“Bir toplum neden susar?”
Toplumda, ekonomik eşitsizlik ve istikrarsızlık, siyasi baskı, işsizlik, toplumsal ve etnik ayırımcılık gibi sorunlar artınca toplumsal huzursuzluk başlar.
Nügen Derman Duru
[email protected]
“İnsanlar kendilerini ilgilendiren veya kendileriyle ilgili olduklarına inandıkları değerler ve nesneler için çaba harcamaktadırlar. İnsanların doğaları, bireysel istek ve arzularının şekillendirdiği refahı yaşamak veya mutluluk üzerine kuruludur.” (Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri)
Herkes İçin Sosyoloji: Bir Toplum Neden Susar?
Oldukça keskin olan bu soruya çoğu insanın genellikle yanıtı, insanların çıkarları uğruna haksızlıklar karşısında sessiz kalan, bencil ve kötü varlıklar olduğu şeklindedir. Ancak bu akıl yürütme, insanı bir mantık hatasına götürür ki o da ‘tüm insanların bencil, ahlaksız ve kötü olduğu’ sonucudur. Bu mantık hatasının başlıca nedeni, kişisel deneyimlerle ve kültürel kodlarla değerlendirme yapmanın kolaylığına sığınmadır. İnsan için değerli olan kişisel deneyimleri de yok saymadan, bu soruyu tartışabilmek için, toplumsal yaşamın ve insan eylemlerinin dinamiklerine odaklanmak gerekir. Sonuçta insan, belli bir toplumsal yapı içerisinde yaşayan, bu yapıdan etkilenen ve bu yapıyı etkileyen biyolojik, psikolojik ve toplumsal özelliklerinin bir bütünüdür.
Toplumbilimin (sosyoloji) ilgi odağını oluşturan toplumsal yaşam, oldukça karmaşık bir yapıdadır. Toplumbilimciler (sosyologlar) farklı yaklaşımlarla bu karmaşık yapıyı açıklamaya çalışırlar. Bunlardan biri de toplumu, doğan, büyüyen ve ölen bir organizma olarak ele alan Oganizmacı Yaklaşım’dır.
Hayatta Kalmak ve Türün Devamını Sağlamak
Sosyolojinin bağımsız bir bilim olarak ortaya çıktığı 19. Yüzyılda, Darwin’in Türlerin Kökeni kuramı, toplumun da bir organizma olduğu görüşünün sosyolojiye uyarlanması düşüncesini doğurur. Kuram, canlının var olması için mücadele içinde olması gerektiği ve en iyi uyum yapanın hayatta kaldığı kabullerine dayalıdır. Ayrıca Darwin, en iyi uyum yapanın mutlaka en güçlü olarak kabul edilmemesi gerektiğini ve iş birliğine dayalı bir çevrede en iyi uyumun gerçekleştiğini kabul eder (Burcu, 1998) Darwin’e göre evrimin amacı, içinde bulunulan ortamda hayatta kalabilen ve üreyebilen canlı popülasyonları yaratmaktır. A. Comte (1798-1857), H. Spencer (1820-1903), E. Durkheim (1858- 1917) gibi sosyologlar, toplumsal yaşamı açıklamaya çalışırken organizmacı anlayışı merkeze alırlar. Örneğin, Comte, toplumun organik bir bütün olduğunu savunur, sosyolojide evrimci görüşün temelini atar. Comte, yaşayan bir organizma olarak canlının geçirdiği değişim aşamalarını toplumun da geçirdiğini öne sürer. H. Spencer’a (1830-1903) göre de toplum, yaşayan bir organizmadır ve büyüyüp geliştikçe karmaşıklaşır. Toplumdaki parçaların bireylerin yararı için olduğunu ve güçlü olanın hayatta kalması şeklindeki ‘doğal seçim’ yasasının toplumlar için de geçerli olduğunu söyler. Durkheim, görüşlerinin temeline toplumsal iş bölümünü koyar ve toplumların mekanik dayanışmalı toplumdan organik dayanışmalı topluma doğru giderek karmaşıklaştığını ileri sürer. Yine Marx ve Pareto gibi ‘çatışmayı’ temele koyan sosyologlar da Darwin'in ‘hayatta kalabilmek için mücadele etme’ kabulünü toplumsal yaşama uyarlarlar. Bu kurama göre, insanlar kaynaklar yetersiz olduğundan dolayı maddi ihtiyaçlarını gidermek amacıyla hep rekabet halindedirler. Sürekli değişen koşullar, insanlar arası ilişkileri de bir tür rekabet ilişkisine dönüştürür. Çıkar ilişkilerine dayalı sosyal çatışmalar, bir anlamda sosyal uyumu ve sosyal evrimi sağlar. Mead, Cooley ve Simmel gibi sosyal davranışçı yaklaşımı benimseyenlerse bireyin kişilik özelliklerinin toplumsal değişmede temel dinamik olduğunu savunurlar. Örneğin Simmel (1858-1918) kaçınılmaz olarak gördüğü evrim, çatışma, sosyal değişme gibi süreçlerin temeline, gereksinme, nefret, kıskançlık, istek ve özlemler gibi temel güdüleri koyar (Burcu, 1998).
Susmak Bir Savunma Şekli Olabilir Mi?
Toplumun bir organizma gibi çalıştığını ve organizmanın temel amacının hayatta kalmak olduğunu varsayan analoji beraberinde şu soruyu getirir: Haksızlık, adaletsizlik, eşitsizlik gibi toplumsal sorunlar karşısında kendini güçsüz ve tehlikede gören bir toplum, susmayı bir savunma şekli olarak görebilir mi?
Belli bir sosyal ortamda bazı insanların suskun ya da her şeye evet diyen olmasına pek çok insan alışkın. Bu da gayet doğal karşılanır. Ancak bu suskunluğun, tepkisizliğin giderek toplumun geneline yayılması ve sürekli hale gelmesi, toplumda yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunun da göstergesidir. Toplumda, ekonomik eşitsizlik ve istikrarsızlık, siyasi baskı, işsizlik, toplumsal ve etnik ayırımcılık gibi sorunlar artınca toplumsal huzursuzluk başlar. Toplumsal huzursuzluk, bir organizmanın yolunda gitmeyen şeyler olduğunda hastalanması gibidir. Eğer hastalık teşhis edilip tedavi edilmezse giderek organizmayı edilgen hale getirir, güçsüz dirençsiz bırakır. Başarısız mücadele şekilleri sonucunda kendini güçsüz hissetme, geleceğe dair umutsuzluğun yarattığı duyarsızlık hali, umutsuzluğu pompalayan toplumsal kesimler ve kitle iletişim araçları, ekonomik istikrarsızlık, siyasette şeffaflığın olmamasının yarattığı muğlaklık duygusu, siyasi baskılar, kendi yurdunda yabancı gibi hissetme, haklarını kaybetme korkusu ve kolektif yarardan uzaklaşma eğiliminin artması gibi nedenlerle, huzursuzluklar artar. İşte tam da bu noktada, 14. yüzyılda yaşamış filozof İbn-i Haldun’u hatırlamak gerekir. Ona göre bir toplum şu göstergelere sahipse sona gelmiş demektir: Dayanışmanın yok olması, üretimin düşmesi, vergilerin artması, göç, tüketim çılgınlığı, gösteriş, gurur ve kibir, adaletsizliğin yaygınlaşması, liyakatin dikkate alınmaması ve riyakarlık (Bozpınar, 2021).
Güçlü demokratik geçmişi olan bir toplumda, toplumsal huzursuzluklar genellikle grev, protesto, sivil itaatsizlik vb. tepkilerle ortaya konur. Bunların sonuç vermemesi, toplumun giderek çaresizlik duygusuyla tepkisiz hale gelmesi gibi tehlikeli bir hale dönüşebilir. İnsanlar sahip olduklarını (maddi imkanlar, haklar, özgürlükler vb.) yitirebilme korkusuyla farklı savunma mekanizmaları geliştirirler. Bunlardan biri de susmak, tepki vermemektir. Bunu tartışmaya açmak için literatürdeki “Suskunluk Sarmalı” kavramına başvurmak isterim. Elisabeth Noelle Neumann’ın, 1974’te özellikle kitle iletişim alanında geliştirdiği bu kuram, toplumsal çevrenin, özellikle de kitle iletişim araçlarının ve medyanın insanlar üzerindeki baskı gücünü ele alır. “Bu teoriye göre, eğer savunduğunuz fikir, toplumun büyük çoğunluğunda kabul görmüyor ve söylediğinizde dışlanmaya başlıyorsanız onu söylemekten vazgeçersiniz. Bireyler, içinde yaşadığı toplumdan dışlanmaktan, genel-geçer görüş sahiplerince eleştirilmekten korkarlar. Farklı fikir sahibi, dışlanmayı göze almaktansa kabuğuna çekilir, sessizliğe gömülür. Korkusu büyüdükçe, genel-geçer görüşe katılıyormuş gibi davranmaya başlar. Dahası toplumsal onay alabilmek ve kendini koruyabilmek için yaygın görüşün yanında saf tutar, onu yüksek sesle dillendirmeye başlar. Bu sarmal, hâkim görüşü güçlendirir. (Gölbaşı, 2017, ss.124).
Çocukluk yıllarından başlayarak insan, bulunduğu sosyal ortamlara aykırı görüşleri olsa da gruba uymayı deneyimler. Çünkü gruba uymama davranışının bedeli olan dışlanma, hor görülme vb. yaptırımlarla karşılaşmayı istemez. Bu korkunun etkisiyle susma ya da tepki verme konusunda kanaatleri yeniden şekillenir. Sosyalleşme denilen süreç de bir anlamda içinde yaşanılan toplumsal çevre ile bütünleşmek demektir. Toplumsal çevre ile bütünleşmenin bedellerinden biri de bireye ters gelen, onaylamadığı görüş ve eylemler karşısında susmaktır. Çünkü toplum aykırı olanı sevmez. İnsan da dışlanma korkusundan dolayı çevresini sürekli gözlemleyerek tekrar tekrar değerlendirmede bulunur. Tüm bunlar davranışlarına etki ederek olup bitenler karşısındaki tepkilerini şekillendirir. Bu durum aslında çevre ile uyumu yakaladığı yönündeki hissiyatla ortaya çıkan bir yanılsamadır. Bu noktada, güçsüzlük olan suskunluk, birey açısından bir güçmüş gibi hissedilir ve yapay bir özgüvenle toplumda var oluşunu gerçekleştirdiğini düşünür.
Suskunluk sarmalının yayılarak tüm toplumu etkisi altına almasında kitle iletişim araçlarının sağladığı hızlı bilgi akışının önemli bir rolü vardır. Bu bilgilerin hangilerinin doğruyu yansıttığını ayırt etmek her zamankinden zordur. İnsan zihni, sürekli sosyal medya kanallarından, çevirim içi pazarlardan ve web sitelerinden gelen uyarıcıların etkisi altında kalarak kolayca yönlendirilir. Toplumsal baskının değişik bu yeni versiyonu ile başa çıkmak zor. Çünkü, sesi daha çok çıkanın daha güçlü ve çok olduğu algısının oluşmasına yol açan bu araçlar, belli kesimlerin sesinin daha gür duyulmasına aracı olur. Buna en güzel örnek, siyasal partilerin seçim dönemleridir. Siyasal partiler bu dönemlerde propagandalarla, anketlerle, sosyal medya iletileri ile “çok” olduklarını ispatlama çabasına girerler. Bu noktada ‘güçlüden yana olma’ diye nitelendirilebilecek durum, suskunluk sarmalının nasıl işlediğini göstermesi açısından önemlidir. Örneğin, seçimde ikinci tura kalan iki cumhurbaşkanı adayından, şansı yüksek gibi gösterilen ya da güçlü olarak algılanan adaya oyların kaydığı gözlenir.
Sesi çok çıkanın görüşünün doğruyu yansıttığı varsayımına sığınanların, toplumsal sorunlara karşı tutumları da benzer bir eğilim taşır. Hangi bilginin doğru olduğunun ayırımında olmayan toplumsal kesimler, sürekli dillendirilen egemen kesimin söylemlerine kesin doğru gözüyle bakarak hedef şaşırtmasının tuzağına düşerler. Bunun önemli sonuçlarından biri de toplumun farklı kesimlerinin (memur, işçi, özel sektör çalışanı vb.) birbirlerini, sorunlarının nedeni olarak görmeleridir. Böylece toplum, birbirinden yalıtılmış kitlelere bölünür ve yalnızlaşır. Toplumsal kesimler, adaletsizliklerin nedenleri konusunda hedef şaşırması yaşar ve sorunların asıl kaynaklarından uzaklaşırlar. Bir taraftan birbirlerini suçlarken, diğer yandan halihazırda ellerinde olanın keyfini çıkarmayı en kestirme yol olarak görürler. Adeta dertlerini unutmak için alkole sığınanlar gibi -sahip oldukları olanakları sonuna kadar kullanarak- kafelerde, meyhanelerde, tatillerde anın keyfini çıkarmaya yönelirler. Bu durum giderek bir taklit davranışa dönüşür, toplumun tüm kesimlerine yayılır. Toplum, sorunlar karşısında kamuoyu oluşturarak mücadele etmektense günü yaşamanın kolaylığına sığınır. Böylece, toplumsal sorunlar karşısında suskunlaşarak hayatta kalabileceğinin (en azından mevcut durumunu koruyabileceği) yanılgısına düşen bir toplum oluşur. Tehditler karşısında mücadele gücünü yitirmiş, yaşam enerjisi tükenmiş bir organizmanın sessizleşmesi gibi, toplum da az daha hayatta kalabilmek için sessizleşir. Tepkisizleşme ve duyarsızlaşma toplumun zırhı olur. Çok akla yatkın gelmese de suskun kalma zırhına bürünme, hayatta kalmak için geliştirilen bir savunma halidir.
Diğer yandan, toplumun egemen güçleri, korkuyu pekiştirmek için her yolu dener (gazetecileri tutuklama, grevleri yasaklama, tasarruf tedbirleri adı altında maaşlarda kesinti yapma, vergileri artırma vb.); çünkü bu durum mevcut düzenin devamının da garantisidir. Oluşturulan siyasi baskı ile toplumun bu suskunluk hali, elindekini yitirme ve cezalandırılma korkusu, umursamazlık, vurdumduymazlık, bencillik ve mücadeleyi başkalarından bekleme şeklinde kendini gösterir. Artık, “Gemisini kurtaran kaptandır.” mottosuyla hareket etmeye başlayan toplum için suskunlaşmak, hayatta kalabilmenin tek yoludur. Ne yazık ki böyle bir toplum, hayatta kalmanın aksine, giderek yok olmaya daha çok yakındır.
Yeniden Ayağa Kalkmak Mümkün mü?
Organizmanın yaşam enerjisine kavuşmasını sağlayacak tıbbi bir reçete gibi, toplumu ayağa kaldıracak toplumsal bir reçeteye ihtiyaç olduğu aşikardır. Bunun için öncelikle toplumun kendini umursaması ve kendi gücünü fark etmesi gerekir. Toplumun harekete geçmesi, başına gelenler hakkında düşünmesi ve zihinsel olarak yeni bir hedef koyması demektir. Toplumu uykusundan uyandıracak liderler, her kesimden aydınlarla başlatılacak bir eğitim seferberliği ile halkın sosyal, ekonomik ve etik sorunlar (insan ve canlı hakları, evrensel değerler…) konusunda bilgilerinin artırılması ile ancak toplum ayağa kalkabilir. Başarısızlık dönemini geride bırakarak gerçekçi hedefler etrafında birleşen bir toplum, bu yöndeki çabalarında da daha umutlu ve aktif olacaktır. Elinde olanı daha iyiye, güzele dönüştürmenin her zaman bir yolu vardır. Her kesimden ve meslekten insanın toplumun meselelerini tartışabilecekleri kamusal alanlar yaratarak mantıklı, adil bir düzen oluşturmak için, toplumun çalışma azmini, enerjisini, coğrafyaya olan sevgisini ve bağlılığını, aidiyet duygusunu güçlendirmek gerekir. Temelde toplumu oluşturan tüm bireylerin ayrıymış gibi duran çıkarlarının, aslında aynı olduğunu bilmelerini sağlamak, ayrışmalarını engeller. Böylece toplum, kamusal alanlar yaratma (sivil toplum, dernek, dijital platformlar vb.) ve toplum yararını tartışmaya gönüllü olarak katılır. Tepkisizlik kurtuluş değil, olsa olsa sonun başlangıcı olur. Susmayı bir kurtuluş olarak görme yanılgısından uzaklaşarak ve ayrışmak yerine dayanışmayı önceleyerek ayağa kalkmak, değişimi de mümkün hale getirir. Gerçek anlamda toplum olmak da zaten bu demektir…
Kaynaklar
- Burcu, E. (1998). Evrimci teorinin sosyolojik düşünce, üzerindeki etkileri ve sosyobiyoloji. Hacettepe Üniveristesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 15(2), 175-186.
- Bozpınar, C. (2021). İbni Haldun’a göre devletin çöküşünün analizi: Adalet dairesi bağlamında bir değerlendirme. Mersin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 4(2), 86-93.
- Gölbaşı, H. (2017). Suskunluk sarmalı ve Türkiye. The Journal of Academic Social Science, 58(58), 123-133.