptığını bile bile kayırıyormuşum amma laçkaymışım ha! Çetin kayayım derken kendimi unutarak sarı lacivert akıyormuş kanım. Tüm uçurduklarım içimden sana “touch down” yapmadan başka yere gidemiyor, hâle bak! Yine de seni sevmiyorum anlamına gelmez bu biliyorsun…
Kimlikli bir profesör anlatıyor hâlimi. Ona göre ben meccani bir filmmişim dünyanın gördüğü… Aralarda masalara oturup, falan fıstık konuşuyormuşum, son/unda aklımda diyerek kalkıyormuşum masadan… Hep kandırıkçılık ve bir yere yamanma isteğindeymişim… Ya zenginin ya denizin yanına diyormuşum aşktan geçerek… Amerikan filmleri seyrederek yalana tek ayağımı kaldırıp, sonunda aşıkmış gibi yaparak başka biriyle öpüşmekmiş maksadım…
Anlayacağın her şey “la comparsita”… Müsamerelerde bile ecnebi şarkıları Türkçe çağırıyormuşum herkesi kandırarak ama özümü kandırıyormuşum aslında… Korkma sönmez diyerek ben sönüyormuşum soğuk sular dökerek başıma. Ecnebi hastalığına tutulmuş kendimi unutmuşum, o bayraklar sakladığım sandıklarda o zamanda kalmışım… Örfi idarede yaşıyorum hâlâ mazgal deliklerinden bakarken hayata, gözümden vurulup şehit düşüyor kimliğim… Bak! Ben o kimliğe aşığım işte…
İç dökümlerim minderinde takla atıyorken annemin. Minderin dışına düşüp devamlı sayı kaybediyor, ceza alıyorum… Nenemle dedem rüyamda Rumca sövüyorlar bana becereksiz diye ve güya Türkçe seviyorlar beni, İngilizce bilmediklerine şükrediyorum…
Ne gam… Ruhsal bir çöküntüdeyim işte, aşk bana yasak… Perdede Don Kişotu oynuyorum gölgemle savaşarak çünkü delirmişim… Dans eden yaşlanmıyor diyen o profesörün sesi kulağımda… İnananı da…
Okumuşum, yazmışım, şiir düzmüşüm, kısacası psikolojik vakıaymışım… Her ateşe tutulduğumda yandıkça çocuk kalıyormuş sesim Farinelli… Başkaları sevdiğimle aşk yaşarken ben bakıyormuşum acıyla yüreğime taş basarak… Ve sokağa çıkamayacak, kendimi koruyamayacak hâldeymişim ve güya adammışım veya kadın veya her neysem, kısaca özne olduğumun bile farkında değilmişim… Yüzüm marazi çizgide ama araziymişim örgülenmiş tellerle… Örgütlenmemiş, şefi olmayan bir kabiledenmişim son horgadiymişim doğasını kaybeden…
Sulh çubuğum tütmüyor, sigarayı çekip nefesimi tuttukça beyaz adamlar çalıyor bedenimi… Hissedemiyorum hücrelerim mefta, bedenim kanser tadında… Eteğimin yırtık aralığında barışa günahmışım, gözlere şenlik o sütun gibi bacakmışım kırılmış yen içinde… Bin beter devlet gibi kadınmışım herkesin gözü üstümde… Anasını satayım diyen şarkılar çağırıyormuşum… Her hâlükârda iki cinsin de hayrını görmediği boşa savrulan o dişi küfürmüşüm… Gittikçe derinleşen müzikmişim acıya teşne. Açıldıkça kapanan, kapandıkça açılan sesiymişim sol anahtarın hiçbir kulağa uymayan… Ruhum dikili taşta kazıklı, voyvoda… Kapı gibiymişim açılmayan, benliğimi aşkın eşiğinden toplayarak içime kaçmışım…
Eteklerim zil çalmış şımarıklıktan, yüreğimin ritmi aklımı karıştırmış, dikkatim dağılmış, ayaklarım karışmış, adımına adım/ı bastırıyorlar… Duvarlara yazılıyorum sinek sıçmayan yere, bile bile borçlanıyor, ödenmiyor, ödeyemiyorum… Sınırlara taşıyorum kendimi, burası Kıbrıs yazan o ara sokakta hürüm, ne Türk karışıyor çayıma, ne Rum... Özgürüm… Barışın gücü ne ki papatya… Seviyor mu sevmiyor mu beni bilmiyorum… İster sevsin, ister sevmesin diyor nenem inadına tek başına bir Rum köyünde yaşarken… Cehhenneme…
Bu da artık seni sevmiyorum demek değildir herhâlde… Bak ne hâldeyim…
İşgalin gözüsün. Baktıkça görüyorum, gördükçe duyuyorum ve sen düşüyorsun gözümden… Beni eziyorsun, tüm antika destiler kırılıyor içimde… Buz kesiyorum sana, anla... Aldanma, yenemiyorsun beni, ben de kendimi yenemiyorum, özne değilim belki de ama özlediğin hiç… Ocak taşlarımızı atıp birbirimizin ardından kirli sular döküp, ayrılıyoruz işte… 40 yıldır, boşsun, boşsun, boşsun deyip hüllecilerin işine yarıyoruz ikimiz de… Buyur…
Yarım bir yüreğe alışmışım, bir yanı dağlı yara, diğeri öteki dağa durmadan göz kırpıyor… Darmadağın bir manzaranın ana ada rengiyiz işte, karışmışız ve Aşık duvara asmış bizi… Altından Ciğerci Ahmet bize bakıyor, biz hiçbir şeye… Ciğerimiz parçalanıp kavruluyor aynı tavada… Kıskançlığımızdan Adonis’i kasığından vurmuşuz, Afrodit’i topuğundan çünkü biz vuslattan bîhaberiz, hormonlarımız ayakta… Horoz laleleriyle kabarıp, osuruk lalesi gibi dökülüyoruz bir günde… Biz gelinciklerin adını bile bilmiyoruz..
Ve niye hep ben cezadayım bilmiyorum tek ayak durmaktan usandım artık eline cetveli geçiren vurdu… O kara tahtaya asılan haritayı yere düşürüp de parçalayan sanki tek bendim bu sömürge ülkesinde… O küçücük aklımla, coğrafya dersinde ülkemin yerini bilmeyen sanki sadece bendim… Kimse bilmiyor…
Ne hale düştük, bak daha dün doğurduğum çocuk bana ne diyor… Biz yanlış yapmışız, komşunun evini yakıp yıktığımız gün biz de batmışız farkına varmadan… Delirmiştim, delirmiştin, delirmiştik ve bu hapiste gün sayıyoruz hâlâ duvara çentik çekerek… Ben aşka senle doğmuşum bu seni sevmiyorum demek değildir… Pabucu yarım çık dışarıya oynıyalım, ne olursun eve kapanma yine…
Ve o doktora da selam söyle… Hiçbir şey onun anlattığı gibi değil, yaşasaydı görürdü… Beni ne yel alır ne sel diyen o hiçbir şeye denk düşmeyen taş bile yerinden oynadı ve hiçbir şey onun istediği gibi olmadı… Batık hislerin yongası davalardan doğan ne “o” ne de o “e, o, ka”… Ne haka yaradı… Sen söyle…
Ben hep yanlış zamanda doğdum ve hep sola çiçeklendim güneşe rağmen… Senin tez/in/im acele ediyor ruhum, zamansızım, bilinmeyen bir ülkede bitmeyecek aşklara doğmuşum çırpınıyorum işte! Yabancı bir mevsimde yaş/lanırken, adım değişime açık, bedenime kapalıyken, kimliksiz bir ülkenin savaşındayım… Anlayacağın kazandığım hiç kalıyor kaybettiklerimin yanında… Ben mangalloyum, ayrelliyim, sokağın nergisiyim anlıyor musun, satılıyorum… Dinle… Çalınmış müziğim işte telif hakkım yok “yanayım yanayım” da nere yanayım sen söyle…
Kaç yaşında ise yüreğim o kadar sana atıyor işte ve rüyamda barışıp seninle yorgun uyanıyorum, seninle sevişmişim besbelli… Çocukken bana anlattıkları masallarla uyumuş ama sana uyanmışım… Dönüp dolaşıp her açık kapıdan sana sızmış duygularım… Ruhum sana yatmış batacağını bilerek, neyi batırmamışız ki bu ülkede!?
Ama bu seni sevmiyorum demek değildir zinhar.
Sadece kızıyorum, sinirleniyorum ve bileniyorum yazmaya…
Tüm börtü böceği içime saklamışım işte, bu kadar sene beni yiyip bitiren de o… Doğduğum yeri, köyümü, bir karış kalan toprağımı da kaptırıyorsam ve o çam ağacımın gölgesine bile sahip çıkamıyorsam ve kesiyorsa birileri benim yaşam hakkımı, bana haram olsun işte… Aşk gibi… Sezai dediğinden…
Ama o kadar güzel batıyor ve gün ışımadan içime doğuyorsun ki bütününe sarılıyorum işte yuvaya tüneyen o kırlangıca benziyorsun geçici ve o sevinçli haline çıldırıyorum ilkbaharda o çocuk hâlini düşününce, heyecanlanıyorum… Doğaya bakıyorum gözlerinin içinden, o küçük kaplumbağayı seninle kucaklıyorum, hani sarhoş gibi dalgada denize ulaşmaya çalışıyor biri onu telef etmeden… Sen onu gözün gibi korumaya alıyorsun, o sensin evet beni güzel anlatan… Benim aşkımı en güzel yazan sensin…
Sonra babatsinolar, bilonyalar, mappurolar var gözünde ve bir daha aşk derken o duyduğun hazza, o orgazm olan, yüreğini çarptıran, içini kaplayan o tutkuyla sarsıyorsun beni. Seni söküp atamıyorum içimden başkaları gibi… O üstüne basıldıkça deli gibi çarpan, bal üreten yüreğin ve önüne geçemedim dediğin o aşka, arzuya kapılıyorum senle… Kısacası, peteğime çomak soktukça birileri, sokan arılardan fırsat buldukça sana bakıyorum kendi dilimde, kekiğine, istavrozuna, dilim gibi dilimlenmiş ayına, meltemine savuruyorum saçlarımı, kokunu içime çekiyorum, geceleri sabaha kadar yıldızlarına bakıyorum dileğimden bîhaber. Shit diyorum bu güzellik karşısında, neler kaybediyormuşum seni kaybetmekle farkına varmadan…
İlla ki öyle! Ama yok… Bu seni sevmiyorum değil…
Böyle söylemekten maksadım tam tersi,
gözünün bebeğindeki ışığı kapatıyorum önce
sonra seni seviyorum deyince,
gözünün içinde yanışına bayılıyorum...
Günaydın dedim sana ve Kıbrıslıca gülümsedim…
Uyan diye… Öleceğimi bilsem çağırsınlar
o hisara yine çıkıp yine senle buluşacağım
ben sana yazıldım… Aşk mı diyorsun…
Aşk bu işte…