
21 ARALIK: DİKKAT KIYAMET KOPUYOR
Halil Duranay: Geist kendini bulup tanıdı ve tarihin sonu geldi. Hoppala, nerden çıktı şimdi bu iş demeyin, şu 21 Aralık mefhumu, her yeri kırıp geçiriyor, insanlar ya Mayalar haklıysa ya 21 Aralık günü herşey sona ererse kaygısını bayağı yaşıyorlar, aba
Halil Duranay
Geist kendini bulup tanıdı ve tarihin sonu geldi. Hoppala, nerden çıktı şimdi bu iş demeyin, şu 21 Aralık mefhumu, her yeri kırıp geçiriyor, insanlar ya Mayalar haklıysa ya 21 Aralık günü herşey sona ererse kaygısını bayağı yaşıyorlar, abartmıyorum. Geçen hafta Türkiye’de eş dost meclislerinde 21 Aralık mefhumu baya dillendiriliyordu. Gülsem dedim olmadı, insanlar baya ciddi kendini inandırmış bu işe. Sonra dedim boşver gül nasıl olsa, 3 hafta sonra topyekün ölüp gidiyoruz, taş taş üzerinde kalmıyor bari son haftalarımı gülerek geçireyim zaten erken davranıp Şirince ya da Bugarach köylerinde rezarvasyon da yaptıramadık
Aslında çok da şaşılacak bir iş değil bu: modernizmin bir saç ayağı olarak “son bekleme” olgusu, tarihin her noktasında kendini gösterir. Tanımı İncil’den alırsak bu son bekleme işi; eskatolojik bekleyiş diye nitelendiriliyor. Ancak genelde bu olgu, beklemekten taş kesilmekten öteye gitmez. İnsanları bu bilince iten yegane şey, şüphesiz modernizmin, bizlere telolojik (ereksel) yani düz bir çizgi olarak dayattığı tarih ve onunla beraber doğan gelecek kavramıdır. Biz A noktasındayız ve B noktasına kadar katedilmesi gereken bir yolumuz var, B noktası bizim nihai hedefimiz fakat biz hiç bir zaman nihai hedef sonrasını tasarlamaz ya da düşünmeyiz, asılolan nihai hedefe ulaşmaktır. İşbu noktada, her hedefe yaklaşma bir kaygıyı, her hedefe ulaşma da bir hayal kırıklığını getirir. Geleceği (ulaşılacak hedefi) tasarlarken, işler çıkmaza girip tıkandığında gelip bir kurtarıcının işleri çözüp, bize yolumuza devam etmemiz için yardım etmesi durumu kendini gösterir. Mesih mefhumu da burada kendini gösteriyor.
Dedik ya, modernizm, tasarlanışı gereği ritmik düz çizgili bir ilerlemeyi idealize ediyor. Bu telelojik tavrı her ne kadar modeller üzerinden bir akışı – bir ereğe ulaşmayı “modernizasyona girmiş toplumlara” kanıksatsa da, bir hedefe ulaşmadan, yinelgen (recurrent) bir sürekliliğe sabitleniyor. Modernizmin ilerlemesi bir bakıma kendini tekrar eden bir devamlılığın sağlanmasında durağandır. Türkiye’nin modernleşmesi de modellenmesini batı modernizasyonun 19. - 20. Yüzyıllar arası ulaştığı halden alır. Türkiye’de jargon itibariyle gerici addedilen güruhun modernizmi bir imha süreci, dejenerasyon süreci, ahlak ve değer yitimi süreci olarak adlandırmaları her ne kadar teorik bir inşaya sahip olmasa da, genel hatlarıyla kaynağını batı modernizasyonuna olan karşıtlıktan alıyor.
Küresel olarak modernleşen dünya, Aydınlanmadan beri insan-merkezliliğin açtığı gedikleri bugün hala “manevi – dini – ezoterik” kabul ve değerlerle doldurma gayretinde. Dünya genelinde 2000 sonrası yeniden, sımsıkı ve kendini büyüterek ayyuka çıkan “cemaatler, ezoterik yapılanmalar, komplo teorileri, fundamentalist ölçülerde dinlere dönüş, ırkçı politik oluşumlar, yeni tür milliyetçilik söylemleri, kimlik kargaşaları” buna karşı sürekli yinelenen yaklaşan “son” uyarıları, tanrı maddesi deneyleri, terör eylemlerine bulaştırılmış dini - milliyetçi fenomenler – insan-merkezli modernitenin yinelgen (recurrent) bir evresinden başka bir şey değil. Memlekette “spiritzma, astral uçuşlar, uzaylılar, kutsal kitap şifreleri” yine bu kadar azmışken Üstadım’ın dediği gibi acil “pozitivizme” ihtiyacımız var!
Kozmopolitanların içine girdiği bu son bekleyicilik “kıyameti bekleme, eskatolojik bekleyiş ya da apokaliptik bekleyiş ki yazı boyunca bu durumu tanılamak adına eskatolojik bekleyiş tanımını önerip, kullanacağım” aslında bir tür uyum bozumundan ya da uyum bozucuların statüko üzerinde yarattığı ikon kırıcılıktan kaynaklanan kolektif nevrotik bir tavır. Öznelerin genelinin içinde bulunduğu determinist yaşam algısı “nedenler sonuçları doğurur ve bu zincirleme bir kaderciliğe kadar yollanabilir” – bir toz zerresi ölümcül bir hastalığa sebep olabilir gibi nevrotik bir varolma durumunu birbirlerine dayatıyor.
Küçük bir olgunun ya da olayın kozmosun dengesini tersyüz edebileceği bilimsel bir önermede de rastlanabilecek “kelebek etkisi-kaos teorisi”, edebi bir metinde de rastlanabilecek toplu yaşayış kadar eski, hala tekrarlanan ve derinlemesine inanılan bir fenomen. Shakespeare’in karanlık metni Macbeth’in 4. Sahnesinin girizgahında Yaşlı Adam ve Ross arasındaki diyaloga kulak kabartalım;
Yaşlı Adam:
Doğal değil bu; tıpkı bu geceki iş gibi
Geçen Salı, aslında fare yiyen bir baykuş,
Göğün yücesinde süzülen bir şahini avlamış
Ross:
Evet, Duncan’ın atları da
-Çok acayip ama gerçek bu –
O muhteşem eşkin atlar,
Soyun safkan örnekleri, birden azmış,
Ahırın kapısını yıkıp dışarı fırlamış
Sanki insanlarla savaşa tutuşmak ister gibi
Zapt edilemez olmuşlar.
Yaşlı Adam:
Dediklerine göre, birbirlerini yemişler.
Ross:
Evet yediler; ben gördüm
Ve gözlerim yerinden uğradı şaşkınlıktan[i]
İşin özeti şu; Yaşlı Adam ve Ross öldürülen Kral Duncan hakkında konuşuyorlar. Kral Duncan öldürülüyor, aynı gece Duncan’ın safkan atları ahırdan kaçıp birbirlerini yiyorlar. Kral “bir olgu ya da bir olay olarak” ölüyor ve bundan dolayı kozmosun dengesi bozuluyor ve anormal birçok olay peşi sıra devam ediyor. 1999 depreminde aynı mefhum yerel halkın ağzında çok kemikleşmiş bir söylem olarak karşıma çıkmıştı; muhafazakar insanların büyük çoğunluğu depremi ve depremin yarattığı büyük tahribatı; insanların ahlaksızlaşması neticesinde göklerden gelen bir uyarı/helak olarak okumuş ve buna böyle bel bağlamışlardı. İşin eskatolojik bekleyiş durumu da bu determinist inançla iç içe geçmiştir.
Olaylar ve olgular arttıkça epistemik yoğunluk da artar ve bir sonuca ulaşılması için bekleyiş başlar (özel televizyonların kültür hayatına girdiğinden beri politika, futbol vb. konularda yapılan yorum öngörü ve analiz/tartışma programlarının hala en çok rağbet gören işler olmaları işbu noktada hiç de şaşılacak bir şey değil).
Kolektif nevrotik bozukluk dediğim durum bu bekleyişte kendini gösteriyor. Bekleyişteki tasa ya da angst; Kierkegaard’un savladığı ontolojik bunalımdan ziyade daha Heidegger ağzıyla insanın yaşadığı bir bocalama değil de insanın içinde bulunduğu durumdan kaynaklanan bireysel özerkliği yitirip, toplumsallaşmanın olağanlığından uyanan sosyal bir rahatsızlıktır. Aklıma bekleyiş tasasına düşmüş ve netice arayan saplantılılara gelen ilk örnekler Coetze’nin Barbarları Beklerken’indeki kale halkı ya da Godot’yu bekleyen Vladimir ve Estergon’un tasalı, karamsar, metafizikle haşir neşir durumları geliyor. Bekleyişin tedirginliğinde insan-merkezciliğin beklentiye cevap veremeyip yüzlerini yeniden göklere çevirmesi, içinde bulunulan belirsizlikten kurtulmanın en safça ama neticede en çok iç rahatlatan yöntemi. Dini betiklerin (Kuran, Tevrat, İncil, Popol Vuh, Zebur, Vedalar, Mısır’ın Ölüler Kitabı...) sürekli gelecek bir sona vurgu yapmaları, bu sonun alametlerini anlatmaları ve bu sonda kendini kurtarmanın mümkün yöntemlerini peşi sıra anlatmaları da tanımladığım durumun kolektif bilinçdışındaki kalıtsallığına en nitelikli örnek.
Burda yeniden modernizmin teolojik ve yinelgen (recurrent) nosyonlarına dönmekte fayda olabilir. Modernizmin ilerleme mefhumunda her ne kadar ereksel bir gayeden bahsedilebilse de, bu ereğin neticelenip neticelenmediği kısmı modernitenin en hacimli problemi olarak doğuyor. Modernizmin ilerlemesi bir tür sürekli olmakta olan, geleğen bir süreç. Modernizmi bir başlangıca milatlandırabilsek de bir sonuca ulaşabildiğinden bahsetmek mümkün değil. Bir başlama noktasından bir başka bitiş noktasına doğru ilerlediği ya da gelişme gayreti içinde olduğu tasarlanıp, varsayılsa da modernizm aynı daire içinde – olgularının çehresi değişerek dönüyor, bir başka deyişle kendini “biçim yenileyerek” tekrarlıyor.
Türkiye’nin modernizasyon sürecinde model olarak aldığı Batı Avrupa modernliği de neticelenmemişti, o gün de olmaya devam ediyordu – bugün de o geleğenlik süreci devam ediyor. Bu ilerleme sürecinde modernizmin bazı sıçramalar (Post Modernizm) ya da arızalar (kolonicilik çağı, auswitch, Hiroşima) yaşadığı aşikar, tüm bunlara rağmen bengi döngüsü içinde olabilmek ve neticelenebilmek tasasını sürdürüyor ki modernliğin teolojik vasfı belki de yalnızca bir gün olabilmek, tamamlanabilmek, neticelenebilmek gayesinden ilerisi değil. Modernizm sürecinin tamamlanamayışı, eskatolojik bekleyiş gibi yinelgen (recurrent) olarak kendini yeniden tekrar edecek olan “umutsuzluk – beklenti nöbetlerini” daha önce de yinelediği gibi yeniden yineleyecektir – şu anda yineliyor.
Huzursuzluk, bir başka sözlüğün de temel birimlerindendir: Psikiyatride kaygı (angst) terimiyle karşılanır. Hep bir bekleyişle, deme kgelecek zamanla ilişkilidir kaygı. Tanpınar, Midhat Efendi ve çarşı zümresinden sözederken “istikbalsiz hayat” deyimini kullanır (1956: 445) – kaygı ve huzursuzluk yoktur burada, herkes şimdiki zamanın içine rahatça yerleşmiştir, idealin yerini iştahlar tutuyordu[ii]
Yinelenme ve bekleyişle oluşan kolektif nevrotik bozukluk, angst, bıkkınlık, iç sıkıntısı, konformizm içinde öznenin biricikliğinin tektipleşmesi, yine bireyin bireysel tüm niteliklerini bir bütünleşme (fascio/balta[iii] örneğinde olduğu gibi) içinde yitirmesi, umutsuzluk gibi durumlar modern çağ içindeki bireyin ontolojik özerkliğini yıkan, çürüten, koflaştıran ve bireyi bir kimlik arama, kimliği yitirme, kendini tanımlayabilmek için yeni sembollere sarılma gibi imhakar bir noktaya getiriyor. Bu noktada birey kendini ontolojik olarak yeniden tanılama zorunluluğu içine giriyor ki – buradaki yeniden tanılamanın sonuçları “iyimser birer yeniden tanımlama kesinlikle değil”.
Kurgusal ya da gerçek olarak Michaux’nun Plume’u burada kendini ontolojik olarak yeniden tanılamış en gaddar örnek olarak düşünülebilir – neticede Plume o kadar hissizleşmiştir ki kendi karısı tren altında öldüğünde, hiçbir şey olmamış gibi kanrevan içinde kalkıp kahve içebilir-. Bir başka ontolojik olarak yeniden tanılama örneği ise Benjamin’in Baudelaire üzerinden tartıştığı flenaur tipidir. Gerçek örneklemelerde ise aklıma gelen en sakat kendini ontolojik olarak yeniden tanılama ise Beşir Fuat’ın bir dışavurum olarak gerçekleştirdiği intiharı. Ve tabi ki Nietzsche, Cioran, Ulus Baker ya da Fikret Mualla gibi üreten kimliklerin hayatlarının bütününde ortaya koydukları bir yeniden tanılama durumu var. Modenitenin çıkmazında öznenin kendini ontolojik olarak yeniden tanılaması girişimi büyük oranda konformizme yenik düşebilmekte – hatta bu yeniden tanılamaların büyük çoğunluğu da maskelenmiş yeni bir konformizm olmaktan öteye gidememekte.
Konformizm, etkinliğini; “bozulabilme” ya da “tehdit edilme” durumunda saldırganlaşıp, karşısındaki tehdidi yoketmek yerine, “dönüştürüp – asimile etme” metodu üzerine kurgular. Béla Tarr'ın Werckmeister Harmonies’ini hatırlayalım; sıradan ve yalıtılmış yaşayan küçük bir kasabaya bir gün sergilenmek üzere bir balina ölüsü getirilir. Balina ölüsünün kasabaya gelişi, sıradan kasaba ahalisini bir anda gergin bir havaya sokar, herkes gergindir, herkes balina ölüsüne kıyameti müjdeleyen uğursuz bir alamet gibi bakar. Balina ölüsünün kasabaya gelişiyle kasaba ahalisinin “kötü bir şey olacak” nöbeti başlar. Bu bekleme arefesinde tüm kasabada neredeyse akış durur, her şey ağırlaşır, paranoya yükselir.
Yakın bir durum Reha Erdem’in Kosmos’unda da karşımıza çıkıyor. Kars’ın ufak bir yerleşkesine, kara kış günü Battal adlı bir yabancı gelir, Battal daha yerleşkeye gelir gelmez boğulmakta olan ufak bir çocuğu kurtarır. Battal halk tarafından hem tedirginlikle hem de kurtardığı çocuktan dolayı saygıyla ağırlanır. Ama Battal’ın yerleşkede kaldığı süre boyunca peşi ardı gelen mucizeler, ölümler, hırsızlıklar halkı çılgına çevirir, halkın “kötü bir olay yaklaşıyor” bekleyişi boyunca olaylarla ilintili tek sorumlu, yerleşkedeki tek yabancı olan Battal’dır. Kosmos’ta da Macbeth’te olduğu gibi olan bir olgu ertesi köpekler birbirini yerler – eskatolojik bekleyiş içerisinde tasalanan insan topluluğu her şeyi neden-sonuçlarla izaha yeltenir, bu süreçte ise konformist bağlılıkları dikkat çekicidir. Ermenistan sınır kapısının açılması için imza toplayanlar da, kapının açılmasına karşı olan taraflar da kullandıkları konformist jargonla dikkat çekicidir ki kahvede imza vermek isteyen de, verdiği imzadan pişman olduğunu dile getiren de konformizmin basıncında müthiş tedirgin davranır.
Bu sinema örneklemeleri içinde ise eskatolojik bekleyişin en travmatik örneği Wajda’nın Dostoyevski romanından adapte ettiği “Les Possédés” filminde karşımıza çıkıyor. Totaliter bir rejimde devrim yapma girişimine girişmiş bir yeraltı örgütü üyelerinin tamamı “normal” davranış sınırlarını çoktan aşıp, aşırı bir toplu nevroz tablosu çizerler. Başta Şatov, Stavrogin, Kirilov, Pyotr ve diğer karakterlerin istençle tasarlanan bir devrim eyleminin çıkmaza girmesi sonucu ontolojik bozulmalarını ve birbirleri üzerinde yarattıkları tahribatları bir açıdan gerçekliğin yitişi olarak okumak da mümkün, bir tür simulakrların bir simülasyonu varedişlerinin başlangıç noktası; Mikhail Bakhtin’in “Problems of Dostoevsky's Poetics” içinde Les Possédés için kullandığı bir tanım burada kastettiğim gerçeklik yitimini bütünüyle tanımlıyor; Bakhtin’e göre “ Romanda; şeytanlar tarafından zehirlenmiş bütün yaşamlar bir dünyadan ziyade bir karnavalı resmetmektedir”.
Modernizasyon içinde özne bugün “birey”den çok daha içi boşalmış bir tipler orjisine dönüştü. Modernizm nüfus hareketleri, küreselleşme, teknolojik ve bilimsel devrimler, endüstriyel büyüme, ulus devlet ve milliyetçilik gibi bir takım kodlarla inşa edildi. Bu kodlar toplum için ilerlemeciliği, bir tür ana hedef olarak belirler. Aydınlanma ertesi ilahi ve tekçi irade etkilerini yitirdi, bunun yerine kültürel, siyasal, sosyal ve ekonomik yapıların merkezine “insan” olgusu yerleşti. Bu birey olarak vaftiz edilen insan, Kant’ın; kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanmayı öğrenen insan olarak tanımladığıdır. İçinde barındırdığı insan aklı, özgürlük, ilerlemecilik gibi fenomenlere karşın modernizm kısmi paradoksları da varetti. Bu paradokslar insan yaşamına müdahale eden bir vasfa sahipler. Kimileri modernizmin bütüncül evren anlayışı, aşkın tarihsellik ve totalleştirme gibi eğilimlerinden bahsededursun, Bauman; Auschwitz’i modern fabrikasyonun sıradan bir uzantısı olarak tanımlamakta.
Bu eleştirilerden hareketle, birçok farklı nedenin problematik bir modernizasyon teorisi ortaya attığı ve modernlikle birey arasında çelişkili bir bağı doğurduğu fikri yorumlanabilir. Aslında tam bu noktada modernist insanın aklı ve ilerlemecilik faktörleri toplum üzerinde bir ele gelir bir imhayı tetikledi. Bu imha, insanın/bireyin otorite tarafından sunulan her şeyi koşulsuz kabul eden, içi boşaltılmış bir alıcıya dönüşmesinin göstergesidir. Bu koşulda birey, bireysel temsilini, ifadesini ve kimliğini yeniden tartışmaya başlamaya zorluyor kendini. Modernizm çağında, birey, basitçe ontolojik özerkliğini yitirmiş, tiplerden ibaret bir varlığa dönüşmüştür. Bu problematik olgu bireyi, Modernizmin kodlarıyla biçimlenmiş toplumda, kendi varlığını ontolojik olarak yeniden tanılamaya şiddetle sürüklüyor.
Burada Debord’un toplum üzerindeki eleştirisini anıyorum. Debord’a göre bireyin otoritenin sunuları karşısında iki alternatifi vardır; birincisi ya sistemce ona empoze edilen gösterinin pasif bir tüketicisine dönüşecektir ya da ikinci olarak dayatılan gösteriye karşı varlığının kontrolünü geri kazanmak için karşı gelip, direnecektir. Benzer toplum ve otorite ilişkileri çözümlemelerinin izine; Althusser’in “interpellation” ve Gramsci’nin “hegemonya” teorilerinde de rastlanabilinir. Ortodoks siyasal katılıma karşı; ortodoks olmayan ve yasadışı siyasi katılımlar, İkinci Dalga Feministlerin “Kişisel olan Politiktir” mottosu veya konvansiyonel medya yöntemlerine karşın sürekli alternatif medya (korsan radyolar, sosyal medya, fanzinler) kanallarının aranması; dayatmaya karşı kendi varlığının kontrolünü geri kazanmaya çalışan bireyin çabalarına örnek olarak verilebilir.
Modernizasyon içinde özne bugün “birey”den çok daha içi boşalmış bir tipler orjisine dönüştü ya da Baudrillard’ın tanıladığı gibi “İnsan, Dünya gezegeniyle, toprağıyla ve bedeniyle, günümüzde, kendi yarattığı ve yörüngeye yerleştirdiği uyduları karşısında uydulaşmış durumdadır. İnsan, bir zamanlar aşkındı, şimdi yörüngesinden çıktı.”
21 Aralıkta her şey yok olup giderse zaten bu yazının hiç bir anlamı yok, yırtın atın. He ola da 21 Aralıktan sonra dünya yerinde kalırsa, o zaman yeniden kıyameti bekleyene kadar bu yazının bir çıktısını alıp, tarihin 22 Aralık 2012 noktasına: DİKKAT BU BİR YİNELEMEDİR tabelası olarak kakın gitsin.
[i] William Shakepeare, Macbeth. Remzi Kitapevi
[ii] Orhan Koçak, Kaptırılmış İdeal: Mai ve Siyah Üzerine Psikanalitik Bir Deneme. Toplum ve Bilim: Psikanalizle Bakmak (70/ 1996).
[iii] Fascio/ balta: Faşizmin kökü.

















