1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Ben Cemaliye!  Zeki’nin ölü bedeninin çok ilerisinde…
Ben Cemaliye!  Zeki’nin ölü bedeninin çok ilerisinde…

Ben Cemaliye!  Zeki’nin ölü bedeninin çok ilerisinde…

Siz hiç Cemaliye’nin adını duydunuz mu? Yaşadığımız adanın ve sahip olduğumuz ilk devletin ilk kanlı savaşının başlamasının miladı kabul edilen gecenin başrolündeki kadının adını duydunuz mu?

A+A-

 

Koral Özkoraltay (FEMA Aktivisti)
koraltaykoral@yahoo.com

“Soğuk bir kış gecesi... Issız sayılmasa da, sabaha yakın saatlerin tenhalığına yakışır azlıkta insanın olduğu sokakta gidiyor araba… Sıradan bir iş dönüşü. Eve az kaldı.  Caddenin sonundan köşeyi dönünce bizim mahalle. Gene zor, gene yorgun bir gece bitiyor ve sabırsızca eve dönüyorum. Köşeye yakın, bir kalabalık görüyorum. Nedir bu bağrışmalar? Neyin kavgası bu saatte? Bu taksiyi tanıyorum, evet evet, beni defalarca eve bırakmış taksici Zeki’nin arabası bu ve bağırmaların itişmelerin tam ortasında Zeki var.  Zeki’yi bu adamların ortasında yalnız bırakamam, koşuyorum yanına. Diklendikçe ben de dikleniyorum karşımda duran, o karanlığın en karanlığı gibi duran O adama. Çantamı kaldırdığım gibi savuruyorum kafasına. Bir silah görüyorum sonra. Sesler artıyor, bağırışlar ve ince bir sızı başımdan gelen. Yanağıma süzülen sıcak bir sıvı ve yerdeyiz artık. Her şey dönüyor. İkimiz de yere yığılıp kalıyoruz. Bir saniye öncesinin bağrışlarını, derin bir sessizlik takip ediyor. Araba ve insanların telaşlı ayak sesleri alıyor sessizliğin yerini. Ve hiç durmayan silah sesleri… Silahlı karanlık insanlarla doluyor sokağın içi ve ben sadece izliyorum yığıldığım yerden. Hepsinin gözlerindeki öldürme hırsını görüyorum acı içinde. Kıbrıs’ın başkentinde büyük, ışıklı caddenin hemen arkasında, her gece hızlı adımlarla geçtiğim köşeyi, bu gece sürünerek geçmeye çalışıyorum. Nereye doğru süründüğümü bilmeden, yüzlerce adım atmış gibi hissediyorum kendimi. Kestiremediğim bir mesafeyi aşıp kapımı açacağım ve huzur bulduğum evime mi gireceğim, yoksa başka bir tarafa mı gidiyorum, bilmiyorum.  Ancak yapamıyorum,  hiç ummadığım başka bir karanlığa gömülüyorum huzursuzca. Kızımın adı yankılanırken aklımda, sabahın ilk ışıklarıyla son nefesimi vermek üzereyim Tahtakala’nın Türk mahallesinin köşesinde… Ben Cemaliye! Zeki’nin ölü bedeninin çok ilerisinde” 

İnsanlar neden savaşır? Bu soruya cevap aramayı bıraktım ben. O kadar çok savaş, o kadar çok çatışma anlattım ki meslek hayatım içinde, sebebin asla değişmediğini çok iyi anladım. Milyonlarca insanın yaşamını asla geriye dönmeyecek şekilde değiştiren bu vahşiliğin temelinde, güç/hâkimiyet elde etme ve bu gücün sağlayacağı sınırsız ekonomik güç var. Ve bu, tarihin bilinen ilk savaşlarından beri en etkili saldırma nedenidir. Ancak araştırmalara bakıldığında savaşlarda sahada çarpışanların, "savaşçı" kimliğiyle etkin rol oynayanların hep erkekler oldukları görünüyor. Peki, kadınlar nerede? Ne anlatılan hikâyelerde, ne o dönemlerin resmedildiği tablolarda, ne de çekilen savaş filmlerinde, kadınlar savaş sahnelerinde hiç yer almıyor. Buna rağmen kadınların da savaşın tam göbeğinde yer aldığını biliyoruz. Ancak onlara yan roller biçilmiş olduğundan onlar, görünmez karakterler konumundadır.  Yemeği pişiren aşçı, ya da hastalara bakan hemşire gibi yine kadınlara toplumsal cinsiyet rolleri kalıbındaki roller uygun görülmüş gibi dursa da, ihtiyaç duyulan her alanda, her yerde görev almıştır aslında kadınlar. Hatta günümüzde Eritre, İsrail ve Nepal ordularının üçte birinden fazlasını oluşturmaktadırlar*/Toplumsal Cinsiyet, Savaş ve Çatışma Savaşın Feminist Teorisi/ Laura Sjoberg. Cephede olmanın yarı sıra, köyünde kasabasında kalıp savaş döneminde erkeğin yokluğunda, eksik kalan tüm işleri yaparak hayatı devam ettirmeyi başaranlar da yine kadınlardır. Hatta birçok coğrafyada erkekler cephede olduğu için boş kalan ve daha önce “erkek işi” diye tanımlanan iş alanlarına kadınlar, geçici ve yarı maaşla çalıştırılarak ciddi emek sömürüsü yapılmıştır.

Hem milliyetçi tarih yazımında, hem de erkek egemen devletlerin politik söylemlerinde, kadının savaştaki yerinin cephe gerisindeki güvenli bölgeler olduğunu, ya da evi olduğunu belirten çok güçlü ve yüksek sesli bir dil vardır. “Kadın muhtaçtır, zayıftır, korunması gerekendir, narin yaratılışıdır, eştir, annedir.”  İşte bunun üzerine kurgulanmış bir senaryo ile savaşmaya motive ediliyor erkekler.

Tarihte, savaş başlatan “güçlü” kadınlar da vardır, uğruna savaşlar yapılan Kleopatra gibi, Truvalı  Helen gibi. Tarih, efsanelere konu olan bu güzel prenses ve kraliçeleri, zeki, akıllı ancak narin olarak sayfaları içerisine almıştır. “Gücün simgesi olan kadınlar” uğruna yapılan bu savaşlarda da, savaşanlar hep erkelerdir. Gücün temsili kadın gibi görünse de, güçlü olan yine erkektir. Yani yine motivasyon aracı olarak kullanılan bir roldedir kadın.

Askerlerin savaşçı ruhlarını kamçılamak için kullanılan korunmaya muhtaç kadın olgusunun yapay bir politik malzeme olmasını bir yana koyacak olursak,  bütün kadınları içeren bir genelleme olmaması da, bu iddianın başka bir eleştirilecek noktasıdır. Evindeki kadın korunması gerekendir ama karşı evdekine saldırıp tecavüz etmek kabul edilebilir midir?  İşte empoze edilen motivasyonun böyle bir tutarsızlığı ve yanlışlığı var. Devletler, savaşlarda insan öldürmeye haklı/ kutsal bir dayanak bulabildiği halde, tecavüzü savunacak hiçbir kabul edilebilir dayanak yok. Kadınlara yapılanlar, hep gizlenen, saklı tutulan sırlar olarak, savaşların konuşulmayan karanlık tarafını oluşturuyor. Şanlı şerefli ordulara atılan çamur diye susturuluyor konuşmayı deneyenler. Kahramanları lekelemeye çalışanlar diye bastırılıyor yaşadıklarını anlatmaya çalışanlar.  Öldürenler kahraman, saldıranlar kahraman, tecavüz edenler kahraman oluyor toplum önünde. Savaşlardaki kahramanlık hikâyeleri anlatılıyor yıllar boyu. Milli davaların cesur kahramanları oluyor erkekler.

Siz hiç Cemaliye’nin adını duydunuz mu? Yaşadığımız adanın ve sahip olduğumuz ilk devletin ilk kanlı savaşının başlamasının miladı kabul edilen gecenin başrolündeki kadının adını duydunuz mu?  İlk kurşunlananlardan olan ve sabahın ilk saatlerine kadar acı çekip hayata tutunmaya çalıştığı halde, kimsenin sesini duymadığı, yardıma gelmediği, o çatışma sokağında son nefesini verene kadar direnen o kadının adını duydunuz mu?  Çatışmaların yaşandığı yıllar boyunca topluma komuta edenlerden,  21 Aralık sabahı, silahların ateşlenmesinin sebebi olan tartışmada yer alan kadının adını ağzına alan kimse olmadı. Toplumun yöneticisi konumundaki liderler bile Cemaliye’nin adını “unuttu”.  Mezar taşındaki ölüm tarihi bile farklı yazıldı, sırf kurşunların atılmaya başladığı geceyle bağlantısı olmasın diye. Tarih ders kitaplarında bu konu uzun yıllar ölü sayısının sadece rakam olarak belirtildiği bir ayrıntı olarak geçiştirildi. Yakın zamanlarda ismi yazılmaya başlansa da, taksideki bir yolcuymuş gibi gösterilmeye çalışıldı. Peki, Neden?

Neden onun kimliğinde saklı. Mesleğinde saklı. Cemaliye bir seks işçisiydi. Hayatta iken bileni, ona ulaşmaya çalışanı çok iken, nedense ölümünde adı telaffuz edilmez oldu. Düşünsenize, savaş tellallığı yapanlar, milli bir davanın uğruna hayatlarını tehlikeye atmaya hazır oldukları büyük mücadelelerinin başladığı gecenin ilk kurbanını, Cemaliye’nin kimliğinde bir kadın olarak duyursaydılar, eminim ki mücadele ruhlarını kirletilmiş hissedeceklerdi.  Bilinen bir ailenin evde oturan, hanım hanımcık bir kızı, ya da toplumda tanınmış saygın birinin karısı öldürülmüş olsaydı, işte o zaman öldürülen kadın üzerinden mağdur edebiyatı yapılır, sayfalar dolusu yazılar yazılır, yaslar tutulur hatta bu konuda günümüzde bile şiir yarışmaları düzenlenirdi belki de. Ama ölen Cemaliye’nin kimliğinde bir kadın olunca iş değişiyor tabi ki. Kimse duymasın, mezar taşındaki ölüm tarihi bile değişsin. Değişsin ki,  "milli davamızla" bağlantısı kalmasın, "milli davamız" zafiyete uğramasın. Ve biz, söz konusu kadın olunca “kapat gözlerini kimse görmesin” şarkısı dinlemeye devam edelim.

1963 yılında başlayan çatışmalar, onlarca yüzlerce hatta binlerce saldırının, dayak ve tecavüzün yaşandığı yılları da başlattı adada. Bu yıllar her evde, derin izler, unutulmaz acılar bıraktı. Ama savaşı yaşayan kadınlarda acılar, daha derindi. Savaş, kadın için arkada kalıp, güvenli bölgede sığınarak geçirilmiş bir dönem değildir. Kadınlar savaşta geride kalan değil, hayatı erkeklerin bıraktığı yerden yüklenen, savaş şartlarının zorluklarına tek başlarına göğüs germeyi becerebilen güçlü kişilerdir. Savaş yıllarında yaşanan zorluklara bir de saldırıya uğrayıp tecavüz edilme ihtimalinin eklenmesi ise, yaşanabilecek en korkunç kâbustur. Erkeklerin savaşının en adi şeklidir kadınlara saldırıp tecavüz edilmesi. Tukididis, Peloponez Savaşları’nın tarihini yazdığı kitabında, savaşın sonunda ele geçirilen yerlerdeki kadınlara dokunulmadığını anlatan metinlerin yanı sıra, “savaşa dâhil olmayan bu muhtaç kadınlara saldırıp tecavüz eden savaşçıların ise, sorunlu ve övülesi olmayan, eleştirilmesi gereken bir şey yaptıklarını yazıyor”*. Yani milattan önceki en eski savaşları anlatan, medeniyetin tozunun bile olmadığı vahşiliğin içindeki bu yıllarda yazılan /MÖ 431 yazılarda bile, onaylanmayan bir hareket olarak belirtilen tecavüzün, günümüz dünyasında hala daha savaş zamanı ele geçirilen yerlerdeki kadınlara karşı yapılmaya devam edilmesi akıl almazdır ve vahşiliği, ilkçağları aratmayan türdendir.

             1974 dâhil olmak üzere, 1963 Aralığından başlayarak geçen yıllar boyunca, köy saldırılarında komşusunun yardım çığlıklarını duyduğu halde, ona destek olamayıp saklanan,  komşusunun yardımına koşamayan kadınların pişmanlık dolu hikâyeleri fısıldandı usul usul. Başka bir köyde, askerlerin her gece sırayla tecavüz ettikleri ve yatağa bağlı kaldığı için kurtulamayıp ölümü bekleyen 15 yaşındaki genç kızın hikâyesi anlatıldı gözyaşlarıyla. Hatta çocuklarının önünde her gece evine baskın yapılıp tecavüz edilen kadının, yıllardır süren sessizliğinin nedenini, ancak ölümünün ardından dile getirildi. Yaşlı nenesinin çığlıklarının, yalvarmalarının arasında defalarca tecavüze uğrayan 13 yaşındaki küçük kızın, yıllar sonra bile kâbuslar görüp sakinleşemediğini anlattı bir başkası hıçkırıklar arasında. Adamızın yaşanmış ve unutulamamış gerçekleridir bunlar… Her biri, yüzlerce yaşananın sadece benzeridir ve bu hikâyelerin başrolünde hem Kıbrıslı Türk hem de Kıbrıslı Rum kadınlar vardır. Birini diğerinden ayırmadan, saldırıyı, tecavüzü, millileştirmeden sunuyorum önünüze. Bu adada yaşanan savaşlar, kuralı olmayan,  kötü şeyler barındıran, kirli savaşlar olmuştur. Bunun en büyük acılarını ise kadınlar yaşamış, hem emekleriyle, hem bedenleriyle ciddi bedeller ödemişlerdir.

Yazımın başındaki canlandırma, görünmez kılınan bir kadının son gecesinde yaşadıklarının an ve an aktarılmasıdır. O gece, Lefkoşa Polis Komutanı’na vurmak için kolunu kaldırdığı anda kurşunlanan Cemaliye’nin vurulması ile başlamış ama O, işi yüzünden dışlanmış, “ulusal davaya” uygun görülmemiş ve gece, sadece Zeki’nin ön plana çıkarıldığı bir kurgu ile yıllarca anlatılmıştır. Erkek egemen siyasetin, tarihimizde bilerek, isteyerek görünmez kılınan Cemaliye ve nice kadınlara ödemesi gereken bir borcu var. Savaşta ciddi bedeller ödeyen kadınların, barışın inşasında da ciddi emek harcadıklarının takdir edilerek, barış için oturulacak masada kadınların da sözü olmasının gerektiğini tekrarlıyoruz. Savaş yıllarının zorluğunu ve şiddetini  birebir yaşayarak deneyimleyen, hayatı her haliyle geride kalmadan yaşayan kadınlar, sıra barışa geldiği zaman unutulmamalıdır. Kenara itilip susturulmamalıdır. Bir toplumda erkekler kadar kadınların da yaşamda yer tuttuğunu nasıl görüyorsak, toplumların barışmasına da katkıyı koyacaklarını kabul etmek gerekir. Barış için yapılacak her toplantıda kadınların da söyleyecek sözü vardır, yürünecek yolda atacak adımları vardır. 

Günümüz politik yaşamında,  kadınların ciddi bir güç kazandığı, başarılı işlerle dünya siyasetinde görünür olmaya başladığını örnekleriyle görüyoruz. Kuzey İrlanda’da 1998 yılında imzalanan “Hayırlı Cuma Anlaşması’nda /Good Friday Agreement ya da Belfast Agreement Kadın Koalisyonu’nun büyük emeği olduğunu kimse inkar edemez. Ardından 2000 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde alınan 1325 sayılı karar ile kadınların barış süreçlerine katılımını destekleyen önemli bir adım daha atıldı. BMGK 1325 sayılı Kararı, “silahlı çatışmaların kadınlar ve kızlar üzerindeki etkileri, kadınların barışı sağlamasındaki rolü barış ve çatışma çözme süreçlerinin toplumsal cinsiyet boyutlarına dikkat çekerek, kadınların çatışmaların önlenmesi, yönetilmesi ve çözülmesiyle ilgili ulusal, bölgesel ve uluslararası kurum ve mekanizmalarda, tüm karar alma düzeylerinde daha fazla temsil edilmelerini sağlamayı amaçlar.” *bm1325 eylemplanı.org.

Adamızın kirli çatışma geçmişinden çıkmayı amaçlayan toplumlararası görüşmelerde, kadınları görünmez kılınmadan ve onların barış çağrılarına kulak vererek, ortak bir barış dili ile konuşulan bir masada oturalım istiyoruz.  Barışın imzasında kadınlar da olsun, çünkü barışı,  hem kadınlar, hem de bu ada, çoktan hak etti.

 

 

Bu haber toplam 6164 defa okunmuştur
Etiketler : , ,
Gaile 462. Sayısı 8 MART ÖZEL

Gaile 462. Sayısı 8 MART ÖZEL