1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Affınıza Sığınarak!...
Affınıza Sığınarak!...

Affınıza Sığınarak!...

ailesi ile kendini izlemesinin verdiği heyecan ve mutluluk yanında; mikrofonu tutması, kameraya konuşması ne denli güven sağlar çocuklarımıza ve kendine güvenen bireyler yetiştirmekte ne kadar önemlidir bu tür yaşantılar…

A+A-

 

Asu Demircioğlu
asudemircioglu@hotmail.com

 

Kalemi elime aldım yazmak için... Mektup gibi yazmaktan bahsediyorum, kendime saklamaktan... Yok, kendime saklayamam. Herkes duysun. Facebook!.. Evet, orda yayınlarım. Kızınca, sinirlenince, sevinince, sevilince, nerdeyse sevişince herkes orada paylaşmıyor mu… Ben de yazarım, ne olacak… Nihayet başladım… Yorum kısmını da kapatırım, kimse dokunamaz beynimde yıllarca birikmiş giderek ağırlığı yük olan bu garip hisse... Bu düşünceler geçerken aklımdan, ansızın burada karşınızda buldum kendimi... 18 yıllık sevdanın giriş, gelişim, sonu belli olmayan ama geleceğini gördüklerimi sizlerle paylaşmak için. Nereden başlasam bilemiyorum; ilk heyecanımdan, ellerimin titremesinden, hayal kırıklıklarımın giderek artmasından... Kalbimin ve başımın ağrısını nasıl aktarsam... Eleştiri veya köşe yazılarında saldırgan tavırları hep yadırgamışımdır; eleştirinin bir adabı, etiği olduğunu düşünürüm. Ama ne kadar başarırım yüreğimi yakan bu konuyu aktarırken acımasız olmayı bilemiyorum.

Zil sesi, çığlıklar, gülen gözlerle tam 18 yıl önce karşılaştım... Okul bahçesinde eline ilk kez mikrofon tutturulmuş uzaylı gibi bakan bir sunucu, bir yönetmen, sunucu gibi şaşkın şaşkın bakan bir kameraman ve bir anda etrafınızı saran ve sorular sormaya başlayan dünya tatlısı çocuklar... O yıllarda sıkıntıya girerdik; 50 dakikalık programın süresinden kaynaklı. Her çektiğimizi yayınlayamazsak, ya süre yetmezse telaşı... Hemen anlatmaya başladım, neden bahsettiğimi söylemeden. Sözünü ettiğim, Kıbrıs’ta bir kanalda yayınlanan çocuk programı. Çekim günleri gözlemleme olanağı bulduğum yaşananlardır, nefes almadan aktarmaya başladıklarım... O günlerde genelde güzel bir enerji ile karşılanırdık okullarda... Öğretmenler bizi beklediklerini, çocukların ve kendilerinin heyecanlı olduklarını söylerlerdi ve neler hazırladıklarını anlatmaya başlarlardı... Biz daha da çok heyecanlanırdık onları görünce... Gerçekten de öyleydi, verilen değer bunun göstergesiydi... Sevgi vardı öğrenci, öğretmen, müdür üçgeninde... Hiç mi sorun yoktu? Vardı mutlaka ama saygı ön plandaydı; en başta öğretmenlik mesleğine... Düzgün, temiz programa çıksın diye öğrencisinin saçını tarayan, üstünü düzelten nice öğretmenler gördüm... Vardı... “Vardı” diyorum, belki yine vardır... Öğretmen ve müdür odalarında oturup kahve içtiğimiz, sohbet ettiğimiz çok olmuştur... Okulun eksiklikleri, maddi sorunlar, bakanlığın yetersiz desteği gibi konulardı başlıca sorunlar. Tabii ki mükemmel değildi koşullar ama öğretmenlerin en iyi şekilde öğretme isteği, sevgi, saygı ve heyecanları, daha iyi bir eğitim için harcanan çabaları açıkça görülüyordu... Daha iyisi içindi ortaya konulan emek... Kendi olanakları ile sınıflarını düzenleyen, fedakârlıktan kaçınmayan nice öğretmen tanıdık... İlgisiz diyemem ama, nasıl anlatsam, hani hissedersiniz ya yüzü gülmeyen, asık suratlı umursamaz bir öğretmenle karşılaştığımızda çok kez bakışmışızdır yönetmen ve kameraman arkadaşlarla... “Yok yok severek yapmıyor öğretmenliği, böyle mi olur, böyle mi davranılır çocuklara” diye eleştirdiğimiz öğretmenler olurdu nadir de olsa... Çok pembeymiş gibi aktarıyorum o eleştirdiğimiz günleri bile… Hatta yabancılaştım yazdıklarıma ve sorgulama gereği hissettim... Zamanla, o nadir rastladığımız isteksizlik artmaya başladı okullarımızda... Karşılandığımızda çekim için hazırlanamadık. “Okulumuzun çok sorunu var. Öğretmenlere bir şey yaptırmak, görev vermek zor” gibi cümleleri sıklıkla duyar olmaya başladık... Daha çok ulaşabilmek içi sıraya koyduğumuz okullar çeşitli bahanelerle kabul etmemeye başladılar bizi. Ya da gittiğimizde “neden geldiniz, bir siz eksiktiniz” tavrıyla karşı karşıya kalmaya başladık... “Hazırlanamadık” diyen öğretmenleri “sorun değil, biz sohbet ederiz, oyun oynatırız, en iyi şekilde çekimimizi yaparız” gibi sözlerle rahatlatmaya çalışırken aslında çok umurlarında olmadığının farkına vardık ne bizim ne de eğitimin... Oysa, ailesi ile kendini izlemesinin verdiği heyecan ve mutluluk yanında; mikrofonu tutması, kameraya konuşması ne denli güven sağlar çocuklarımıza ve kendine güvenen bireyler yetiştirmekte ne kadar önemlidir bu tür yaşantılar…

Çığlıklarım genel tavra, tutuma, bakış açısına getirdiğim bir yakarıştır. Öğretmenlerin hiç tanımadıkları bizlerin yanında müdürlerine hakaret edercesine sözler sarf etmeleri bu tavırlardan sadece biri örneğin... “O öğretmen yapmıyor, ben niye”, “önce onlar çalışsın”, “Bıktık” diyenler... Okulla ilgili her konu o kadar rahat söyleniyor ki, şaşırıyordum ilk zamanlarda... Memleketin her konudaki halleri diyoruz zamanla... “O yapmazsa ben hiç yapmam” inatlaşmaları... “Asıl siz gördüğünüz bu sorunları çekin” isyanları… Müdürlerin bakanlığı, öğretmenlerin her ikisini suçladığına çok kere şahit olduk... “Bir de sendika var” diyorlar günün sonunda. Benim anlamadığım; bu sorunlardan dolayı çocukların suçu ne? Onlar ne anlarlar müdür, sendika, hangi öğretmenin kaç saat çalıştığından, kimin terfi aldığından... Tabii ki gözle görülür, maddi-manevi sorunlar mutlaka bulunmakta okullarımızda... Büyük dertler... Benim üzerinde durmak istediğim; öğretmenlerimizin mesleklerine ve çocuklarımıza azalan, giderek yok olan sevgisi, saygısı... Sorunların öğretmen-öğrenci ilişkisine yansıması...

Acı olan gerçek budur... Bıkmış, pes etmiş, umutsuz, mutsuz, umursamaz öğretmenler ne katabilir çocuklarımıza... Yok olan, olmak üzere olan değerler... Gözlemliyoruz, gözlemledik bazen sevinerek bazen üzülerek öğretmenlerimizin çocuklarımıza davranışların... Böyle cümleler pek kurmayı sevmem ancak, inanın artık bir okulun kapısından girince anlıyoruz sevgi ve istekle mesleğine sarılan, öğrencisine değer veren; kendini geliştirerek eğitim vermeye çalışan öğretmeni... Öğrencilerini seven sayan öğretmenlerimiz nerde? İçim acıyor, kalbim sızlıyor gördüklerimden... Nedendir bu değişim, bu kötüye gidiş? Tüm sorumluluğu öğretmene yüklemek asla doğru olmaz, bütün suç öğretmenlerimizde değildir elbet; ülke genelinde ve her meslekte olduğu gibi... Ama konu “geleceğimiz” dediğimiz çocuklar olunca duyarlılıklar kat kat artıyor. Düşen bir çocuk düşünün… Teneffüste nöbetçi öğretmen bir kişi, okul büyük… Çocuk yerde ağlıyor, koşuyorum çocuğun yanına, ilgileniyorum, yerden kaldırıyorum… Öğretmen daha arkada… Neden? Ben topuksuz ayakkabı giyiyorum, yürüyebiliyorum. Öğretmenimiz ince yüksek topuk, dar etek... Okul bahçesi toprak, taş... Kimsenin kıyafetine karışmak haddim değil ama pes dedirtir cinsten olunca, sessizliği bozmak gerek... Küçük çocuklar, ayakta verilen dersler, rahat hareket gerektiren oyun ortamları. “Buna mı taktın, bu mu önemli olan o kadar sorun dururken” diye düşünebilirsiniz. Evet, bu da bir göstergedir mesleğe saygının, mesleğin gereklerinin yerine getirilmesinin. Acaba Öğretmen Akademisinde okul ortamında nasıl giyinilmesi gerektiği öğretilmiyor mu? Gerek yok tabi ve saçma ama gidişat ihtiyaç olduğu yönde, baksanıza... Sen nasıl rahat oyun oynatırsın birinci sınıf öğrencilerineo kıyafetle,benim aklım almıyor. Bu noktada eğitimde var olan sorunlardan çok öğretmene odaklanıyorum ister istemez, üzülerek... Aynı zamanda okul çağında çocuğu olan bir anne olarak affınıza sığınarak sıraladım umutsuzluğa düşüren gözlemlerimi. Tüm öğretmenlerimizi aynı yere koymak istemem asla. Elbette severek, isteyerek, kendini geliştirerek, araştırarak çalışan, eğitim vermeye çabalayan öğretmenlerimiz ve müdürlerimiz de vardır bu ülkede. Böyle okullar ve öğretmenlerle karşılaşınca yüz kez teşekkür eder buluyorum kendimi. Üzücü olan, sayılarının giderek azalıyor olmasıdır... Eğitimde dünya nerede, biz neredeyiz; çağı yakalamak adına hangi yöntemler geliştirilip uygulanabilir; girişimci, yaratıcı, kendine güvenen bireyler yetiştirmek için neler yapılmalı; ezberci eğitimden nasıl kurtulmalıyız soruları üşüşüyor aklıma. Asıl konuşulması gereken bunlarken biz sevgi, saygı ve emekten bahsediyoruz hala... Kendimizle, işimizle, çevremizle barış içinde yaşayamıyorsak nasıl üretir, nasıl birlik olur, nasıl yakalarız dünyayı. Alıntılar yaparak süsleyebilirdim yazdıklarımı. Ama yüreğimden aktığı şekli ile aktarmaya çalıştım. Gözümün önüne bir onsekiz yıl sonrasının sahnesi geliyor: Eline mikrofon tutturulmuş bir sunucu, bir kameraman, bir yönetmen ve onları çevreleyen çocuklar. Bir binaya bakıyorlar, endişeli... Peki daha sonrası? Örneğin bir elli yıl sonrası?

 

 

 

 

Bu haber toplam 3315 defa okunmuştur
Gaile 423. Sayısı

Gaile 423. Sayısı