1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (16)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (16)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (16)

Niyazi Kızılyürek: Okumak! Köylü Kıbrıs Türk toplumunda bilgilenmek veya düşünmekten ziyade etiket sahibi olmak ve sınıf atlamak için işe yarayan bir egzersizdi

A+A-

 

 

Niyazi Kızılyürek

[email protected]

 

Okumak! Köylü Kıbrıs Türk toplumunda bilgilenmek veya düşünmekten ziyade etiket sahibi olmak ve sınıf atlamak için işe yarayan bir egzersizdi. Entelektüel bir gelenekten yoksun olan toplumda herkes çocuklarının okuması için olağanüstü gayretler sarf ediyordu. Almanya’ya giden bizlerin aileleri de ısrarla okumamızı istiyorlardı. Sabah akşam tarlalarda çalışan fakir ebeveynlerimiz büyük fedakarlıklarla bize maddi destek sağlıyor, karşılığında da bizim okuyup “büyük adam” olmamızı istiyorlardı. Bizim “büyük adam” olmamız onların hayatına ayrı bir anlam katacaktı. “Hekim” ve “hakimlerden” çok çekmiş köylü ailelerin en büyük gurur kaynağı çocuklarının “hekim” veya “hakim” olmalarıydı. Bu uğurda her türlü fedakarlığı yapmaya hazırdılar. Örneğin babam “sen oku, gerisini düşünme” diyordu. “İcap ederse mutfaktaki tabakları da satarım…”

Sadece ebeveynlerimiz değil, biz köylü çocukları da okumaya hırsla angaje olmaya yatkındık. Boynu bükük köylü çocuğu olmaktan kurtulup katlı kravatlı “medeni Lefkoşalılara” benzemek için okumak istiyorduk. Fakat Almanya sadece böyle bir amaçla gidilecek en son yerdi galiba. Kısa süre içinde bunu anlar gibi olmaya başladık. Almanya’da elbette güzel okunurdu. Büyük eğitim geleneği olan pırıl pırıl düşünce kuruluşları ve üniversiteler oradaydı. Sanayi toplumunun ihtiyaçlarını en iyi yine Alman üniversiteleri karşılıyordu. Fakat bizim gittiğimiz Almanya’nın en büyük ihtiyacı düşünme ihtiyacıydı. Kendini düşünme ihtiyacı… Ve bu ihtiyaç okuyup kariyer sahibi olmaktan çok daha büyüktü. Evet, Almanya düşünüyordu. hem de çok düşünüyordu…

Dil okullarında düşe kalka dil öğrenirken Almanya’yı da yavaş yavaş keşfediyorduk. O günlerde Baader Meinhoff örgütü son eylemini yaparak işadamı Hanns-Martin Schleyer’i öldürmüştü (18 Ekim 1977). Bütün Almanya bu haberle çalkalanıyordu. Hapiste tutuklu bulunan Baader Meinhof üyeleri dışarıdaki yoldaşlarına öldürüleceklerini bildirmiş, onlar da içerideki arkadaşlarını kurtarmak için işadamı Schleyer’i kaçırmışlardı. Bu arada, hapiste infaz mı intihar mı belli olmayan trajik olaylar yaşandı ve Baader Meinhof üyeleri katledildi veya kendi kendilerini vurarak intihar ettiler. Bunun üzerine kaçırılan işadamı Schleyer infaz edildi. Schleyer’in öldürülmesine bir neden olarak da geçmişte Nazi subayı olması gösteriliyordu.

Almanya çalkalanıyordu. Bizim Almanya’ya gelişimizden tam on yıl önce “devrimci şiddet” uygulayan gruplar, alternatif bir toplum ve birey tahayyül eden gençlik hareketleri her şeyi sorgulamaya açmışlardı. Çocuklar babalarından hesap soruyorlardı. Çok yaygın hale gelen “savaş’ta ne yaptın baba” sorusu retorik bir soru değildi. Savaşın ve en önemlisi Holocoust’un yarattığı utanca yanıt aranıyordu. Yahudi soykırımı insanlık tarihinin o güne kadar gördüğü en “modern” insanlık suçuydu. Ayrıntılı planlama, teknolojik mükemmellik, alt yapı yatırımları, özel gaz “Zyklon B” üretimi, bütün bunlar “aşağı insanı” (Untermench) yok etmek için hazırlanmıştı. Yahudi düşmanlığı ve Yahudi katliamı insan aklının en trajik serüveniydi. Aklın en “banal kötülüğü”. Bir zamanlar sadece “ilerlemenin” motoru olarak görülen insan aklı en büyük insanlık vahşetini aklamış, yavrusunu yemeğe niyet eden kedinin onu fare gibi görmeye başlaması gibi, insan aklı da Yahudileri “aşağı insanlar” olarak kurgulayıp onları topyekun yok etmişti. İşte şimdi otoriter aile yapısı, ataerkil düzen, akıl, din, cinsel yaşam her şey, ama her şey masaya yatırılıyordu.

1968 Mayısı böyle bir dalgaydı ve biz Almanya’ya gittiğimizde etkisini hala bütün hızıyla sürdürüyordu. Biz elbette bunların hiç birini anlayacak durumda değildik. Uzaylılar gibiydik ve hiç bir şeye anlam veremiyorduk. Fakat dünya-yabancısı olmaktan gözlerimizin önüne çekilen cahillik perdesi yavaş yavaş aralanıyordu. Almanya dünyaya ve insanlığa büyük acılar yaşatmıştı ve şimdi acılar içinde kıvranıyordu. Bizim ülkemiz gibi ikiye bölünmüştü ama bizim ülkemizden farklı olarak geçmişi ile hesaplaşıyordu. Bir zamanlar “Yahudi nefreti” üstünden tanımlanan Alman kimliği şimdi “utanç duygusu” üstünden tanımlanıyordu. Sağlıklı bir Alman ancak utanç duyan bir Alman olabilirdi.

Bunlar bizim için son derece çarpıcı olaylardı. Yapılan tartışmalar ister istemez 1968 Mayısına bağlanıyordu. Meğer bizim gettolarda “uzun saç” ile “Cem Karaca  şarkısı” olarak yaşadığımız 1968 dönemi Avrupa tarihinde çok önemli bir dönüm noktasıymış. Bunu yeni yeni anlıyorduk. Dünyaya açılan tek dil-penceremiz Türkçe sayesinde takip ettiğimiz Türk basınında da siyasi cinayet haberleri ön plandaydı. Türkiye’de devam eden “Sağ-Sol kavgasında” her gün birileri ölüyordu. Ailemiz zaten bunun için Türkiye’ye gitmemizi istemiyor, bütün fukaralıklarına rağmen yurtdışında okumamızda ısrar ediyordu.

Bu arada, bizimle Almanya’da çalışmaya gelen arkadaşımız geri dönmeye karar verdi. Başarısız bir evlilik girişiminden sonra Almanya’da kalıp çalışamayacağını düşündü ve ayrıldı. Kızını istettiği Giritli Türk aile “Siz Ankara, biz Atina, olmaz!” dedi. Beş kişi ile yola çıkan “kafilemiz” sonunda üç kişi kalmıştı. Dil eğitimini daha hızlı tamamlamak için Goethe Enstitüsüne gitmeye karar verdik. Dil en iyi ve en hızlı orada öğrenilir deniyordu. Bizim için oldukça pahalı bir okuldu ama ucuz okullarda vakit öldürmek sonunda daha pahalıya patlayacaktı. Güney Almanya’da küçük bir kasabadaki Goethe Enstitüsüne gittiğimizde (boş yer sadece orada kalmıştı) mevsim kıştı ve her taraf karla kaplıydı. Blaubauern kasabası tepelerle çevrili şirin bir kasabaydı. Goethe’nin rutin uygulaması gereği Alman ailelerin yanında kalacaktık. Bu, dili hızlı öğrenmenin en iyi yoluydu. Benim kalacağım aileden beni almaya gelen yaşlıca beyefendinin “nerelisiniz” sorusuna Almanca olarak “Zypern” yanıtını verdim. Adımdan Hıristiyan Kıbrıslı olmadığım belliydi. Bu yüzden mi bilmiyorum, az konuşan sakin beyefendi bilgece bir edayla “Makarios iyi yapmadı. Bir din adamı siyasetle ilgilenmemelidir” dedi. Hayret ettim. Blaubauern kasabasında Makarios’u biliyorlardı. Belli ki Kıbrıs yakın bir geçmişte Almanya’da da konuşulmuştu. Nede olmasa Kıbrıs Savaşı’nın üstünden sadece üç yıl geçmişti. Makarios ise bir kaç ay önce, bizim adadan ayrıldığımız Ağustos ayında ölmüştü (3 Ağustos 1977).

Okulda dünyanın her köşesinden insanlar vardı. Almancayı kim daha hızlı öğrenecek yarışı içinde olan Amerikalılar ve Japonların dışında Türkiye’den varlıklı ailelerin çocukları da oradaydı. Kürt ağa çocukları ve Kemalist Ankaralılar dil öğrenenler arasındaydı. Benim ailemin ekonomik şartları aslında Goethe gibi pahalı bir dil okuluna gitmeye müsait değildi. Fakat ebeveynlerim büyük fedakarlıklarla beni destekliyorlardı. Bu da omuzlarıma büyük bir sorumluluk yüklemişti. En hızlı şekilde dili öğrenip üniversiteye başlamalıydım. Sabah akşam çalışıyor, eğlenmeye hemen hemen hiç vakit ayırmıyordum.  Dersler bitince okulun ayarladığı İtalyan lokantasında yeni keşfettiğim büyük “mutfak mucizesi” pizza ve spagettimi afiyetle yer –bu yüzden durmadan kilo alıyordum- sonra da odama kapanır akşama kadar çalışırdım. Bir gün Türkiyeli öğrencilerden biri yanıma geldi ve Ankara’dan bir beyin cerrahının Almanca öğrenmek için okulumuza geldiğini ama çok zorlandığını, ona yardımcı olup olamayacağımı sordu. “Olur, akşamları televizyon izlediğim vakti ona ayırabilirim” dedim. Beyin cerrahı Necdet ağabey ile böyle tanıştık ve kısa sürede arkadaş olduk. Bizden oldukça büyük olan Necdet ağabey Almancayı bir türlü sökemiyordu. Birlikte çalıştığımız saatlerde ilerleme kaydetmekten çok mutluydu. Artık ağabey-kardeş gibiydik. Bir gün bana “biliyor musun, ben Kıbrıs’a gittim” dedi ve hemen soruyu yapıştırdı: “Siz bizi neden sevmiyorsunuz?” Böyle bir soruyla karşılaşacağım aklıma gelmemişti. Fakat biraz düşününce, 1974’ün üstünden çok kısa bir süre geçmiş olmasına karşın Kıbrıslı-Türkiyeli ayırımının oluşmaya başladığını hatırladım. Necdet ağabey, Türkiye’de yaşayan her herkes gibi “Türkiye’nin bizi Rum mezaliminden kurtardığını” düşünüyordu ve adanın karmaşık ve çetrefil tarihi ile ilgili hiç bir şey bilmiyordu. Konuyu aklımın erdiğince tartışmaya çalıştık. Daha sonra çok işiteceğim bu cümlenin yanlış olduğunu söyledim. Mesele “sevip sevmeme” meselesi değildi. Kan akıtılan toprağı kendisinin sanan zihniyetti. Ölen “şehitleri” yaşayan insanlardan daha fazla onurlandıran ve Kıbrıslı Türkleri “adam yerine koymayan” anlayıştı. Kuşkusuz, Necdet ağabeye bu cümlelerle konuştuğumu sanmıyorum. Fakat söylediklerim aşağı yukarı bu anlama geliyordu.

Goethe dört aylık eğitimden sonra başarıyla bitti. Artık Almancam üniversitede okuyacak düzeye gelmişti. Bu arada, nerede okuyacağımız sorusuna da yanıt bulmuştuk. Dil eğitimi sırasında yaptığımız araştırma sonucunda Bremen Üniversitesinin oldukça ilginç bir profili olduğunu fark ettik. Üniversite yeni kurulmuştu. Kurucuları 68 Hareketinin öncü hocalarıydı. Bir dizi önemli isim “alternatif” bir üniversite kurmak istedikleri için Bremen’de toplanmışlardı. “Die Rote Universität”, yani “Kızıl Üniversite” olarak da anılıyordu. Ayrıca, Üçüncü Dünya ülkelerinden gelen öğrencilere burs veriyordu. Bütün bunları alt alta  sıralayınca yeni durağımızın Bremen olacağı aşikardı…       

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1308 defa okunmuştur