1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (47)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (47)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (47)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (47)

A+A-

 


Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy

Kıbrıs’ta öyle bir ortam oluşmuştu ki, ülkenin bütünleşmesi için didinmek, kendinizin “parçalanması” demekti. Duyarlılıklarınızı, adalet duygunuzu, güzellik ve iyilik anlayışınızı ülkenin bütününe yaymadan bu coğrafyayı “yurt” kılmak mümkün değildi. Ülkenin kuzeye ve güneye savrulan parçalarını bir araya getirmek için aynı anda hem kuzeye hem de güneye uzanmanız/ayrılmanız gerekiyordu. Fakat bu “koşuşturma” insanı paramparça ediyordu, çünkü şefkatle dokunduğunuz bir yaraya “öteki” tuz basmak istiyordu. Bu hınç ve husumet ülkesinde ya etnik sığınaklardan birine sığınacaktınız, ya da her taraftan “kurşun” yiyecektiniz. Kuzey’de yaşayan biri iseniz ve merhamet duygunuz “ötekine” kadar uzanıyorsa, adınız “Rumcu’ya” çıkardı. Güneyde yaşıyorsanız, “milli bilinci zayıf biri” (ethnikos miodotis) olarak adlandırılıyordunuz. Ülkenin kayıp kişilerine ağlayacaksanız sadece sizin etnik grubunuzdan kayıp kişilere ağlamanız mubahtı. Vicdan sahibi iseniz, vicdanınız etnik grubunuzun sınırlarında son bulmalıydı. Aklınız da öyle, duygunuz da… Eğer etnik grubunuzun sınırlarını ihlal ediyorsanız, iki etnik grubu da karşınızda bulurdunuz. Ve en tuhafı buydu: iki tarafın birlik olup üzerinize gelmesi… Böyle durumlarda bir günahın adından söz eder gibi sizden “Kıbrıslı” olarak söz ederlerdi. (Güney’de buna “Neo-Kıbrıslı” adı veriliyordu). İlginçtir, bir insanın ülkesinin tabiiyetiyle anılmasının öfkeyle karşılandığı bir yerdi Kıbrıs. Ayağa fırlayıp size “Kıbrıslı” diye bağırıyorlardı ve Kıbrıs diye bir yurt tanımadıklarından, bu sözcüğü size “vatan haini” demek ve hakaret etmek için kullanıyorlardı. Kuşkusuz bu, ülkenin yakın tarihinden kaynaklanan bir durumdu. Helen milliyetçileri adayı Yunanistan’ın “organik” bir parçası sayıyor ve Kıbrıs’tan “megalonisos”, yani “büyük ada” olarak söz ediyorlardı. Sömürge yönetimini kınıyor ve Kıbrıslı Rumlara “Ortodoks-Hıristiyan” veya “Yunanca konuşan nüfus” yerine “Helen” olarak hitap edilmesini talep ediyorlardı. Kendilerine “Kıbrıslı” denilmesine tepki gösteriyorlardı. Benzer tepkiler Atina’dan da yükseliyordu. Örneğin Nobel ödüllü ünlü şair Yorgos Seferis 1954 yılında Yunanlı yazar Yorgos Theodokas’a gönderdiği bir mektupta Kıbrıslı Rumlar için şöyle diyordu: “Dünyanın bir köşesinde Romyosini’nin (Helenizm’in halkçı bir ifadesi NK) en sağlam ve en güzidelerinden 400 bin can yaşıyor. Onları gerçek köklerinden koparmaya ve sera çiçeği yapmaya çalışıyorlar. Dünyanın o köşesinde bir makine Kıbrıs Helenlerini “Ekilmiş-Kıbrıslı” ya da “Helen olmayan kişiler” yapmak için durmaksızın çalışıyor. Bu makine bilinçleri ve vicdanları satın alarak, zaafları okşayarak ve kullanarak veya çıkar sunarak insanları piçleştiriyor.” Evet, Kıbrıslı olarak tanımlanmayı “piçleşme” olarak görüyorlardı.

Türk milliyetçileri daha farklı değildi. Onlar da adaya Türkiye’nin uzantısı anlamına gelen “yavru vatan” adını takmışlardı. İlginçtir, ayrılıkçı lider Rauf Denktaş Kıbrıs Rum toplumunun “Kıbrıslılık” tanımlamasını reddetmesini büyük bir sevinçle karşılıyor ve şöyle diyordu: “milliyetçilik çağ dışı ilan edilecek “Kıbrıslılık” çağdaş yaklaşım olacaktı. Allah’tan Rum Kilisesi bu oyunu oynayamayacak kadar bağnazdı, yoksa hepimizi zaman içinde “Kıbrıslı” yapıp, çoğunluk oyu ile Ada’yı Yunanistan’a bağlayabilirlerdi. Kilise, Yunanlılığı ve Kıbrıs’ın bir Yunan adası olduğunu haykırdıkça biz de Türklüğümüzü savunuyor, Ada’nın bir Türk adası olduğu ile övünürdük.” Denktaş, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kalıcı bir çözüm olmasına karşı çıkarken, Kıbrıslı Türklerin “Kıbrıslılaşacağından” endişe ediyordu. Bir seferinde de Kıbrıs’ta her şeyin “Helen” veya “Türk” olduğunu, Kıbrıslı tek varlığın “Kıbrıs eşeği” olduğunu söyleyecekti.
Kısacası, milliyetçiliğin diyalektiği “megalonios” ve “yavru vatan” olarak anılan bu diyarda insanları sadece “Helen” ve “Türk” olmaya zorluyordu. Birinin kendisini “Kıbrıslı” olarak adlandırması “ulusal kimliklere hakaret” olarak algılanıyordu. Ve eğer ülkenin birlik ve bütünlüğünü savunuyor idiyseniz “Kıbrıslı” olarak damgalanmaktan kurtulamazdınız. Türk milliyetçiliği “Kıbrıslılığı” “Rumcu” olmakla eşanlamlı sayıyordu. Helen milliyetçiliği zaman içinde bu sözcükten en iyi durumda sadece “Helen Kıbrıslıları” anlıyordu. Bu kimlik tanımlamasını Kıbrıslı Türklerle ortak bir yurdu paylaştığınızı anlatmak için kullandığınızda, “ulusal kimliği inkâr etmekle” suçlanıyordunuz. 1990’lı yılların başında bir televizyon programında “ben Kıbrıslıyım” diyen Andreas Panayotou’nun başına gelmedik kalmamıştı. Andreas haftalar boyunca psikolojik bir linç kampanyasının hedefi olmuştu.

Benim şahsi serüvenimde “Rumcu”, “vatan haini” ve “potansiyel ajan” sıfatlarımın yanına, aynı anlamlara gelmek üzere, “Kıbrıslılık” sıfatı da eklenmişti. Adanın iki tarafında da “Kıbrıslılık bilincini” yayan ve “ulusal kimlikleri inkâr eden tehlikeli adam” muamelesi görüyordum. Kıbrıs Rum toplumunun yeni yeni tanıyan biri olarak söylediğim her sözün altında “Kıbrıslılık propagandası” aranıyordu. 1990-1993 yılları arasında yayınladığım Oliki Kipros (Total Kıbrıs) ve Ulus Ötesi Kıbrıs başlıklı kitaplarım ve Panikos Hrisanthou ile birlikte çektiğimiz Duvarımız adlı belgesel belli kesimler arasında ilgi uyandırmışsa da, pek çok kişiyi öfkelendirmişti. Bu kitaplarda “Helen karşıtlığı” ve “Kıbrıslılık bilinci yayma çabası” gören okur-yazar takımının sözlü ve yazılı saldırılarına uğruyordum. Kıbrıs’ın kuzeyinden aldığım tepkiler güneydekilerden farklı değildi. Kimi bir “Kıbrıs ulusu yaratma peşinde koştuğumu” ileri sürüyor, kimi de “Rumların adamı” olduğumu söyleyip duruyordu. Oysa benim dile getirmeye çalıştığım şeyler son derece basitti. Acıdan söz ediyorsak, iki toplum da fazlasıyla acı çekmişti. Hatalardan söz ediyorsak, iki toplumun da birçok hatası olmuştu. Mağduriyet ve haklılık da öyle… Bunların hiç biri hiç bir toplumun tekelinde değildi. Gelgelelim, bunları söylediğiniz zaman haklılığından ve doğruluğundan zerre kadar şüphe duymayanların saldırılarıyla karşılaşıyordunuz. Özellikle de militan ruhlu okur-yazar takımından…

O dönemde uğradığım psikolojik baskılardan ve taciz eylemlerinden biri de, kendini dünyaya “çatışma-çözümcüsü” olarak tanıtan ama gerçekte primordialist bir milliyetçi olan ve psikolojik cambazlıklarla Kıbrıs’ın bölünmesini meşrulaştırmaya çalışan psikiyatr Vamık Volkan’dan gelmişti.1994 yılında Harvard üniversitesinde benim de çağrılı olduğum bir Kıbrıs Konferansı düzenlenmişti. “Cyprus and Its People” başlıklı konferansı Vangelis Kalotihos örgütlemişti ve toplantıya her iki toplumdan akademisyenlerin yanı sıra, conflict resolution (çatışma çözümü) alanında çalışmalar yapan yabancı konuşmacılar da katılmıştı. Harvard’a vardığımda Vangelis bana bir “kulis” bilgisi aktarmıştı. Vamık Volkan, benim toplantıya katılmama şiddetle karşı çıkmış ve katılmamı engellemek için elinden geleni yapmıştı. Vangelis,  “Rumculuk” muhabbetini diline dolayan Vamık Volkan’a gerekli cevabı vermişti. Bilimsel bir toplantıda farklı görüşlerden insanların bir araya gelmesinden daha doğal bir şeyin olamayacağını, Harvard üniversitesinde “Denktaş’ın köyündeki” gibi aklına gelene “Rumculuk” basıp önünü kesemeyeceğini Vamık beye bir güzel anlatmıştı. Neyse, sonunda o toplantıya katıldım ve konuştum. Vamık bey de katılmıştı. Ben onun söylediklerini sonuna kadar dinledim. Ben konuşmaya başlayınca o salonu terk etmişti. Ünlü psikiyatr, “Kıbrıslılık bilinci yayan bir Rumcuyu” protesto ederek vicdanını rahatlatmıştı…

Bu haber toplam 1625 defa okunmuştur
Gaile 235. Sayısı

Gaile 235. Sayısı