1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. ‘Yıldızın Ölümü’ ve ‘Uzakların Çağrısı’
‘Yıldızın Ölümü’ ve ‘Uzakların Çağrısı’

‘Yıldızın Ölümü’ ve ‘Uzakların Çağrısı’

‘Yıldızın Ölümü’ ve ‘Uzakların Çağrısı’

A+A-

Hakkı Yücel

[email protected]


Haberi geçtiğimiz haftalarda gazetelerden birinde okumuştum. NASA’nın, 4800 ışık yılı uzaklığında bir yıldızın son demlerini kaydettiğini yazıyor ve söz konusu olayın videosunu da açıklamalarıyla birlikte okuyucularla paylaşıyordu. İşin özeti şuydu: Yıldız yok olurken milyonlarca derece sıcaklığında kırmızı, mavi, yeşil renklerden mürekkep bir gaz bulutu püskürtüyor ve sonsuzluğun içinde kayboluyordu. ‘Yıldızın ölümü’ olarak tanımlanabilecek bu gösterinin videosunu da izlemiştim, çağrışımları yoğun muhteşem bir manzaraydı. Çok etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Bir başka sebebi de bu kadar etkilenmemin sanırım sadece gördüklerim değil, gördüklerimin bana hatırlattıklarıydı. Birden henüz daha yeniyetme bir delikanlı iken mücahit olup da koyu lacivert bir atlas halinde genişleyen gökyüzünde parlayan, uzansam avuçlarıma dolacak salkım saçak yıldızların altında nöbet tuttuğum geceler gelmişti aklıma..

60’lı yılların ikinci yarısı, herkes gibi dar mekânlar içine sıkıştığım, neredeyse her iki adımda bir sınır duvarına çarptığım, kendimi adeta bir açıkhava hapishanesinde hissettiğim yıllar. Bir yandan ergenlik sancıları, bir yandan da bulunduğu yerin küçüklüğü ile hayallerinin büyüklüğü arasında sıkışıp kalmanın yarattığı ruhsal gerilim; kendimi kuşatılmış bir boşlukta savrulup duruyormuşum gibi hissediyordum. Bütün derdim bir an önce buralardan çekip gitmek. Hatırlıyorum, o yıllarda, gecenin karanlığına gümüşten bir aydınlık halinde yayılan ay ışığı altında önüm sıra uzayıp giden Beşparmak Dağları’nın silueti, içinde yaşadığım bu açıkhava hapishanesinin aşılmaz yüksek duvarları gibi görünüyordu bana. Arkasında nelerin olduğunu dehşetli merak ettiğim o duvarları aşacağım günlerin beklentisi içinde kendimi kendimle avutmaya çalışıyordum..İşte korkularına ve hayallerine sığınmış yeniyetme bir mücahit olarak sınır boylarında nöbet tutmaya başladığım o gecelerde, başımın üzerinde koyu lacivert bir atlas halinde genişleyen gökyüzünü ve o gökyüzünün içinde ateş böcekleri gibi bir yanıp bir sönen salkım saçak yıldızların, o güne kadar görmediğim, görsem bile farkına varmadığım, farkına varsam bile salt bir görüntü olmanın ötesinde ilgimi çekmeyen varlıklarının anlamını (kendimce) keşfettiğim gün, beni teselli edecek en büyük avuntumu bulduğum gün de olmuştu. Bir mucizeydi sanki o gece nöbetlerinde başımı kaldırıp da gökyüzüne baktığım zaman karşımda gördüğüm.  İyi de neden böylesi bir hisse kapılmıştım?

Galiba şuydu: İçinde yıldızların yanıp söndüğü, bütün haşmetiyle karşımda duran gökyüzü benim küçük dünyam (mikrokozmos) yanında bir büyük âlemdi  (makrokozmos’tu). Bir başka ifadeyle bütün sınırların ötesinde olma haliydi gördüğüm resmin benim için anlamı..Zamanın ve mekânın kendini aşan, kendinden azade olma hali. Hem şiirsel hem de varoluşsal çağrışımları yoğun, aşkın bir sembol gibi. O yeniyetme halimle adını koyamasam da o muhteşem manzara karşısında yaşadığım bütün bu duyguların ve düşüncelerin, en azından hissettiğim şey, tam da bunalımını yaşadığım kuşatılmışlık haline son veren, özlemini yaşadığım, sınırların ötesinde olma tutkusunun, adeta ‘tanrısal’bir şölen olarak karşımda tecessüm etmesiydi.  Öyleydi çünkü yıldızlar, ben onlara baktıkça, üstelik kendimin hükmedebildiğim, bir görüntüden bir başkasına dönüşen, çok katmanlı imgeler gibiydiler sanki karşımda. Şimdi rahatlıkla diyebilirim ki varoluşsal anlamda bir ‘aşırı’ durumla yüzyüze buluyordum kendimi o gece nöbetlerinde salkım saçak yıldızların ışıdığı gözyüzünün altında.  ‘Estetik’ olarak sınırsız bir güzelliğin; ‘edebi’ olarak sınırsız bir yoğunluğun (ama nedense daha çok trajediye yakın duran bir yoğunluğun); ‘düşünce’ olarak ise sınırsız bir ufuk genişliğinin söz konusu olduğu ‘aşırı’ bir durumdu bu. Dar mekânlara mahkûm, büyük hayallerinin anaforunda savrulup duran, kendini kendiyle avutmakla yetinen yeniyetme bir çocuk bundan daha başka ne isteyebilirdi ki!?

Özellikle geceleri çöl tenhalığına gömülen, karanlığın üzerine bir kâbus olarak çöktüğü o günlerin yoksul ve yoksun Lefkoşa’sında yıldızları bol bir gökyüzü, hele bir de dolunay varsaydı, gümüşten ışığıyla o karanlığın ortasında bir vaha, doğurgan bir resim gibiydi. Ya da belki, omuzunda silahı ve içinde sıkıntıları sınır boylarında nöbet tutan yeniyetme olarak benim oraya bakarken hissettiğim ve gördüğüm buydu. Şimdi hangisini söylesem: Aynı anda hem çok yakın hem çok uzak olmanın muhteşem paradoksu; hem görünür olanın çıplak mevcudiyeti, hem görünür olmayanın bulanık sureti; hem gösterenin sadeliği, hem gösterilenin karmaşası; hem hareket, hem durağanlık; hem her şey (varlık), hem hiçbir şey (boşluk); hem hayat, hem ölüm..Mucizevi olan da galiba buydu. Evet, başımı çevirip gökyüzüne baktığım zaman gördüğüm resim, bir tanrı elinin mükemmelliğini ve ustalığını yansıtacak kadar eşşiz bir güzelliğe sahipti ama, o resmin gizemi ve çarpıcılığı (mucizevî olan yanı) güzelliğinden öte çağrışımlarının yoğunluğuyla bakanın zihninde ve hayal dünyasında oluşturduğu görüntü bolluğu, duygu ve düşünce yoğunluğuydu..

Nasıl mı? Şöyle: Bir bakıyordum başımın üzerinde salkım saçak ışıyan yıldızlar elimi uzatsam avcuma dolacak kadar yakınımdaydılar; ancak yakalamak için uzattığım an elimi, onların ulaşılamayacak kadar uzakta olduklarının ayırdına varıyordum. Bu durum, mesafenin aynı anda hem gerçek hem de izafî olduğunun göstergesi değil miydi? Ya da şu: Teorik bir bilgi olarak yıldızların sürekli hareket halinde oldukları gerçeğiyle, olduğum yerden baktığım zaman onların hareketsiz gibi görünmeleri, bir yanılsamayı ifade ettiği kadar, bakan gözün gerçeklikle kurduğu ilişkiyi, yani gördüğü şey(ler)in kendi gerçekliğiyle, kendi görmek istediği şey(ler)in gerçekliğinin doğurgan diyalektiğini ifade etmiyor muydu? (Yıllar sonra Hegel’e ait olduğunu okuduğum, “görünüşleri asıl gerçeklikten ayıran perdeye dair söylediği: görünüş peçesinin ardında hiçbir şey yoktur; bakan özne oraya ne koyarsa o olur” cümlesi bunu mu anlatıyordu yoksa?) Veya bir başka şey: Uzaklarda bir yıldız sönerken (NASA’nın 4800 ışık yılı uzakta kaydettiği yıldız gibi), aynı anda bir başka yıldızın ışıması, ‘yaşam-ölüm’ diyalektiğinin gökyüzündeki tecellisi değil miydi? (Goethe’nin son nefesini verirken söylediği rivayet edilen “Işık...biraz daha ışık”.. cümlesi, sanki o diyalektiğin şiirsel ifadesi desem, abartmış olur muyum?) Ya da, bir daha başka şey: Uçsuz bucaksız bir genişliğin -sınırsızlığın-  resmi olan o gökyüzü, aynı anda düşüncenin ve duyguların da genişliğinin -sınırsızlığının- ve asıl özgürlüğün resmi değil miydi? Ve nihayet o geniş atlas içinde her baktığımda bana bir başka görüntü veren  uzakyakın ışıyan yıldızların bu doğurganlığı, onların  imge zenginliği içeren kelimelerden ibaret (W.Benjamin her ne kadar o kelimeleri gökyüzünde gezinen ‘yıldızlar’ değil ‘bulutlar’ olarak ifade ediyorduysa da) özgün bir dil olduklarını, öyle bir dilin imkânlarını sunduklarını da göstermiyor muydu?  

Kendimi kapana kısılmış gibi hissettiğim ve hep uzakların özlemini çektiğim, mücahit olup da gece nöbetlerine durduğum o yeni yetme yıllarımda, ‘yıldızlar ve gökyüzü’ ile aramda kurduğum bu ilişki, daha çok o özlemimi gidermeye yönelik, şüphesiz bir oyundan ibaretti. Ancak itiraf etmeliyim ki bu oyun, daha sonraki hayatımda, düşe kalka, okuya yaza, deneye yanıla öğreneceğim ve giderek bir ‘yaşam felsefesi’ olarak benimseyeceğim anlayışın oluşmasında ve olgunlaşmasında, -en azından sembolik anlamda-  belirleyici bir rol oynadı. O da şuydu: Yakını daha iyi görmek ve anlamak için uzağa da bakmak gerek. Ya da şöyle: Yakını daha iyi görmek ve anlamak için ona uzaktan da bakmak gerek. Uzak sınırın ötesine geç(ebil)mek demek. Özgürlük, ufuk genişliği, yaratıcılık demek..

’Yıldızın ölümü’ haberini okuyup videosunu izlerken bütün bunları yeniden hatırladım. Bu yüzden miydi, yoksa dünyanın merkezi sandığımız, bir yandan güzellemeler döşeyip bir yandan da içinde cebelleşip durduğumuz bu küçük ada artık dar gelmeye mi başlamıştı, her zaman yaptığımı yaptım; ‘uzakların çağrısına’ uydum ve sekiz gün için de olsa buralardan çekip gittim.

Tecrübeyle sabitti: Uzaktan bakınca yakını daha iyi gördüm daha iyi anladım.
Yanılıyor muydum?

Bu haber toplam 1432 defa okunmuştur
Gaile 241. Sayısı

Gaile 241. Sayısı